12 Eylül’ün Ülkücü Edebiyatı ve “Gülnar”
Dr. Hayati BİCE
12 Eylül öncesi ülkücü hareketin önemli isimlerinden olan Mehmet Karanfil’in Buca Cezaevi’nde yaşananlar ağırlıklı “Gül Hüznü” [1] kitabı ile değerli dostum Ş. Adnan Şenel’in 12 Eylül öncesi son bir yılda ve sonrasında Ankara’nın Abidinpaşa semtindeki ülkücüler örneğinde yazdığı yakın tarihimizi dile getiren “Elma ve Bıçak” [2] romanından daha önce söz etmiştim.
Şenel’in kitabının hemen ardından Veysel Tekelioğlu’nun Hacettepe/Beytepe kampüsündeki ülkücü mücadeleyi anlattığı “Yorgunum” kitabı [3] ve yazarı ile tanıştım. Neredeyse birebir tanığı olduğum zaman ve mekânlarda geçen, Şenel ve Tekelioğlu’nun kitablarını yeni bitirmişken, Kayseri’den Hüseyin Türkmen’in “Kara Gün” kitabı [4] çıkageldi. Hüseyin Türkmen, yakınlarda basılan kitabında Kayseri örneğinde orta büyüklükte bir şehirde 12 Eylül öncesinde yaşanan ülkücü mücadeleyi, bu mücadelenin kahramanlarını, şehidlerini ve de -diğer kitaplarda olmayan bir yönü ile- hainlerini kaleme almıştı.
İşte bu üç kitabı arka arkaya okuyunca hemen hepsinde ortak bir özellik olarak ülkücü gençliğin samimiyeti, hasbîliği elle tutulacak kadar somut bir halde görünür hale geliyordu. Üç kitabın yine ortak bir özelliği, gücü elinde tutan ve “devlet benim” diyen hoyrat ellerin ülkücü gençlik üzerinde uyguladığı işkence ve zulümleri anlatmasıydı. 12 Eylül sonrası kurulan işkencehanelerde her türlü zulme maruz bırakılan gençleri anlatan satırlarda gözyaşlarına hâkim olmak o kadar kolay değildi. Cezaevlerinde kurulan idam sehpalarına yürüyen genç fidanlar, “karıştır/barıştır” uygulamalarının yol açtığı kanlı sürtüşmeler öyle birkaç satır ile özetlenebilecek öyküler değildi.
Ercilasun’un “Gülnar”ında 12 Eylül
12 Eylül dönemini ülkücülerin bakışı ile anlatan kitabları konu alan bir değerlendirme yapmaya niyetlenmişken basılalı neredeyse15 yıl olmasına rağmen yeni okuyabildiğim Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun’un “Gülnar” [5] romanında da, 12 Eylül dönemine ilişkin -kısıtlı olsa da önemli- değerlendirmeler bulunan sayfalar ile karşılaşınca son bir ayı neredeyse 12 Eylül okuyarak geçirmiş oldum. Diğer üç roman 12 Eylül dönemini ülkücü gençlerin gözünden anlatırken Ercilasun, konuyu 12 Eylül’de dışarıda bulunan ve konuya yukarıdan bakabilen bir aydının gözünden yapılan değerlendirme şeklinde kaleme almıştı. 12 Eylül öncesinde 15 Nisan 1978 günü yapılan “Büyük Yürüyüş” kitaba şöyle yansımıştı:
“O gün Tandoğan’da müthiş bir kalabalık vardı. Tandoğan’da toplanıp içlerindeki feryadı sağır gök kubbeye ulaştırmaya çalışanlar her hâlde yarım milyondan fazlaydı. Cebeci’den yürüyüşe başlamışlar. Hamamönü ve Ankara garından geçerek Tandoğan’da toplanmışlardı. Mehmet Eryiğit, karısı Güneş’le birlikle yürüyordu. Daha önce birkaç; defa gördüğü Selim Baycan’ı hiç konuşmadan orada tanıdı Mehmet. İstasyondan Tandoğan’a kadar birlikle yürümüşler ve meydanda iki saat boyunca yan yana durmuşlardı. Tanışmak için başkaca bir şey yapmalarına hiç gerek yoktu; Selim Mehmet’i, Mehmet Selim’i hiç unutmadı.”
12 Eylül 1980 günü Marmaris’te tatildeyken darbeye yakalanan Mehmet Eryiğit’in şahsında, Türk milliyetçileri arasından yaşanan kafa karışıklığı Ercilasun’un satırlarına şöyle yansıtılmıştı:
“Başbuğ ilk günlerde ihtilâlcilere teslim olmayı reddetmişti ve bu bütün ülkücülerde heyecan uyandırmıştı. Sonra MHP’lilerin ve ülkücülerin ileri gelenleri birer birer tutuklandılar. Ne dışarıda kalanlar, ne tutuklananlar ilk günlerde bu işe bir anlam verebildiler. Bütün partiler kapatılmış, ileri gelenleri sürgüne gönderilmişti. Yıllarca Marksist terör estirip ülkeyi kana bulayanlar da yakalandıkça hapse atılıyordu. Bir kısmı yurtdışına kaçmıştı. Ancak ülkücüler de aynı derecede takip ve işkence görüyorlardı. İhtilâlcilerin bir numaralı bildirisini okudukça Mehmet’in kafası çatlayacak gibi oluyordu. “Türkiye Cumhuriyeti Devleti, son yıllarda, izlediğiniz gibi dış ve iç düşmanların tahriki ile, varlığına, rejimine ve bağımsızlığına yönelik fikri ve fiziki haince saldırılar içindedir… Devlet güçsüz bırakılmış ve acze düşürülmüştür.” Bunları okudukça Mehmet: -Nasıl olur? diyordu; devlet fizikî saldırıya uğramışsa ve buna karşı devlet güçleri acze düşürülmüşse, devleti korumak vatandaşların vazifesi olmaz mı? Nitekim İstiklâl Savaşında böyle olmadı mı?
Şöyle önermeler kuruyordu zihninde:
“Devlet güçleri acze düşmüşse her Türk düşmana karşı koymalıdır.
Yılmaz, bir Türk’tür.
O hâlde Yılmaz da düşmana karşı koymalıdır.”
Fakat Yılmaz’ı düşmana karşı koyduğu için hapse alıyor ve yargılıyorlardı. Mehmet, o hâlde diyordu ya “büyük önerme” yanlıştır, ya da “sonuç”…
Kitabın kahramanı olan Mehmet Eryiğit’in gerçekte yazar Ercilasun olduğunu anlayan okurlar, 12 Eylül sonrasında Sözcü dergisinden yayınlanan “Ercilasun” imzalı kısa ama vurucu yazıların nasıl yazıldığını da Gülnar’da, devam eden satırlarda bulabileceklerdi:
“Bu düşünceler Mehmet’i geceler boyu uyutmadı. İki yıl mesleğiyle uğraşmadı; mahkemeleri dinledi, yazılar yazdı. Mecazlı bir üslûp geliştirmişti ve bu sayede her türlü yasağı delerek, duygularını, düşüncelerini yazabiliyordu.
Aynı süreçte, yine Sözcü’de basılan “Beşiktaş Nasıl Kurtulur?” gibi tarihe mal olan yazılara yazarak ülküler arasındaki mağlubiyet psikolojisini delen Galip Erdem’in ülkücüler arasında bir “ermiş” figürüne nasıl dönüştüğünün öyküsü de -göz tanıklığına dayandığı için- kitabın, önemli kısımlarındandır: “Ancak Galip Erdem’le geçirdikleri geceler, Mehmet’in öfkesini biraz dindiriyordu. Ya Bülbül’ü, ya Reşid Beybutov’u dinliyorlar ve saatlerce müziğin ritmince kendilerini bırakıyorlardı. Mehmet’in çocukluk dönemine rastlayan milliyetçi şahıs ve dergiler konusunda Galip Erdem’in gözleme dayanan bilgileri de Mehmet’i avutan sohbetler arasındaydı. Akşamları mutlaka üç çikolata ile gelir, ikisini çocuklara, birini Güneş Hanıma verdikten sonra çayını isterdi. Giderken de “mektup”unu mutlaka alırdı. Mektup, hapishanede olan ülkücüler ve aileleri için toplanan paraydı ve bu görevi Galip Erdem kendi kendine üstlenmişti. Ülkücülerin gözünde o bir “ermiş” gibiydi. Mehmet Eryiğit içinse aynı zamanda bir dert ortağı ve bir bilgi kaynağı.”
Selim Baycan olarak kodlanan roman kahramanı ülkücünün, Özal döneminde yurtiçi ve yurtdışında özellikle de Türkistan Cumhuriyetleri’nde önemli işlere imza atan bir müteahhit haline geldikten sonra ‘siyasi hareket ile ilişkisini dondurması’ dönem açısından dikkate değer bir eğilimi yansıtıyordu.
“Gülnar” Türkistan’ın Aynasıdır
Burada 12 Eylül ile satırları vesilesi ile tanıtmağa çalıştığım “Gülnar” romanı, Özbekistan örneğinde 1991 yılı sonrasında Türkistan Cumhuriyetleri’nde yaşanan yakın dönemin bir yansıması olarak, aslında bir Türkoloji/Türk Yurtları romanıdır. Bunu sağlayan kitabın yazarı olan Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun’un Ülkücü/Turancı bir akademisyen olarak yarım asırda biriktirdiği Türkoloji dağarcığından en nadide anları kitabına damıtmış olmasıdır. Bu damıtılan öz damlalarını sıralamağa kalkmak bu yazının hacmini zorlar; ama sadece ve sadece Ziya Gökalp’in Türkçülüğün Esasları kitabının Taşkent’e nasıl ulaştırılıp nasıl Özbek Türkçesine çevrildiğinin öyküsü bile bu kitabın, okunmasını her Türk milliyetçisi için zorunlu kılar. Kitabın Türkiyeli kahramanları olan akademik isimler yanında yakın dönemde Türkistan davasına baş koymuş Muhammed Salih, Rauf Parfi, Bahtiyar Vahabzâde gibi önemli isimleri de Ercilasun’un kaleminden okumak bambaşka bir şanstır.
Gülnar’ın benim için özel sürprizi ise, Altaylar’da yaptığı bir zirve tırmanışı sırasında Ercilasun ile Moğolistan’da yolları kesişen Tıp Fakültesi’nden hocam Dağcılık Federasyonu başkanlarından rahmetli Prof. Dr. Abdulmecid Doğru’nun anlatıldığı satırlar oldu. Yazı hayatımın ilk günlerinde Töre’de yayınlanan “Hikmetinden Sual Olunmaz” yazıma [6] Ağrı Dağı’na yaptığı tırmanışı anlattığı sunumu konu ettiğim Doğru’nun Türk Yurtları’nın geleceği ile ilgili keskin görüşlerini Ercilasun, Gülnar’a keşke daha ayrıntılı olarak yansıtsa idi. (Sonraki baskılar için düşünülmesi gerek!)
Son olarak kitabın sonuç kısmında gerçeküstü bir öykü olarak anlatılan, Ergenekon’un keşfi sahnelerini okurken “gerçek coğrafi Ergenekon”un neresi olduğunun da artık dünyanın bir futbol topu kadar küçüldüğü günümüz dünyasında araştırılarak yerküre üzerindeki topografyasının çizilmesinin gerektiğini düşündüm.
Aslında bu fikir, geçtiğimiz haftalarda medyaya yansıyan “Kayıp Türk kabilesi Dukhalar bulundu” haberleri [7] ile gönlüme düşmüştü; ancak Ercilasun’un nefis anlatımı ile kitabın baş kahramanlarını düşürdüğü Ergenekon vadisini gerçeğini bulmak da Türk asıllı yeryüzü gezginlerinin boynuna borç olsun.
Ölmeden görelim şu Ergenekon’u artık; değil mi Ercilasun!…
———————————————————————
[*] Dr. Hayati Bice, ÜLKÜ~YAZ Genel Başkanıdır.
İletişim: http://www.ulkuyaz.org.tr
[1] Mehmet Karanfil, Gül Hüznü, İzmir, Kasım-2012,
İsteme Adresi: Hasret Kitabevi, Hamamönü Sk. No.6/A Tel. (0312) 3117062 ANKARA
[2] Ş. Adnan Şenel, Elma Ve Bıçak, Kurgan Yay. Ankara, 2012.
[3] Veysel Tekelioğlu, Yorgunum, Akçağ Yay. Ankara, 2012.
[4] Hüseyin Türkmen, “Kara Gün” , Has Yay., Kayseri-2012.
İsteme Adresi: Hasret Kitabevi, Hamamönü Sk. No.6/A Tel. (0312) 3117062 ANKARA
[5] Ahmet Bican Ercilasun, Gülnar, Ötüken Yay., İstanbul-1998.
[6] Hayati Bice, (Oğuz Karaçay) “Hikmetinden Sual Olunmaz”, TÖRE, Ağustos-1982.
[7] Bu konudaki bir haber için bkz: http://blog.milliyet.com.tr/Kayip_Turkler_Dukha_lar/Blog/?BlogNo=391478&ref=milliyet_anasayfa