Başbuğ Türkeş’in Tavsiye Ettiği Kitaplar-1
Zağra Müftüsünün Hatıraları
-Tarihçe-i Vak’a-i Zağra-
Halim Kaya
23.02.2021
Uzun yıllardır Başbuğ Alparslan Türkeş’in gençliğe şu üç kitabı okumalarını tavsiye ettiğini bilirim.
Birinci kitap Mehmet Arif Bey’in yazdığı “93 Osmanlı – Rus Harbi ve Başımıza Gelenler”, ikinci kitap Hüseyin Râci Efendinin yazdığı “Zağra Müftüsünün Hatıraları -Tarihçe-i Vak’a-i Zağra-”, üçüncüsü ise Eric Hoffer ‘in yazdığı “Kesin İnançlılar” kitapları. Ben de bu tavsiyeye uyarak Mehmet Arif Bey’in yazdığı “93 Osmanlı – Rus Harbi ve Başımıza Gelenler” kitabını Başbuğun tavsiye ettiği bilgisini aldığım 1987 yılında okumuştum.
Şimdi de ikinci kitap olan Hüseyin Râci Efendinin yazdığı “Zağra Müftüsünün Hatıraları –Tarihçe-i Vak’a-i Zağra”yı okumaya başladım. Ama şunu söyleyeyim, ilk başta Başbuğun bu iki kitabı tavsiye etmesinde gayesinin sadece gençliği uyandırma olduğunu düşünüyordum. Fakat daha kitabı elime alıp incelemeye başladığımda bu iki kitabın da 1877-1978 Osmanlı-Rus Savaşını yani “93 Harbini” ilgilendirdiğini, yani aynı zamanda bir komünizme karşı da bilgilendirme gayesi de güttüğünü anladım. İkinci gayesi de konunun lokal olarak, sadece ülkenin doğusunu ilgilendiren bir problem olmadığını, problemin ülkenin batısını da ilgilendirdiğini bütün vatanın tehlikede olduğunu zımnen göstermek istediğini keşfettim. Yani bu iki kitabı okuyan bir Türk genci Komünizmle mücadele ederken bütün vatanın tehlikede olduğunu, düşmanında bütün Türklerin ezeli ve ebedi düşmanı Ruslar olduğunu görecekti.
***
Zağra Müftüsünün Hatıraları
Elimizdeki okumaya başladığımız kitabı M. Ertuğrul Düzdağ yayına hazırlamış. İz Yayıncılık tarafından 2018 yılında 7. Baskı olarak basılmış. Kitabın Giriş bölümüne M. Ertuğrul Düzdağ tarafından Yazar Hüseyin Râci Efendi’nin hayatı ve Eserleri hakkında geniş bir bilgi eklenmiş. Asıl kitap ile ilgili yayıncının ve yazarın önsözlerinden sonra Birinci Kısım “Tarihçe-i Vak’a-i Zağra” yer alıyor. Birinci Kısım ise Tarihçe-i Vak’a-i Zağra başlığı altındaki dört fasıldan oluşuyor. Bu fasılların başlıkları da “Ruslar Geliyor”, “Rus İşgali Altında”, “İşgalden Kurtuluş ve Hicret Faciaları”, “Bulgar Mezalimi”nden oluşmakta, her fasıl başlığı altında da alt başlıklar yer almaktadır. Son Söz kısmı “Neden Mağlup olduk?” başlığı altındaki farklı başlıklardan oluşmakta ve birinci kısım Lahika ile bitirilmektedir.
İkinci Kısım “Hercümerc-i Kıt’a-i Rumeli” başlığı altındaki iki bölümden oluşmakta ve bu bölümler sırası ile “Askeri Harekâta Dair”, “Rusya’nın Şıpkadan Tecavüzü” başlıklarından oluşmaktadır. “Askeri Harekâta Dair” başlığından sonra alt başlıklar yer alırken “Rusya’nın Şıpkadan Tecavüzü” başlığından sonra “Karakışta Göç Faciaları ve Müslüman Soykırımı” ikincil bir başlıktan sonra alt başlıklardan oluşmaktadır.
Üçüncü Kısım “Hicretname” başlığı altındaki iki alt başlıktan oluşmaktadır.
M. Ertuğrul Düzdağ kitabı yayına hazırlarken Yazar Hüseyin Râci Efendi’nin oğlu Topçu Mümtaz Binbaşılarından Necmi Raci’nin 1910 yılında yazdığı “1293 Osmanlı-Rus Seferleri Fecayi’i Hatıratımdan” adlı kitabının “Neler Çektik?” bölümü eklenmiştir. “Neler Çektik?” tarihi olayları anlatan manzum bir bölümdür. M. Ertuğrul Düzdağ tarafından sadeleştirilmiş ve günümüz Türkçesine aktarılmış, karşılıklı sayfalarda yer almıştır.
Kitabın sonuna M. Ertuğrul Düzdağ tarafından “1293 (1877-1878) Osmanlı-Rus Harbi’ne, Rumeli Müslümanlarına ve Göçlerine Dair Bazı Eserler” bölümü eklenmiş ve İndeks kısmı ve o günlere ait resimler ile 344 sayfada tamamlanmıştır.
Ayrıca M. Ertuğrul Düzdağ kitaba dipnotlar ekleyerek konunun anlaşılmasını kolaylaştırmıştır. Ancak bu durum, asıl kitap olan Yazar Hüseyin Râci Efendi’nin yazdığı “Zağra Müftüsünün Hatıraları–Tarihçe-i Vak’a-i Zağra” kitabının okuyucu tarafından M. Ertuğrul Düzdağ’ın algıladığı şekilde algılanması tehlikesini de doğurmaktadır. Yine de okuyucu bu kitabı okumakla üç farklı yazarı birlikte okuyacak bugünden düne bakma şansını da yakalamış olacaktır. M. Ertuğrul Düzdağ kitabın 1877 Ekim-Kasım ayları arasında yazıldığını ve daha basılmadan yazılan sayfaların istinsah yoluyla çoğaltılarak elden ele okunduğunu, daha sonra eserde kendisi bazı düzenlemeler yaptığını ve esere son şeklini vererek oğlu Binbaşı Necmi Raci’ye bıraktığını yazmaktadır. Ayrıca Binbaşı Necmi Raci’nin babası Hüseyin Râci Efendi’nin kendisine bıraktığı kitabın üzerinde devrin siyasi hassasiyetine uygun düzenlemeler yaparak 1910 yılında bastırdığını 7 numaralı dipnotta ifade etmektedir.
M. Ertuğrul Düzdağ’ın sayfa 35’deki 11. No’lu dipnot da övgü ile bahsettiği kişinin ömrünün son deminde Atatürk’e olan muhalefeti hakarete dönüştüren ve Kurtuluş Savaşı hakkında kamuoyuna mal olan “Keşke Yunan kazansaydı” gibi sözünün bu sözden önce yazdığı bütün müspet işlerini olumsuz kıldığını düşünmekteyim ve M. Ertuğrul Düzdağ’a katılmıyorum. Mehmet Arif Bey’in yazdığı “93 Osmanlı – Rus Harbi ve Başımıza Gelenler”, ve Hüseyin Râci Efendinin yazdığı “Zağra Müftüsünün Hatıraları –Tarihçe-i Vak’a-i Zağra” adlı iki kitabını yayına hazırlamış, Balkan Bozgunu’nda bu işe Yunan’ın da katılmasıyla yaşanan zulümleri bilen ve bu kitabında dipnotlarda anlatan birisinin hala “Keşke Yunan kazansaydı” sözünü sarf eden birine övgüsü kendisiyle çelişmektir. İslam anlayışında insanın son beyanı esastır ve Allah huzurunda ki hesabını son hali üzere verecek olması gibi bu kişinin millet nezdinde ki hesabının da son beyanı üzerinden değerlendirilmesi gerektir.
Balkan Savaşları üzerine de çeşitli hatırat ve tarih kitapları okumaları yapmış biri olarak 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşından 1912 Balkan Bozgununa kadar geçen 35 yılda hiçbir tedbir alınmadığı ya da alınan tedbirlerin yetersiz kaldığı bu 1877 Ekim-Kasım ayları arasında yazılan ve daha basılmadan yazılmış sayfaların istinsah yoluyla çoğaltılarak elden ele dağıtılarak okunan “Zağra Müftüsünün Hatıraları –Tarihçe-i Vak’a-i Zağra” ve Mehmet Arif Bey’in yazdığı “93 Osmanlı – Rus Harbi ve Başımıza Gelenler” kitaplarına rağmen Osmanlı Devlet adamları tarafından hiç ders çıkarılmadığının ya da çıkarılan derslerin gerekli tedbirleri almaya yetmediğinin acı ispatı ve göstergesi olmuştur.
M. Ertuğrul Düzdağ’ın kitabın tesiri ve yankıları bölümüne Yahya Kemal Beyatlı’dan alıp koyduğu “Yahya Kemal Beyatlı’nın Tarihçe-i Vak’a-i Zağra İçin Yazdıkları” bölümünde Yahya Kemal “Tarihçe-i Vak’a-i Zağra’yı Falih Rıfkı gibi Türk Nasirlerine gösterdim: Onlar benden ziyade hayran oldular. Bu kitap Türklerin vatan edebiyatında en samimi, yüksek bir şaheseridir… Onun içinde okunmaz!” dediklerini ifade etmiştir.
M. Ertuğrul Düzdağ sayfa 37’deki 13. No’lu Dipnotunda Yahya Kemal ve Arif Nihat Asya Yazar Hüseyin Râci Efendi’nin “Aziz-i kavm idik a’dâ zelil kıldı bizi” mısrasını “Aziz-i vakt idik… A’da, zelil kıldı bizi.” olarak kullandıklarını bu şekilde söylenmesini tercih ettiklerini ifade etmektedir. Ne maksatla bu şekilde kullanmayı tercih ettikleri hakkında bir malumat yok, ancak mısranın şairinin de bir din adamı olduğunu da ayrıca eklemek gerektiğini düşünüyorum. Çünkü günümüz akl-ı evvellerinden bazılarının “kavm” kelimesinden bile imtina edecek belki sözlükten çıkarılmasını isteyecek kadar dar düşüncede olabileceklerini düşünüyorum.
“Moskova’daki fesat ocağı” Osmanlı imparatorluğunun Avrupa topraklarına Panislavizm düşüncesiyle göz dikmiş ve Karadağ, Girit, Tuna Vilayetleri, Eski Zağra ve Otluk Köyünde isyanlar çıkardığını ifade eden Hüseyin Râci Efendi bu Rus rüzgârına “Türk Mezalimi” (69) diye haykıran Avrupa’nın da isyanlara yardım edercesine sessiz kaldığını söylemektedir. Bu günde bütün Batı ülkeleri demokrasi havarisi kesilmiş, bölmek parçalamak istedikleri ülkelerde insan hakları, azınlık hakları, homoseksüellik hakkı gibi haklar ileri sürerek karışıklıklar çıkarmakta bu bahaneler ile bölücü terör örgütlerini desteklemekte, dayandıkları üstün askeri güçlerinden destek alarak aşikâr silah desteği sağlamaktadır. Son üç yüz yıldır gerilememizin, toprak kaybımızın tek sebebi aydın kesimin bölünmüşlüğü ve yanlış teşhis ve hatalı politikalarının yanında korkak aydın zümresinin milletinin samimiyetinden cesaret almak yerine düşmanın üstün gücünden çekinerek hareket etmesidir.
Hüseyin Râci Efendi’ye göre Tuna nehri kumandanı Hüseyin Avni Paşanın görevden alınarak (S:72) İstanbul’a çağrılması ve yerine Arif Paşanın atanması sırasında savaş ilan eden Rusya askerlerini Tuna’dan geçirmesi ve her iki yanına asker yerleştirmiş yeni atanan Arif Paşanın görev yerine gelememesi, gelmesinin uzaması, Tuna nehrinden donanmanın yardımını önlemiş, Tuna nehrindeki donanmanın da hareketine engel olmuş oldu. Sanki “Dereyi geçerken at değiştirilmez.” atasözümüzün ifade ettiği mana Rusların savaş ilan edip Tuna’dan geçeceği zaman ordu komutanları değiştirilerek yaşanmış. Cepheden uzak olan bakanlık cephe komutanı baypas ederek orduya müdahale etmesi, ordu serdarını dinlememelerine yol açmış ve itaatsizlik dolayısıyla orduda oluşan bozuk düzen yüzünden ordumuz başarısız olmuştur. Sık sık plan değişikliği, savunma için yerleşmiş askerlere lüzumsuz yer değiştirilmesi, çok başlılık, liyakatsiz ve savunacakları yerleri tanımayan komutanlar, askerin mevsim şartlarına göre donatılamaması, lüzumsuz terfiler ve komutanların terfi çabaları dolayısıyla yanlış yapmaları başarısızlığın diğer sebepleriydi.
M. Ertuğrul Düzdağ Mukaddime bölümünün 9. dipnotunda Hüseyin Râci Efendi’nin bu kısmı divanı harpte yargılanıp suçlu bulunan iki başkumandanın Süleyman Paşa ile Abdulkerim Nadir Paşa’nın verdikleri bilgiye dayandığını ve bu başarısızlığın günümüzde her siyasi fırka tarafından farklı yorumlandığını ifade etmektedir. Bu günden baktığımızda ise torpil ve rüşvetle terfi, liyakatsiz, yandaş, yağcı insanların görevlere atanması, yeterli ve zamanında istihbarat yapılamaması, düşmanı yanıltıcı savaş hilelerinin uygulanmaması, durumu olduğu gibi anlatanlara güvenilmemesi ve dolayısıyla tedbir alınmaması, neticenin doğru okunması, yorumlanması konusunda bile hala ittifak edememek en büyük problem olsa gerek.
93 Harbinde Bakanlarda bulunan Bulgarlar Türk milletine ihanet etmiş hatta Rusları Türklere kışkırtmak için sahte haberler üretmişler. Devleti hizmeti geçtiği için rütbe verdiği “Hacı” lakaplı Bulgarlar birden bire Rus taraftarı olmuş ve Türkler aleyhine faaliyet göstermeye başlamışlardı. Rusların tercüman olarak kullandığı Bulgarlar Türklerin cevaplarından ziyade Rusların kızacağı şekilde cevaplar vererek sanki Türkler söylüyormuş gibi ortamı germeye çalışmışlardır. Yahudiler ise genç Yahudilerden oluşturdukları grup ile Türk askerine erzak gönderdikleri gibi bulundukları yerlere gelen Türk askerlerine su ve yiyecek vererek karşılamışlardır.
Hüseyin Râci Efendi’nin gözlemlediği zengin ve konak sahibi “Emin Paşa” adında biri toplumdan itibar görmesine ve devletin çok yakın bir zamanda “mirliva”lık rütbesi verildiği halde Rus ve Bulgarları koruyup kolladığı hatta Bulgarlara ve Rus Kosaklara (KOSAK= Hiristiyan Rus çapulcu, vahşi, cani ve yağmacılar )beygir ve silah temin etmeyi tercih ettiği, halkın savaştan hemen önce ordu ve millet hizmetinde kullanılmak için bütün kasabadan toplanan sekiz on beygir bulunamamışken Moskof istilasında yedi yüzden fazla binek ve araba hayvanı toplandığını görmüş, halk devletine vermediğini Moskof’a verdiğini söylemektedir.
Vatanın savunması bir tek askere bırakılamaz. Vatan savunması topyekun bir savunmadır ve asker sivil herkese görevler düşer. Sivil insanlardan silahlı kuvvetler, silahlı milisler oluşturulup işgal zamanında harekete geçirmek gerektiği 93 Harbi ile Balkan harbinde bu acı ile tecrübe edilmiştir. Asker sivil müşterek bir savunma planı her karış vatan toprağı için bulunmalıdır. Kurtuluş savaşında sivil milislerin faydasın görmüş, düzenli ordu kurulana kadar yer yer düşmanı durdurmanın daha ilerisinde başarılar kazanmışlardı. Düzenli ordunun ve devletin yapamayacağı işleri bu milisler eliyle yapmak hata kısasa kısas hesabından karşılık vermeleri içerideki hain taifesinin cesaretini kıracaktır. Tarihimizde sivillerin devlet adına yapıp çok beladan milleti kurtardığının örnekleri bir hayli fazladır.
Savaş sırasında şehirlerin terk edilmesinin önlenmesi ve sivil halkın korkutulmasına, panik yapmasına sebep olacak açıklamalar yapanlar şiddetli cezalandırılmalıdır. Ayrıca düşmanla işbirliği yapacak azlıkların bütün irtibat noktaları kontrol altına alınarak ihanetlerine fırsat verilmemelidir. Gerekirse düşmanla temas edecekleri bölgelerden daha başka yerlere ikamete mecbur tutulmaları gerekir.
“Veysel Paşa livasının Ciğersöken tepesini tutarak Ilıca yolunu kestiğini ve düşman avlamakta olan muavinlerin ay yıldızlı sancağının şehrin kenarında dalgalanmaya başladığını görünce, gönlümüz şad oldu.” (S:158) Kaç gündür işgal altında ve bir evde toplanarak esir alınmış, çeşitli hakaretlere ve her kendilerine yapılan hareket sonucu tehdide maruz kalmış ekâbir tayfası esir tutuldukları konaktan Türk Ordusunun ay yıldızlı sancağını tepelerde dalgalanırken görünce kurtuluş ümitleri canlanıyor. Türk ordusu şehre girmeye başlayınca “Eski Cami-i Şeriften ve az sonra Kalın Cami minarelerinden Ezan-ı Muhammedi okundu. Düşman çanlarına ot tıkıldı.” (S:160) Şehrin yeniden fethedildiğini ilan ve Müslüman halka sükûnet vermek için camilerden ezanlar okunmuş, ancak çanlara ot tıkılması mecazidir. Çan çalınmasının terk edildiğini ifade etmektedir. Çünkü şehir henüz tamamen teslim alınmamış, hala kaçışan Bulgar çeteleri ve Koşaklar sokaklarda ezanlar okunurken kendilerini kurtarmaya çalışmakta olduklarını canlı gibi tasvir ederek gözlerimiz önüne sermiştir yazar Hüseyin Râci Efendi. Türk askeri Hükümet konağı önüne gelmiş ve esir tutulan Türkler kurtulmuş “Merdiven başında dostlarla sarmaşarak ve meserret gözyaşları dökerek ıyd-i ekber (Büyük Bayram) eyledik. Ve ‘Müslümanlara izzet, nusret ve zafer lütfeden Allah’a şükür’ Hamdi ile selamete can attık.” Millet sevinçten bayram etmiştir.
M. Ertuğrul Düzdağ’ın 164. Sayfadaki 6. dipnotta Basiret Gazetesi sahibi Ali Efendinin cephelerde yaptığı gözlemler sonucu Sultan Abdulhamid’e sunduğu Lahiya’sından alıp eklediği bilgilere göre Osmanlı askerinin moralinin yerinde olduğu, henüz cepheye gönderilmemiş askerlerde savaşan askerlere karşı bir imrenme olduğu, cephelerdeki askerlerin de düşmanın yakınlarına attığı top güllelerinin patlamasında hiç endişe duymadıkları, herkesin işleriyle meşgul olduğu ve hatta bir kısmının istirahat halinde olduğundan uykusuna devam ettiği bilgisini vermektedir. Bu da gösteriyor ki başarısızlığın sebebi er düzeyindeki askerler değil onu sevk ve idare edemeyen üst rütbeli komutanlar ve liyakatli komutanları bulup görevlendiremeyen siyaset erbabıdır.
“Hâlbuki kendi halinde ve hanesinde oturan, kat’iyen karşı koymaya hazırlanmayıp, tamamen teslim olan Müslümanlar ve bilhassa çocuklar, şehrin kenarında, vahşiyani sopalarla öldürülüp, cesetleri kuyuya istif edilmişti. Her şeyden elçekmiş yatan mevtalarımızın, beş yüz senelik mezar taşlarını kırarak, kemiklerini (mezarları) kazıp çıkarmışlardı. İbadet hanelerimiz hakaret edip, taassup ve hırçınlıklarından on dört minare ve camimizi yıkıp yerle bir etmişlerdi.” (S:166) Bu vahşeti yapanlar teslim olmayan ve Türk askerine kurşun sıkan kişilerin “Üç yüz kadar düşman, Yeni Kilise’ye sığınarak teslim olmamakta inat ettiler. Nasihat etmeye gidenlere kuşunla mukabele edip, kuvvetlerine güvendiler… İslam askeri mecburen top danesi ile hepsini telef etti. Geri kalan bu gibi muhalifler de temizlendiler.”(S:166) direndiği için de vurulduğunu ancak Bulgarlar kitabın yazıldığı zamanlarda “Bu kilisede, anlatıldığı şekilde telef olanların kemikleri, yakın zamana kadar konsolos ve sair ecnebilerden Zağra’ya gelenlere gösterilir, Türklerin barbarlığına şahit tutulur idi.”(S:166) bu olayı anti propaganda için kullanmışlar, kendilerini de masum, mazlum göstermeye çalışmışlardır.
Hüseyin Râci Efendi’nin tespit ettiği, düşman Bulgarların yalan haberleri ve Ruslara ve Avrupa ülkelerine olmayan olayları olmuş gibi aksettirmeleri, savaş sırasında düşmanı takip edecek kovalayacak süvarilerin söz dinlemesi, yağmaya dalması, idarelerin ve idarecilerin yetersizliği, yine yanlış haberlere itibar eden halkımızın göç ederken geride kalan Türk ve Müslüman ahaliye zarar verip ev ve bağ bahçelerini yakmaları, ordu komutanlarının sıhhatli ve güvenilir istihbarat yapmadan dedikodu ve karşı istihbaratın ürettiği bilgilerle hareket etmesi ve orduyu başka bir yere nakledeceği hususunda erken açıklama yapması, yöneticiler arasındaki çekememezlik ve fitne, Türklerin arasında devletin ve halkın itibar edeceği savunma için halka önderlik edecek sivil önderlerin olmaması gibi sebepler daha yazının başlarında yaptığımız tespitlere ne kadar benziyor.
10 günlük Rus işgalinde Zağra’da 1500 kişi köylerde 1800 kişi Rus ve Bulgarlar tarafından eziyetler edilerek öldürülmüştü, tüfek kurşunu ile ölmek en hafif ölümdü. Camiye ve mektebe yüz on kişi, samanlığa yüz iki kişi doldurularak etrafına çalı çırpı yığıp yakacaklarını anlayıp ta kaçanları kurşuna dizmek, gerisin geri samanlığa doldurup çalı çırpıya gazyağı dökerek ıslatıp yakarak içerdekileri canlı canlı yakmak, yanarken “Kebap pişiriyoruz!” (S:184) diyerek dalga geçmek, bebeleri öldürmek akla hayale gelmeyecek daha nice ölümler. Kadınların canlı canlı göğüslerini keserek kanla elini yıkayan din adamı kisveli papaz ve daha niceleri. Hatta Karlıovada bir Pazar ayininde papaz cemaate hitaben “Bu güller Müslüman çocuklarının kanlarıyla sulanmış kilise bahçesindeki bir gülün kırmızı çiçeğidir.” (S:193) diyerek elindeki gül demetini gösterebilmiştir. “ İstila sırasında Debbağhane mahallesinden Gülaptanoğlu’nun derisini, demirci Bulgarlar, dipdiri yüzmüşlerdir! Biçarenin, başının derisi omuzlarına indiği sırada iki tarafına başını salladığını, bu halini gören Sağır Emine adındaki hatun naklediyor.” (S:188)
Hüseyin Râci Efendi “Bulgarların Müslüman vatandaşları hakkında reva gördükleri mezalimin burada ancak yüzde onu yazılabilmiştir.” (S:193) daha nice hadiselerin yaşandığını ve aktaramadığını ifade eder. Hüseyin Râci Efendi buna sebep de Kırım harbinden beri Bulgarlara intikam duygusunun empoze edilmesini sebep gösterir. Bütün zulmü Rus, Sırp, Ulah [Eflak, Romen] askerleri ve orada yaşayan Bulgarlar yapmıştır. M. Ertuğrul Düzdağ ve bizim tespitlerimizle bunlara Balkan savaşlarında Yunanlılarda katıldıkları anlaşılmaktadır.
Ordudaki itaatin azaldığından yakınan Hüseyin Râci Efendi bunu şu “Sonraları bu askeri itaat kalkarak, müşir maiyetindeki zabitlerden herhangi birisi, istediği gibi, Yıldız ile haberleşir, yalan yanlış haberler vermeye kadar çıkışır oldu” (S:206) cümleleriyle ifade etmiştir. Burada merhum Dündar Taşer’in Alparslan Türkeş yerine neden sen genel başkan olmuyorsun diye soranlara “Türkeşin yanlışı benim doğrumdan daha doğrudur” diye cevap verdiği gibi askerlerimiz olmalıdır. Devletin tepesindeki yöneticinin sıfatı ne olursa olsun ordunun hiyerarşik düzenini bozacak hiçbir girişimde bulunmamalı, alt rütbeli kimselerle görüşüp bilgi alıp emirler vermelidir. Doğrudan teması ordunun ilk komutanıyla kurmalı bilgileri ondan almalı ve ona emirlerini iletmelidir. İstihbarat toluyla gelen bir bilgiden haberi yoksa yine komutana istihbarat iletildikten sonra tedbir almasını istenmeli veya kendilerinin öngördüğü tedbir iletilmelidir.
Hüseyin Râci Efendi “Hâlbuki milli ahlakı bozulan milletlerin mahv ü inkrazını tarih bize haber veriyor” (S:208) diyerek milletin ahlakının bozulduğunu dinsizlik, kumar, içki ve fuhşun artığını, tembellik ve kaygısızlığın her insanın sıfatı olduğunu ayetlerle destekleyerek uzun uzun anlatır. Tam burada M. Ertuğrul Düzdağ Balkan ve Kurtuluş savaşını yaşamış Merhum Şair Mehmet Akif’in;
“Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır;
Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır.”
ve
“Fakat, ahlâkın izmihlâli en müdhiş bir izmihlâl;
Ne millet kurtulur, zîrâ, ne milliyyet, ne istiklâl.”
mısraları ile başka mısralarını dipnot olarak koymuştur. Aralarındaki zaman farkına rağmen iki Osmanlı aydını Ahlakın kaybedilmesi tehlikesine dikkat çekmişler ve Ahlakın kaybı ile dünyanın da Dinin de kaybedileceğine işaret etmişlerdir.
Zağra Müftüsü Hüseyin Râci Efendi’nin kendi yazdığı kitabı baskıdan önce gönderdiği Zağra Orduları başkumandanı olan Süleyman Paşa’nın mektupla verdiği cevap ile Abdi Paşanın Layihasına istinat ederek eserinde değişiklik yaptığı ve daha sonra oğlu Necip Raci tarafından da eserde düzenleme yapıldığı ve Hüseyin Râci Efendi orijinal kendi yazdığı eseri olmadığı gerekçesiyle eserin 1973 yılındaki M. Ertuğrul Düzdağ düzenlemesiyle yapılan 1. Baskıdaki elli sayfanın 1990’dan sonra yapılan ikinci baskıdan beri bu elimizdeki baskıda dâhil konulmadığı ifade edilmiştir. Bu hak kitabı her ne kadar kendisi basmayıp oğlu Necip Raci basmış olsa da Zağra Müftüsü Hüseyin Râci Efendi’nin yazdığı esere bir müdahaledir. Çünkü yazar kitabını farklı kişilerin fikirlerini alarak düzeltmiş ve bu baskıyı uygun görmüştür. Onu adına karar vermek okuyucuyu bir doğrultuda yönlendirmeye çalışmaktır. Kendisi Süleyman Paşa’yı suçlu görmesi dolayısıyla kitaba yaptığı müdahaleyi haklı kılmaz. Kaldı ki 1973 baskısında bu elli sayfayı koymakta bir sakınca görmemiştir. O zamandan bu zamana M. Ertuğrul Düzdağ ne değişmiştir ki bu değişikliği yapmıştır. M. Ertuğrul Düzdağ kitabın üzerinden tarihle ve Necip Raci, Süleyman Paşa gibi kişi ve kendisini tasvip etmediği bir kesimle hesaplaşmaktadır. Sanki Süleyman Paşaya bir oto sansür uygulanmıştır.
Zağra Müftüsü Hüseyin Râci Efendi o zamanlar İngiltere’de faaliyet gösteren İslam muhacirlerinin kurduğu “Şefkat-i Osmaniye” adlı cemiyetin yayınladığı kitaptan alıntı yaparak yazan “England” adlı gazeteden kitaba aktarır ve 1877-1878 Rus savaşındaki vahşeti yazarken bu kitapla İngiliz halkının vahşetin büyüklüğüne inandığını ve bu savaşın “Asya’yı tahrip eden Cengiz Han ve Timurlenk zamanından beri böyle bir tahrip vuku bulmamıştı” (S:229) dediğini ve Rus “İmparator, nutuklarında, muharebeye, bir Ehl-i Salip [Haçlı Savaşı] muharebesi şeklini verip, Rus generalleri dahi Müslümanları Avrupa kıtasından çıkarmak fikri ile her türlü mezalime girişmişler” (S:231) hatta ellerinden silahlarını aldıkları Müslüman Türkleri Koşak ve Bulgarlara teslim ederek işkencelerle öldürülmelerine sebep olmuşlardır. Deyli Telgraf gazetesi muhabirinin gördüklerini anlattıktan sonra “Osmanlılar ise milli hislerinin heyecanı sırasında bile mutaassıpça hareketlerde bulunmayıp, Bulgarları lekeleyen vahşiliklere karşı, merhamet ve insaniyeti asla terk etmemişleridir.”(S:233) dediğini de aktarır.
Zağra Müftüsü Hüseyin Râci Efendi “Hicretname” adıyla yazdığı Manzum tarihinde elem verici olayları ölçülü şiir olarak dile getirmiş, gelecek nesillere aktarıp anlatmıştır. Bizim tarihimizde “Destan” denen manzum hikayeler vardır. Yerel şairler daha yakın zamanlara kadar 1970-1975 gibi çevrelerinde vuku bulmuş çeşitli olayları destan olarak yazar bir kağıda bastırır, kasaba kasaba pazar yerlerinde bazen şiir olarak bazen de makam ile okuyarak, teybin hayatımızda yer almasıyla birlikte teypten okutarak ücret karşılı basılı şiiri halka satar, çevreyi de bilgilendirmiş olurlardı. Zağra Müftüsü Hüseyin Râci Efendi’nin “Hicretname”si halk arasındaki destancıların ki kadar basit olmasa da bize tarihimizden haber verip günümüz insanını bilgilendirdiği için destan türünü de andırmaktadır. “Yalın ayak, çıplak ve açlık ile / Yollara düşmüştü sabiler bile” çocukların aç, yalın ayak, çıplak olarak “Attı kucaktan çocuğun anneler / Kaldı kar üstünde o dür-daneler” anaların çocuklarını taşıyamayarak karlar üzerine bırakmak zorunda kaldığını “Düşmen-i bî-din ise ta’kib eder /Bulduğu ma’mureyi tahrib eder” dinsiz düşmanın köyü kenti yakıp yıkarak tahrip ettiğini “Seddi harab eyledi Ye’cûc bu kavm /Kıldı bütün alemi meflûc bu kavm” (S:246) bu düşmanların Çin Seddini yıkan Yecüc ve Mecüc taifesi gibi olduğunu anlatır.
Her ne kadar özelleştirilmiş tren yollarının müsebbibi yokmuş gibi o gün ki devlet yönetimini koruma içgüdüsüyle hareket etmiş olsa da M. Ertuğrul Düzdağ, Zağra Müftüsü Hüseyin Râci Efendi “Edirne’den Sirkeci’ye dinle sen / On iki saatte gelirken tren, Gelmez idi haftada bile buyol / Yollar ise meyyit idi sağ ü sol” (S:248) önce trenlerin hicret eden yolcuları parası yok diye taşımadığını, hükümetin ücrete ve diğer masrafları karşılayacağını bildirmesi üzerine de Edirne Sirkeci arasını daha önceleri 12 saatte gidip 12 saatte gelen trenlerin haftada bir gidip gelmeye başladığını ve yavaş gittiklerini taşıma yapıyormuş gibi yaptıklarını söylüyor.
Zağra Müftüsü Hüseyin Râci Efendi “Hicretname” adlı Manzum tarihinde anlatmaya devam eder. Hicret edenler önce bazı yerlere yerleştirilir, kimi muhacir içinde oturan ev sahibine sormadan aynı eve yerleştirilir, başlarda herkes yardım eder ancak zamanla devletin imkânları yetişmez, yardım dağıtmada aksaklıklar olur, intiharla vuku bulur, muhacir ile mukim arasında karşılıklı hakaretler olmaya başlar devlet adamları ilgilenmeyi bırakır, dişlenenler görülür, evlerden muhacir kiracıları çıkaranlar olur, çocuklar zenginlere evlatlık verilir, hicret ederken getirilen bi kaç kuruşluk mal mülk satılır hepsi tüketilir fakr-u zaruret içindeki insanlar gün akşama kadar aç susuz başıboş şehirde dolaşır. Toplumda karşılıklı düşmanlıklar başlar. Organizasyon yetersizliği ve bozukluğu toplumda huzursuzluğu körükler.
“Devleti millettir eden pür-şükûh /Milleti teşkil eden bu gürûh., Milleti hor görme a devletlü sen / El, ayak olmazsa ne işler beden” (S:268) muhacirlerin devleti meydana getiren millet olduğunu onların hakir görülmemesini, el ayak olmazsa devletin hiçbir iş yapamayacağını haykırır.
“Şi’r efsane kıyas etme bunu/Haber-i sıdk ne muhtac-ı delil., Eyledim terk nice fıkrayı kim / Utanır yazsın onu kilk-i kelil” (S:282) En sonunda manzum olarak yazdıklarını şiir ve efsane sanmayın bunlar delile muhtaç olmayan herkesin görüp bildiği haberler daha bir çok hadiseyi kalemim yazmaktan utandığı için bıraktım buraya geçirmedim, diyerek bitmiştir.
Zağra Müftüsü Hüseyin Râci Efendi’nin oğlu Necmi Raci’de yüz on dört beyitten ibaret “Neler Çektik?” manzumesini yazmış ve 1910 yılında bastırmıştır. M. Ertuğrul Düzdağ’da bu manzumeyi kitaba eklemiştir. Necmi Raci’de babası gibi “Ne mezalim edildi İslam’a /Kudreti hâmemin yok ifhâma” (S:296) Müslümanlara yapılan zulmü kalemin bildirmesinin kabil olmadığını “Kimini gömdüler yere canlı, / Demeyip ihtiyar delikanlı!” (S:296), “Kiminin kestiler edeb yerini, / Verdiler ağza canlı etlerini!” (S:298) diye ifade eder. Varın Necmi Raci’nin kaleminin anlatamadıklarını siz düşünün!
1877-1878 yıllarında olmuş bir savaştan ve Muallimlik yapmış ve Müftü olan birsinin kaleme aldığı bir ese için bile M. Ertuğrul Düzdağ 1889 yılında kurulmuş ve Jön Türkler ile İttihat ve Terakki cemiyeti mensupları hakkında olumsuz yorum yapa bilmiştir. M. Şükrü Hanioğlu Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyetini 1889-1918 yılları arasında çok farklı organizasyonla olarak faaliyet gösterdiğini söyleyerek ayrı ayrı değerlendirilmesi gerekir diye söyler. A İsmail Küçükkılınç’da “Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihatçılık” adlı kitabında İttihat ve Terakki Cemiyetini Jön Türklerin devamı saymaz. Ayrı cemiyetler olduğunu söyler.
Demiryollarının özelleştirilmesinin en büyük zararı koskoca coğrafyanın kaybedilmesindeki en önemli nedenlerden bir olmuştu.
Osmanlı Avrupa’sı o kadar Türkleşmişti ki 93 harbinde I.ve II. İşgalde Rus ve Bulgar zulmünden iki farklı zamanda hicret edenler, I. ve II. Balkan Harbinde hicret edenler, Kurtuluş Savaşı sonunda mübadele ile hicret edenler, Bulgarların zulümlerinden 1960’lar da ve 1990 lar da hicret edenler, 2000 yılında Bosna’daki soykırım ve bütün bu zamanlara şamil fert fert, aile aile ardı arkası hiç kesilmeden devam eden bireysel hicretlere ve Rus, Sırp, Ulah [Eflak, Romen], Bulgar, Yunan, Hırvat soykırımlarına rağmen Türklük mührünü ve Türk soyunu, Türk adını Avrupa’dan, Balkanlardan silemediler.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Osmanlının son 200-300 yılından iyi bir ders çıkarmalı ve ordusunu her türlü siyasi tarafgirlikten uzak tuttuğu gibi, komutan ve erlerini zamanın en iyi eğitim ve bilgileriyle donatmalı, en iyi silah gücü ile silahlandırmalı, her zaman savaşa hazır tutmalıdır. Her zaman ihtiyaç duyacağı tatbikatları yaptırarak daha önceden tehlikeler karşı plan ve tedbirleri almalıdır. Ayrıca Balkan harbinde eksikliği hissedilen lojistik konusunu mutlaka çözmüş olmalıdır. Kıbrıs savaşında bile çıkartma yapmaya gemi ve uçak sıkıntısı çektiğimiz hiçbir zaman unutulmamalıdır. Ordumuzun ve istihbarat servisimizin elemanlarının ne pahasına olursa olsun vatana millete hizmet duygularıyla yetiştirilmiş milletine dinine sadık kişilerden seçilmiş olmasına dikkat etmelidir ki yanlış istihbarat yüzünden zaman, insan ve malzeme kaybına sebep olunup savaşta başarısızlığa mahkûm olmayalım. Etrafı yedi düvel düşman ile çevrili ülkemiz halkı daima savaşa hazır tutmalı içlerinden devlet ile temasta olan seferberlik anında diğer halk kitlelerini yönlendirip isyan ve bozgunu önleyecek, yeri geldiğinde askere yardım ederek savaşıp savunma yapacak sivil yerel önderler seçmeli eğitmeli, desteklemeli itibar sahibi kılmalı halkın saygısını kazandırmalıdır. Halktan Müslüman Türkler silahlandırılmalı, eğitimleri yapılarak ve zaman zaman gençleştirilerek, kötü günlere hazır bekletilmedirler. Bu silahlandırma ve devlet desteği gücünü istismar edecekleri cezalandırmak için güçlü bir polis ve güçlü bir jandarma kuvveti savaş anında içi düzeni kati ir şekilde sağlamalı, başıbozukluğa fırsat verilmemeli, her ne suretle teşebbüs edenler acilen en şiddetli şekilde cezalandırılarak halkın maneviyatının, moralinin bozulmasının önüne geçilmelidir.
Zağra Müftüsü Hüseyin Râci Efendi “Hicretname” adlı Manzumesinden bir bölüm ile yazımızı sonlandıralım:
İngiliz, Alaman ve Nemçe, Frans
Faidesiz kongre ya konferans.
Moskof ise ekber-i a’dâ-yı din
Düşmen-i gâretger-i ehl-i yakîn.
Ülkeyi taksîm murâd etmede
Her biri bir kıt’aya göz dikmede.
Cümlesi de düşmen-i İslam’dır
Yardım ümmîd eyleme evhâmdır.
Da’vâ-yı sulh ü medeniyyet sözü
Perdedir İstanbul’u almak gözü.
Dost idiler neylediler sonra bak
Devleti taksîme edip ittifak.