İdeal Bir Neslin Dramı: “Gökkuşağı Vurgunları”
Olcay Yazıcı
“Adı konulmayan, kuralı-kaidesi olmayan, hesaba-kitaba sığmayan; ama varolan, yaşanan ve hayatın bütün zerrelerine sirayet eden bir savaş. “
“Gökkuşağı Vurgunları” isminden de anlaşılacağı üzere, vatan-millet adına kurduğu düşleri, düne-bugüne ve yarına dair idealleri uğruna fedakârca mücadele vermesine rağmen, anlaşılamayan, ödüllendirilme yerine zindanlara atılan bir neslin dramatik, hüzünlü ve düşündürücü hikâyesi. Yaşanmışlıktan kaynaklanan bir ilk eser olmasına rağmen; kurgu, dil, anlatım ve üslup açısından oldukça başarılı bir çalışma. “Tezli” bir roman.
Romanda yer verilen, “Yûsufum tahtlarda salınacakken, zindanlarda çürüdü.” mısraı, trajedinin özeti gibidir.
Aşağıdaki satırlarda da görüleceği üzere, dramatik olduğu kadar duygulu bir anlatımı var Ahmet Tüzün’ün:
“Dündar dede, kollarını iki yana açıp sanki bütün çocukları kucaklamak ve hiç vakit kaybetmeden gökkuşağına uçurmak ister gibi davranarak, bakışlarını onların üzerinde gezdirdi. Eskilerden kalan genç bir heyecanla parlayan gözlerinde, gökkuşağının bütün renkleri toplanmıştı. Göğüs kafesinden, onun da ötesinde çok derinlerden gelen bir sesle, kelimeleri yağmur taneleri gibi sâkin, lâkin çabuk sıraladı:
Çocuklar, gökkuşağının altından geçerken tutulan dilek Allah ü Teâla tarafından kabul edilirmiş. Ömrünüz ulu çınarlar gibi sağlam, su gibi aziz, gökyüzü gibi ferah, yağmur gibi bereketli, gökkuşağı gibi renkli olsun.”
Ahmet Tüzün, acı hikayelerini yazdığı vurgun yemiş nesilden biri; bu yüzden yaşanan dramı yakından tanımanın tanıklığı ile ve yüreğindeki derin elem ve hüzünle yazmış eseri. Anlatılan, yorumlanan, açımlanan hikâye Türkiye’nin 70’li, 80’li yıllarındaki siyasî-sosyal ve ideolojik kavgasını konu edinse de, üslup ve eda olarak tam bir edebî eser hüviyetinde. Yazar, keskin realiteyi, duygulu, lirik ve hatta şiirsel bir dille anlatıyor:
“Delicesine ileri atılıp, şimşek hızıyla uçuyorlardı. Sanki ayakları yerden kesilmiş, boşlukta yol alıyorlardı. Yerin üstünde akarcasına sürât kazandılar. Gökkuşağının altından geçecekler, dileklerini gerçekleştireceklerdi. Düz ovaları, ormanları, akarsuları, yalçın dağları aşacaklar, gökkuşağından görünmez kanatlarla uçacaklardı. Dünya durmuş, nefesini tutmuş, bu çılgın yarışın sonucunu bekliyordu… Bir ömrü bir âna sığdıran olağanüstü bir zaman işliyor, yer ile gök buna şahitlik ediyordu… “
Ahmet Tüzün. anlaşılan yaşadığı dramın tesiri ile vaktinden evvel kemâle ermiş. Tahlil ve tesbitleri, bir ilk eserde pek görmeye alışık olmadığımız kadar isabetli ve derin. Ebed-müddet fikriyle kurulan ve çınar ağacı ile sembolleştirilen Osmanlı’nın zevalinden sonra Türk Milletinin ters giden talihini, elem ve üzüntü veren bozgununu, etkili bir dille anlatıyor:
“ Osmanlı’dan sonra diktiğimiz çınar, istediğimiz gibi boy vermedi. Dalları budandı, kökü sulandı, kaç defa aşılandı amma ve lâkin, bir türlü istediğimiz gibi boy atamadı. Bu çocukların can suyu vereceği ağaç, zümrüt yeşili olsun. Hastalık girmesin bünyesine. Yeni Şeyh Edebâliler, yeni Osman Gaziler çıksın; çınarları dünyaya kök salsın, gövdesi imanla büyüsün, dalları kıtaları kucaklasın. Bunlar, bu nur demetleri bizim rüyamızı gerçekleştirecekler İnşallah. Bu çınarın toprağını Galiçya’dan, Kafkasya’dan Sina’dan, Yemen’den getirdik biz. Toprak, tohumsuz olmaz… Bu tohum her birinin gözlerinde yeşeriyor. Görüyorum. Gönüllerinde ateşi yakması bizden, kıvılcımlarını cihana saçması onlardan. Bütün gayretimiz bu mefkûreyi, yarınlara nakış nakış işlemek için, diyor; yarınlara ışık yüzlü çocuklar hazırlıyordu.”
“Gökkuşağı Vurgunları” bir dönem Türkiye’sinde “sağ-sol”, “devrimci-ülkücü” tanımlaması altında sergilenen fikrî ve fiîli çatışmaya da ışık tutan, o günlerden günümüze ders ve ibret alınacak fotoğraflar taşıyan bir eksen etrafında gelişiyor:
“Üniversitelerde çatışmalar devam ederken, sol bir derneğin açtığı “silahları bırak” kampanyasını Ülkü Ocakları hem televizyonda hem de gazetelerde destekledi. Ülkü Ocakları yaşanan çatışmalı ortamda hep terörden uzak kalmaya, hadiselerin dışında olmaya özen gösteren tavırlar sergiledi ve “Eller silah değil kalem tutmalı” kampanyasını başlatarak, bütün Türk gençliğini silahlı çatışmaya değil, fikri ve siyasi tartışmalara çağırdı. Televizyonda düzenlenen ve çeşitli gençlik gruplarının katıldığı bir açık oturumda devrimci gençlik başkanının karşısında bizim başkan, Anadolu gençliğinin sesini dile getirerek vakur tavrıyla aslan gibi kükredi. Bu program, ülkücülerin zihniyetinin millet tarafından tanınması için iyi bir vesile oldu. Programdan sonra sol örgütler bir daha ülkücülerle tartışmama kararı aldı.”
Verilen kavganın, millî bir var oluş mücadelesi olduğuna dikkat çekilen romanda, ülkücü neslin, ideâl ve hayâlleri, düşünce yapısı sıkça vurgulanıyor. Bu eski fotoğrafa, düşünce pratiğine baktığımızda, gelinen nokta öyle ya da böyle, varlık eksenindeki fikrî alandan ne kadar uzaklaştığımızın da bir göstergesi:
“Türk milliyetçiliği ve ülkücülük reaksiyon değil, bir aksiyon hareketidir. Türk milliyetçiliği, milletimizin tarih sahnesine çıkmasından bu yana vardır ve varolmaya da devam edecektir. Atalarımız Oğuz Kağan’dan Bilge Kağan’a, Alparslan’a, Fatih’e, Yavuz’a, Kanuni’ye ve bugüne kadar gelen nizâm-ı âlem meşalesini; ülkücü hareket sistemli bir şekilde çok daha ilerilere götürecek ve bayrağı burçlara dikecektir. Ülkücü hareket komünizme, faşizme, kapitalizme karşıdır. Ancak bunlar olmasa da ülkücü hareket bir aksiyon olarak varolacaktır. Bizim davamız, Türk milletini, dünya milletler ailesinde lâyık olduğu şerefli mertebeye çıkarmak, Türk milletini; hakkında karar verilen değil, dünya hakkında karar veren bir zirveye taşımaktır. Bu kutlu yolda yürürken, karşımıza çıkacak her türlü yabancı ideolojiye ve zararlı ‘izm’e de reaksiyonumuzu gösterecek, ancak hedefe yürümeye devam edeceğiz.”
“Gökkuşağı Vurgunları” gerçekten de, vurgun yemiş, bozguna uğramış, ümit ve hayâlleri kırılmış, hatta idealleri uğruna zulme uğratılmış bir neslin acı, acı olduğu kadar da, buruk ve ibretli hikâyesi. Roman, gerek üzerine inşa edildiği fikri temel olarak, gerek kurgu ve edebî dil açısından, okuyucuda bir ilk eserden ziyade, profesyonel bir romancı intibaı uyandırıyor. Bu yönüyle Ahmet Tüzün, hem güzel bir kesit, hem de güzel bir anlatım tarzı yakalamış. Romanın dili de yaşayan güzel ve rafine Türkçe’ye çok uygun bir dil şuuru ile kaleme alınmış. Anlaşılan yazar, bu ilk eserini okuyucunun karşısına çıkarmadan önce, epey bir sancı çekmiş ve epey bir zaman romanı üzerinde titiz bir çalışma metodu uygulamış. Bu açıdan Ahmet Tüzün’ü kutlamak lâzım. Gün ışığına çıkması uzun yıllara ve sabırlı bir işçiliğe dayanan bu ilk eserin bir başka yönü de, küresel rüzgârların sert estiği ve cemiyetin yeni bir “var oluş mücadelesi” ile karşı karşıya bulunduğu bir zamanda yayınlanması. Her insanın olduğu gibi, her kitabın da bir kaderi vardır derler. Demek ki, gün bu günmüş…
Yazar hem ülkenin içerisinde bulunduğu kavgalı, çatışmalı yılları ve hayâlleri kırılan bir nesli anlatırken; atmosferi güçlendirmek ve bir kimlik şuuru aşılamak için Türk kültüründen, Türk mitolojisinden ve efsânelerden de istifade etmiş; aralara bazı kitabî paragraflar serpiştirmiş. Bu da romanın fikrî yapısı ile misyon üstlenme gayretini oldukça pekiştirmiş.
Roman karakterleri, mekânı, dili, üslubu ve millî edâsı ile, bizden, yerli ve özgün bir çalışma hüviyeti kazanmış. Son dönem harcıâlem kitaplarla kıyaslandığında, bu küçümsenecek bir başarı değil.
Kısaca, “Gökkuşağı Vurgunları”, Türkiye’nin, bizim acı hikâyemizi anlatıyor. Bu topraklarda sahnelenen bir dramı, bir “kardeş kavgasını” anlatıyor. Adına “savaş” denen bir ölüm-kalım mücadelesini yıllar sonra gözler önüne seriyor. Evet 70’li, 80’li yıllarda ortada sebebi belirsiz bir kör dövüşü, açıkça bir savaş vardı. Nasıl bir savaş mı? İşte romandaki cevabı: “Adı konulmayan, kuralı-kaidesi olmayan, hesaba-kitaba sığmayan; ama varolan, yaşanan ve hayatın bütün zerrelerine sirayet eden bir savaş.”
Belirtildiği üzere, fikrî ve ideolojik çatışma ortamında gelişen insan ilişkilerini gerçek bir Türkiye tarihi ekseninde irdeleyen romanı, aynı zamanda, Türkiye’nin siyasî ve kültürel tarihi gibi okumak da mümkün:
“Anarşi, Türkiye’deki içtimai buhranın meyvasıdır. Buhran, Türk aydınının milletinden koparak, yabancı kültürlerin ağına düşmesiyle başlamıştır. 150 senedir şekil değiştirerek devam etmektedir. Kültür emperyalizmi, kültür boşluğu olan memleketlerde müessir olur. Türk kültürü Türk okullarından kovulmuş, nesiller milletinden koparılmış, beyni yıkanmış bir sürü müstemleke münevveri imâl edilmiştir. Anarşiyi okullardan da memleketten de kovmanın bir tek yolu vardır: Nesiller milli ve manevi terbiyeyle yetiştirilmelidir! Zira anarşi, bu boşluktan istifade eden komünizmin tabii bir neticesidir. Mikroptan şikayetçi olanların onunla mücadele etmesi şarttır. Komünizm, maddecilik bataklığında nevşünema bulan, hayat bulan bir mikroptur. Bataklık kurutulmadan, mikrop yok edilmeden anarşi hastalığı yok edilemez. Bunun tek ilacı milli kültürdür. Yoksa anarşi ilkokullara da iner, anaokullarına da.. “
Her ne kadar çetin bir mücadeleyi, sisli bir kaosu, kavgayı anlatsa da, roman dediğin aşksız olur mu, olmaz. Bu romanda da, havada uçuşan kurşunlar ve zindan ağıtları arasında, buruk ve kederli de olsa, soylu bir aşk hikâyesi yaşanır:
“Bir teneffüste Ayfer’in eline bir kağıt tutuşturmuştu Mehmet. Kızın yanakları al al olmuş, bakışları yere düşmüştü. Kağıtta Yahya Kemal’in dörtlüğü yazılıydı:
“Hayatta ne ikbâl ne servet dileriz
Hattâ ne de ûkbâda saadet dileriz,
Aşkın gül açan, bülbül öten vaktinde
Yâranla tarâb yâr ile sohbet dileriz”
Kız şiiri okudu, mânâsını çözdü. Mehmet’in ne demek istediğini, kendisine karşı beslediği hislerin şifresini böylece öğrenmişti. Mutlu bir tebessüm yayıldı çehresine, yüzü kızararak.”
Kitap arka kapak yazısında, okuyucuya şu etkili tanıtımla sunuluyor:
“Onlar, rengârenk kanatlı atlara binecek, kutlu bir çağa gireceklerdi.
Delicesine ileri atılıp, şimşek hızıyla uçuyorlardı işte…
Gökkuşağının altından geçecekler, dileklerini gerçekleştireceklerdi.
Düz ovaları, ormanları, akarsuları, yalçın dağları aşacaklar; gökkuşağından görünmez kanatlarla uçacaklardı.
Dünya durmuş, nefesini tutmuş, bu çılgın yarışın sonucunu bekliyordu…
Bir ömrü bir âna sığdıran olağanüstü bir zaman işliyor, yer ile gök buna şahitlik ediyordu…
Gökyüzündeki yıldızlar zaman zaman kayıp gider, yitip kaybolurdu.
Ama onlar el ele gönül gönüle sımsıkı tutunmuşlardı; yitip gitmezlerdi, kaybolmazlardı.
Çünkü onlar gökkuşağının altından geçiyorlardı…”
Yazarı bu değerli eseri münasebetiyle kutluyor, kendisinden yeni romanlar beklediğimizi belirtiyoruz.