Bulunmuş Defterden
Cuma Düşünceleri
Ergun GÖZE
Merhametini yitirmiş bir cemiyet
İSTANBUL’a ilk gelişimi hatırlıyorum. Haydarpaşa’ya indiğim zaman “deniz”le burun buruna geldim. O gün deniz bana maviden çok yeşil göründü. Durgun bir gündü. Güvertede denize hayretle bakıyordum. Trende her an deniz görünecek diye heyecanla beklemiştim zaten.
Daha mektebe başlamamış bir taşralı çocuk.
İstanbul en füsunlu devirlerinden birisini yaşıyor.
Adalarda bizim vefakâr karakaçanların birer “koket’ gibi süslenmeleri ve koketleri taşımaları şaşırtıcı bir şey.
Her köşe başında kırmızı buzdolaplı dükkânlar. Buzdolaplarının üzerinde “Norge” yazıyor ve ben de aynen öyle okuyorum. Hele, o zamanın kırtişli bir kuruşlarından bir tanesini vererek bir bardak soğuk su içmek benim için adetâ bir macera.
Divanyolu, Topkapı Sarayı, Müzeler, Surlar, Tarih!
Hayranlık ve şaşkınlık içindeyim.
Büyük mağazalar. Orozdibak’taki oyuncaklar…
Bankalar Caddesi’ndeki kalın elektrik direkleri, büyük kunt binalar.
Herkesin giyim kuşamına dikkat edişi…
Ve kadınların şıklığı.
Büyük, çok büyük camiler.
Asfalt kokusu…
Ayrı bir âlemde gibiyim.
Bu ilk İstanbul seyahatimden aklımda bir hatıra kalmış. Çok belirgin bir hâtıra. Ve hâlâ üzücü..
Bostancı’da bir gazinoya gittik, yahut götürdüler. Deniz kenarında bir gazino. Bilmiyorum şimdi orası yine gazino mu? Fasıl heyeti… Piyasanın en meşhur şarkılarını söyleyen sıra sıra hanendeler, türkücüler vesaire. Ben ilk defa rastladığım bu gösteri karşısında nutkum tutulmuş seyrediyor, dinliyor, anlamaya çalışıyorum. Ama son gösteriye kadar olanlardan sadece bir intiba kalmış. Başka bir şey hatırlamıyorum.
En son gösteriyi ise unutamıyorum.
Bu bir “Türkistan oyunu”. Çalgıcıların refakatinde sahneye mahalli elbiseleri içinde bir karı-koca ve genç kızlarından ibaret bir “trio” çıktı. Üçü de tipik Türkistanlı. Karı-koca çok canlı ve hareketli. Genç ve güzel kız ise, çok cansız ve isteksiz. Küçücük kafam meseleyi çözdü. Bunlar meslekten oyuncu değildi. Kim bilir hangi sebeple memleketlerinden kaçmış buraya sığınmış, aç kalmış ve ekmek parası için sahneye çıkmaya mecbur olmuşlardı. Çünkü, memleketlerinden birer kat Türkistan elbisesi getirmişlerdi ve bu oyunlardan başka burada hemence yapabilecekleri bir şey yoktu. Karı-koca bu işi daha da iyi başarmak için genç kızlarını da sahneye çıkarmışlar, vitrini kuvvetlendirmek istemişlerdi. Halbuki genç kız utanıyor, sıkılıyor, sahnede adetâ kaçmaya can atar gibi duruyordu. Anne ise, onun bu halini telâfi için daha kıvrak, yaşından beklenmeyen hareketler yapıyor ve kızını da teşvik ediyordu.
Manzara o kadar barizdi ki arka masadan cıvık bir ses yükseldi: “Anası kızından gönüllü be!.”
Biz taşralılar masamızda taş kesilmiştik. Halbuki annenin tek gayesi buldukları bu işi de kaybetmemek ve daha da düşmemekti.
Çünkü o devirlerde sahneye çıkmak pek yükselmek sayılmazdı.
Eve dönerken annem “Yazık, çok üzüldüm” dedi. Acaba anneye mi, yoksa kıza mı daha çok üzülmüştü? Belki hepsine.
O yaşımda merhametini yitirmiş bir cemiyet içinde yaşadığımı fark etmiştim. Bu insanlar, bu garipler o hâle getirilir miydi, bir lokma ekmek için?
Babam hislerimi anlamış gibi sessizliği ve karanlık düşünceleri dağıtmak için elini omzuma koyarak:
– Yarın Cuma. Eyüb Sultana götüreceğim seni, dedi.