SAATLER
VE
MANZARALAR
Sütunların Dibinde Duâ Edenler
Yahya Kemal BEYATLI
Ayasofya’da, ikindiden sonra, yerle berâber ve yüksek merdivenli kürsülerden vaazeden dört vâizi kalbimin bütün samimiyetiyle ayrı ayrı dinledim. Fakat kalbimin bütün samimiyetiyle îtirâf ederim ki bu vâizlerin sözleri, İslâm’ı neşreden ilk âlimlerin sözleri gibi, âteşin olmaktan uzak, çok uzak, hattâ o korun soğumuş külü kadar bile müessir değildiler; dînin rahmetine susamış bir cemâat bu vâizlerin kürsüleri karşısında oturmuş, derin bir hüsnüniyetle birşey söylemelerini bekliyordu. O cemâatin içinde bâzı sîmâlar seçtim ki memleketin irfânını temsil ederler; tesbihlerini çekerek dinliyorlardı. Eminim ki bu vâizleri dinlerken, benim kalbimden neler geçiyorsa, onların kalbinden de geçiyor; kendi kendime dedim ki: Bu güzîde Sami’lerden biri kürsüye çıksa da söylese ve bu vâiz dinlese! Dînimizin âdâbına münâfî mi olur?
Ayasofya’da dört kürsünün önünden de derin bir inkisâr-ı hayâlle ayrıldım.
Mihrâbın sağ tarafında, dehliz gibi kuytu bir köşeye açılan bir kapı vardır. O kapıdan geçtim, orada o kuytu köşede bir nefer diz çökmüş, ellerini kavuşturmuş, gözlerini kapamış ağlar gibi, derin bir vecidle duâ ediyordu. Bu nefer bu mübârek günde, Ayasofya’nın, bu kimsenin uğramadığı kuytu köşesini niçin intihâb etmiş? Acabâ niçin bu kadar istiğrakla duâ ediyor? Kürsüler etrâfındaki kalabalığa niçin karışmamış? Bütün bunları düşündüm, onun hüznü beni de sardı, ben de ona yakın bir sütunun dibine oturdum, gözlerim yalnız ondaydı; uzun bir istiğraktan sonra, elleriyle yüzünü kapadı, hıçkırıklarını zapteder gibi, dizleri üstüne düştü, uzun bir müddet de öyle kaldı; kalbim hüzünle dolu oradan ayrıldım. Cümle kapısına doğru yollanırken, yine bir sütunun karanlığında tıpkı onun gibi, diğer bir nefer gördüm, oturmuş, gözlerini kapamış, kendi başına, herkesten uzak duâ ediyordu. Zannederim ki bu sütunları bunlar bekliyordu.
II
Şişli Caddesinde Ramazan
Şişli’de gündüz ramazan hissedilmiyor. Fakat dün gece Osmanbey gazinosundan Bomonti’ye doğru, kaldırım üstünde yürürken, bu dümdüz cadde üzerinde ramazanı hissettim. Gemici esvaplı, kısa pantolonlu, başı açık Türk çocukları elele vermişler küme küme geçiyorlar, arada sırada duruyorlar, figenkler patlatıyorlar, gülüşüyorlar, konuşuyorlardı. Ramazan gecesinin neş’esini hisseden bâzı aileler sokağa çıkmış, genç kızlar aralarında fısıldaşıyorlardı, bu Avrupa caddesini bir müslüman rûhiyle dolduruyorlardı. Sabaha karşı müslüman ve hıristiyan, kapı kapı, herkesi uyandıran davulundan başka ramazanlık birşeyi olmayan bu semte, İslâmın nûru hafif bir ışık gibi sinmişti. Şişli toprağını bahçe ve bostan hâlinde görenler henüz yaşıyorlar. Bu toprak Türklüğün îman devirlerinden çok sonra temeddün ettiği câmîsiz, minâresiz, ezansız, şadırvansız; türbesiz, tekkesiz; kabristansız, servisiz, kitâbesiz, çeşmesiz olduğu için, müslümanlığın zevkini, her sene birkaç saat, ancak böyle, gezintiye çıkmış birkaç Türk âile- sinin neş’esiyle sabaha karşı bir davulun sesiyle hissedebiliyor.
III
Eyüb’de Namaz Saati
Eyüb’ün güzîde ve mütefekkir gençlerine iftara gittim, iftardan sonra gezmeye çıktık. Bu gecenin hâtırasını hiçbir zaman unutamıyacağım. Eyüb’ü sabah, öğle ve akşam saatlerinde, kandil günlerinde görmüştüm. Fakat gece uhrevî bir âlemmiş. Bu ramazan gecesi, terâvih kılınırken, çarşıdan geçtik. Eyüb’e hürmeten tavla ve kâğıt oynatmayan o küçük kahvelerin keyif, tönbeki ve miskten mürekkep sâkin bir neş’esi vardı. Yol üstünde Sokullu türbesinin pencerelerinden baktık. Avrupa’nın göbeği sayılan bir toprakta, hıristiyan doğduktan sonra, İstanbul’da dünyanın en büyük saltanatım idâre ederken müslüman olarak şehid düşen bu büyük insan, bütün hânedâniyle bu ışıklı türbede istirâhat ediyor; kendi tabutundan; kapıya kadar boy boy giden erkek ve kadın tabutları, Kâbe’ye müteveccih yatıyorlar, pencereden bakarken önümde bir terâvih kılınıyor sandım.
Sonra câmi’e gittik. Bahar, ramazan, gece, namaz vakti, fazla olarak yağmurdan sonra serin bir saat; bu muhite anlatılmaz bir renk vermiş; o ışıklı avlu, o bin senelik çınarlar gölgesi. Yer altında bir türbede yatan Çifte gelinler’i görmek için çömel- dik yerle beraber olan pencereden bakdık. Mumlar yanıyor; Çifte gelinler’in tabutları tellerle bezenmiş, ölüme kardeş gibi kolkola girmiş olan bu kızlara bakarken, gözler gayr-ı ihtiyârî doluyor; Türk rûhu burada genç kızlığın uhrevi şiirini yaratmış.
Sâhibmakaam olan Eyüb gecenin bu saatinde, haremine çekilmiş bir pâdişâh gibi mahfî, pencereleri kapalı, yalnız etrâfında yatan Fâtih adamlarından iki ihtiyar gaazînin türbeleri ışıklı, onlar, ramazanı rûhânî bir keyifle hissediyorlar; ikisinin de mumlan yanıyor; pencereleri açık.
Câmiin haremi namaz saatinin hürmetiyle sessiz. Terâvih kılınıyor. Kapısına kadar kesîf bir cemâatle dolu olan câmîden, zaman zaman, müezzinlerin gür, pürüzsüz, berrak sesleri taşıyor; sonra muhit yine sakinleşiyor; yine aynı sesler, daha yüksek bir vecidle yükseliyor, yine rûhânî bir sükût oluyor. Namaz bir ses feyezâniyle bitti. Ondan sonra İlâhîler coştu. Bu cemâat bir şevk saati geçiriyordu.
Kalbimiz yıkanmış gibiydi. Haremden çıktık. Eyüb’ün bu saatini hiçbir zaman unutamayacağım.
IV
Defterdar’da Semâ’î Kahvesi
Defterdar’da Semâ’î kahvesine gittik. Caddeden denize giden büyük meydan saz ve sesle dolu. Ağaçlardan al al bayraklar sarkıyor. Semâî kahvesi bu muhitin göbeğinde. Kahvenin önünde, ağaçlar altında bir masanın etrafına oturduk. Eski İstanbul’un lehçesinden şetaretine kadar bütün rûhuna vâris olan tabiler sesleriyle ortalığı çınlatıyorlar; çayı; kahveyi; nargileyi; ağaçlar altında kahve ocağına sürekli bir nağmeyle ısmarlıyorlar, bir tulumbacı çalâklığiyle etrafda dönüyorlar. Sekiz on çay kadehini bir tepside iki parmak üstünde getiriyorlar. Burada eski İstanbul canlı bir levha gibi.
Kıranet, tîz ve yanık sesiyle bir taksim tutturdu. Kâğıthane dörtyüz senelik hâtıralariyle hava hâlinde esiyor. İnsan dinledikçe mâzîye karışıyor, rûh bir çocuk sevinciyle ürperiyor, çifte nâra ve darbuka ile artık Türk şevki içinde kayboluyor.
Dîvan okunmağa başladığı zaman vecdimi zabtedemedim. İki genç arkadaşla kahvenin içine girip, orada herkesle beraber küçük iskemlelere oturarak dinlemek hevesine kapıldık, girdik kapı yanında oturduk.
Külhânbeyi, bıçkın, çapkın, tulumbacı, kabadayı hâsılı Türk İstanbul’unun bütün bu şen unsuru burada. Kahve lebâleb dolu. Tavan ve duvarlar donanmış, bayraklar, bayraklar, bayraklar, binlerce küçük bayraklar, renk renk fenerler, bir tarafta Türklüğün kahramanı Mustafa Kemal’in resmi; bir tarafta Türklüğün cihan pehlivanı Kara Ahmed’in resmi. Bütün bu kabadayı halk terbiyeli, vakur, sâkit. Beni ve arkadaşlarımı yabancı hissettiği halde hiç istifini bozmuyor. Yalnız arada sırada, kıranet’le çifte nâranın kalbimize verdiği şevkin tesirini yüzümüzde gördükçe, göz ucuyla bakıyor, bizi külhanbeyliğinin mânâ ile dolu sevimli bir bakışıyle süzüyor.
Dîvandan sonra semâ’îye sıra geldi. “Ayrancı” okuyordu. Sesinde bir yanık kokusu olan bu yaşlı şehir çocuğu Mekteb-i Hukuk’dan me’zunmuş! Mektepten çıktıktan sonra kendi keyfine göre semâ’î okuyabilmek için semt olarak Kâğıthâne civârını ve sanat olarak ayrancılığı tercih etmiş. Tanıdığım hukukşinâslar bu şen adamdan daha bahtiyâr değildiler.
O ağaçlardan, o al bayraklardan, o tâbî, kıranet çifte nâra ve semâ’î seslerinden ayrılırken, dâimâ muhâfaza edeceğimi tahmin ettiğim bir hâtırayı iyi seçebilmek için durdum. Belki son semâ’î söylenen yer olan o kahveye bir daha dikkatle baktım.
1 Bu yazı ilk defâ, 10 Mayıs 1922 târihli Tevhîd-i Efkâr Gazetesi’nde neşredilmiştir.
KAYNAK: Azîz İstanbul, 1000 Temel Eser, s.165-170.