Yahya Kemal BEYATLI: EZAN VE KUR’AN

 

EZAN VE KUR’AN

Yahya Kemal Beyatlı

 

Birçok günlerimi Ziya Gökalp’le konuşarak ge­çirdim. Diyarbekir’in bir hârika olan bu oğlu konuş­tuğu zaman istikbâlin muhayyel bünyânını kuran dev gibi bir mîmâra benzerdi; ilk müslümanlar gibi mütedeyyin, ilk Türkler gibi bânî idi; mâzîye arka­sını çevirmiş sabit bir bakışla yalnız istikbâle ba­kardı. Mâzîye karşı dâüssılamı harâretle söylediğim bir gün dedi ki:

Harâbîsin harâbâtî değilsin

Gözün mazidedir âti değilsin

Ben de mazinin kulağıma fısıldadığı bir sesle cevap verdim:

Ne harâbî ne harâbâtîyim,

Kökü mâzîde olan âtiyim.

dedim. Bir cevaptan başka ciddî mânâsı olmayan bu sözde sonraları hissettim ki, küçük bir hakikat varmış. Mütârekeden sonra mâzîye karşı dâüssılam arttı. Kendimi avutmak için tek başıma İstanbul’da geziniyordum. Bu şehirde geçen beş asırlık hayâtı­mızın safhalarını birer birer hissettikten sonrd gön­lüm bir merhalede tevakkuf etti. Fâtih’in Edirne’den İstanbul üzerine yürüdüğü 857 senesinin bahâ­rını hissettim Edirne’den İstanbul üzerine o yürü­yüş; yirmi iki yaşında bir çocuk olan o Fâtih; Kostantaniyye fethine dâir bir hadîs’in müjdesini his­seden o asker; târihin en büyük faslını açmağa gel­miş olan o ejder gibi toplar Gelibolu’dan gelen o binbir yelkenli beyaz donanma; hâsılı o safha kal­bimde canlandı. Elli yedi gün süren muhâsarada ih­tiyar Ak Şemseddin’in kocamış bir kartal gibi kol­larını açarak top gürültüsüne karışmış bir sesle: “Yâ Müfettihü’l-ebvâb!” diye bağırdığı tepelerden surlara baktım, ihtiyar Karaca Bey’in Rumeli as­kerlerini yıldırım gibi boşaltarak kırdığı Edirnekapı ve Tekfur Sarayı burçlarının üstünde oturdum. Zağanos Paşa’nın elli yedi gün Türk hamlesiyle yık­mağa çalıştığı Eğri Kapı ve Haliç kulelerini gezin­dim. Yedikule’den Eyüb’e kadar Türk ordularının bir sel gibi taştığı uzun yolda yürüdüm. Topkapı’dan Edirnekapı’ya kadar giden büyük sûrun orta Kapısından şehre girdim. Rûmî Mayısın Yirmi dokuzun­cu Salı sabahı şafak sökerken, fetih askeri ilk defâ buradan girmiştiler. O şafak vaktini, o müthiş mah­şeri, 857 seneden beri İslâm’ın muntazır olduğu o sabahı, o büyük saatleri, o coşkunluğu, o sevinci bütün kalbimle hissettim.

Fâtih’in büyük tabutunun cephesinde duran destârı, Bellini’nin meşhur resmi kadar canlı bir tasvirin vehmini veriyordu. Fakat bu gördüğüm rü’yâ mâziydi. Birgün Ayasofya minâresinden ezan okunduğunu işittim. 857 senesinin o sabahından be­ri asırlarca günde beş defâ okunmuş olan bu ezan, hâl-i vâki’di. Bu ezanı dinlerken Fâtih’i asıl mânâsıyle ilk defâ idrâk ettim!

***

Yine bir gün padişahlarımızın Topkapı Sarayı’nda Revan Köşkü’nii ziyâret ediyordum; uzak­tan Kur’an okunuyordu, yavaş yavaş sese doğru yaklaşırken nereden geldiğini ziyaretimde rehber olan zâta sordum. Dedi ki: “Hırka-i Saâdet Dâiresi’nden geliyor.”

Peygamberimizin hırkasını sakladığımız cennet gibi yeşil bir odanın türkkârî penceresi önünde dur­duk. İçerde iki hâfız vardı. Biri ellerini kavuşturmuş gözlerini yummuş oturuyordu, diğeri diz çök­müş müsterih ve yüksek bir sesle okuyordu, rehbe­rime sordum: “Hırka-i saâdet önünde Kur’an ne za­man okunur?” dedi ki: “Dört asırdan beri her saati geceli gündüzlü.”

Yavuz Sultan Selim’in Hırka-i Saâdet’i Mısır’­dan getirip bu odadaki mevkiine koyduğundan beri kırk hâfız nöbetle Kur’an okur. Türk târihinde bir dakika bile buradaki Kur’an sesi kesilmemiştir.

Gezintilerimde bir hakikat keşfettim. Bu dev­letin iki mânevi temeli vardır: Fâtih’in Ayasofya minâresinden okuttuğu ezan ki hâlâ okunuyor: Se­lim’in Hırka-i Saâdet önünde okuttuğu Kur’an ki hâlâ okunuyor!

Eskişehir’in, Afyon Karahisar’ın, Kars’ın genç askerleri siz bu kadar güzel iki şey için döğüştünüz!1

1 Bu yazı, ilk defâ 30 Mart 1922 de Tevhîd-i Efkâr gazetesinde neşrolunmuştur.
KAYNAK: Azîz İstanbul, 1000 Temel Eser, s.123-125