Erol GÜNGÖR: Halk Kültürü ve Münevver Kültürü

Halk Kültürü ve Münevver Kültürü

Erol GÜNGÖR

Bundan önceki yazımızda Türkiye’deki halkçı programların gerçekleşmesi şanslarını tesbit etmek üzere halk ve münevver kültürleri arasındaki benzerlik ve farkları göstermeye başlamıştık. Orada çizdiğimiz umumî şemadan çıkan neticeye göre cemiyetin iki büyük tabakası -halk ve münevver- arasındaki kültür farklılaşmaları, onları birbirine karşı ilgisizlikten husûmete kadar değişen çeşitli menfî tavırlar takınmaya sevkediyordu. Bu yazımızda müşahhas bazı örnekler vermek suretiyle bu farklılaşmanın ne manâya geldiğini göstermeye çalışacağız.

Bir cemiyetin kültürü, bir arada yaşayan insanların ha-yatın muhtelif problemlerine karşı denedikleri çözüm yollarından meydana gelmiştir. Bu çözüm tarzlarının bir kısmı zamanla sabit hâle gelerek cemiyetin bütününe mal olur ve onun kültürünü teşkil eder. Mamafih, sosyal ilimlerde kültürden bahsedilirken bu müşahhas âlet ve usûllerden ziyade, onların arkasında mevcut bulunduğu farzedilen manevî unsurlar (inançlar, norm ve kıymet sistemleri) anlaşılır. Çeşitli cemiyetleri kültür bakımından ayırdeden şey onların kullandıkları âlet ve vasıtalardan ziyade bu âlet ve vasıtaların gerisindeki zihniyet veya manevî kıymetler bütünüdür. Bu yüzden meselâ Kuveytli bir şeyh batı kültürünün bir mensubu sayılamaz. Batı medeniyetinin maddî kıymetlerini aynı derecede benimsemiş bulunan batılı memleketler arasında da yine manevî kültür farkları vardır ve bu farklar onları birbirlerinden ayırdettiği kadar kendi içlerinde de bir tecanüs meydana getiren şeylerdir. İşte bizim Türkiye’de halk ve münevver kültürünü karşılaştırırken dayanacağımız ölçüler bu gözle kolay görülmeyen, fakat kültürün temelini teşkil eden unsurlar olacaktır.

Bizde münevver kültürünün halk kültüründen ayrı bir istikamette gelişmesinin başlıca sebeplerinden biri, batı medeniyetinin iki zümre arasında birbirine eşit olmayan bir tesir yaratmasıdır. Bu tıpkı bir düşman hücumunun ön saftakiler arasında daha büyük şaşkınlık ve perişanlık yaratmasına karşılık cephe gerisindekilere en az tesir etmesi gibidir. Mağlup olan ordunun ileri karakolları ve birinci hat birlikleri tamamen teslim veya imha olurken, düşmanla en az temasta kalmış birlikler arasında bu genel mağlûbiyet bir moral çöküntüsü bile yaratmayabilir. Mamafih, bu benzetmeyi daha ileri götürerek iki medeniyet arasındaki çatışmanın muharebe şeklinde cereyan ettiğini söylemek bizi hataya düşürebilir. Hakikatte barış içinde meydana gelen serbest kültür değişmeleri, bu değişme için ajanlık yapan ileri kademelerdekiler bakımından büyük avantajlar sağladığı halde, teması asgarî seviyede muhafaza edenler veya tamamen kaybedenler üzerinde yıkıcı bir tesir potansiyeline sahip olmaktadır. Meselâ Amerika’da şimdi âdeta müzelik hâle gelen kızılderililerin durumu, yerli harpleri bittikten sonra da modern kültüre intibak etmekte direnmelerinin bir sonucu olmuştur. Fakat bu söylediklerimize bakarak Türkiye’de modern medeniyete intibak etmiş bir münevver kültürü ile bu temastan uzak kalmış bir halk kültürünün mevcut bulunduğu sanılmamalıdır. Bizim kanaatimize göre Türk münevveri daha ziyade gücünü ve istiklâlini yitirmiş bir askerî birlik manzarası göstermektedir. Buna karşılık batının ezici darbesinden uzak kalan halkın yeni medeniyete tepeden bakma ve daha iyi intibak etme şansı kaybolmamıştır. Türkiye için meselenin en korkunç tarafı da münevverin uzun yıllar içinde bu esareti iyice benimseyerek tıpkı yüzyıllarca sömürge idaresi altında yaşamış gibi düşünmeye ve davranmaya alışmış olmasıdır. Bugünkü ideolojik hareketlerin doğuşunda da büyük rol oynayan bu ruh haletini şimdilik sadece halk-münevver münasebetleri bakımından ele alacağız. Türkiye niçin bu hâle geldi? Türk halkını değişen dünyaya uydurması beklenen Türk münevveri nasıl olup da kendi kendini dahi idare edemez bir duruma düştü?

Kültür hâdiselerinde sebep-netice münasebetlerini tesbit etmek ve birtakım gelişmelerin kaynaklarını bulmak son derece güç, hattâ bazı hallerde imkânsız bir iştir. Mamafih, çok karışık hâdiselerde dahi hal ve şartların doğru bir tasvirini verebildiğimiz takdirde bazı faktör gruplarının ne şekilde işlendiğini bulabilir, bunların hangi safhalarda birer sebep veya netice rolü oynadıklarını görebiliriz. Bu metodla Türkiye’deki değişmelerin başarısızlık sebeplerini araştıracak olursak, başlıca iki âmilin bu hususta esas rolü oynadığı görülür. Bunlardan biri yeni ve yabancı medeniyetin dayandığı rasyonalist veya pozitivist zihniyet, diğeri de Türkiye’deki değişmenin esas itibariyle zorlayıcı -içerden ve dışarıdan- bir karakter kazanmasıdır. Batı medeniyetinin pozitivist tavrı, onu yanlış anlayan münevverin geleneksel kültüre cephe almasına ve halktan kopmasına, mecburî kültür değişmeleri de değiştirme teşebbüslerinin ters neticeler vermesine yol açmıştır. Aslında birbirine sıkı sıkıya bağlı bulunan bu iki âmili, sırf izah kolaylığı bakımından, birbirinden tecrid ederek incelemeye çalışacağız.

Batı medeniyeti herşeyden önce hayatın maddî vasıtalarında süratli ve büyük çapta bir gelişme halinde ortaya çıkmıştır. Bu gelişmeye paralel olarak batı memleketlerinin siyasî ve sosyal bünyeleri de sosyologların genellikle “mukaveleci” dedikleri bir cemiyet tipi halinde inkişaf etmiştir. Her iki tip gelişmenin arkasında da gerek tabiata, gerekse beşerî müesseselere karşı takınılan pozitivist tavrın büyük rolü olduğu muhakkaktır. Şüphesiz burada pozitivist tavırdan kastedilen şey, her türlü tabiat hâdiselerini ve sosyal hâdiseleri fizik metodlarıyla izah etmeye, yani ampirik gerçeği olmayan unsurları inkâr etmeye doğru genel bir temayüldür. İnsanın tabiatla olan mücadelesinde pratik mahiyette gayet müsbet neticeler veren bu tavır, kısa zamanda sosyal müesseselere ve her türlü manevî kültür unsurlarına karşı bakışın da temelini teşkil etmiş ve ampirik gerçeği olmayan, yahut kolayca kavranamayan bütün sosyal normlar ve kıymetler, keza bunlara bağlı bulunan müesseseler akıldışı birer baskı ve gerilik unsuru sayılmaya başlanmıştır. Avrupa ortaçağının gelişmeye büyük ölçüde engel olan bir zihnî ve sosyal sistem teşkil etmesi bu iddialara bilhassa kuvvet kazandırmıştır. Nitekim Avrupalılar’ın yabancı kültür ve medeniyetleri iyice tanımaya başladıktan sonra kendi medeniyetlerini mükemmel saymalarına imkân kalmamıştı. İnsanlar dünyanın çeşitli yerlerinde birbirine benzemeyen usûllerle kültür ve medeniyet yaratmış olduklarına göre, bizim o zamana kadar mükemmel veya mutlak saydığımız bütün kıymetlerin İzafî olduğu, yani hiç bir mantıkî zarurete dayanmadığı anlaşılıyordu. Avrupalılar bu görüşten hareket ederek kendi cemiyetlerinin aksak taraflarını düzeltmeye çalıştılar. Bu arada bilhassa sosyal ilimlerin gelişmesi sayesinde, cemiyetin fizik kanunlarına tâbi olmadığı da iyice anlaşılarak, başlangıçta zihinlere hâkim olduğu görünen ilkel pozitivizmin yerini bugünkü ilim zihniyeti aldı. Mamafih, batıdaki bu gelişmeleri lâyıkıyla takip edemeyen geri kalmış memleket aydınları ne olduğu iyice bilinmeyen bir modernizm namına kendi kültürlerine karşı düşmanlıktan vazgeçemediler. Bizim meşrutiyet devri münevverlerinden Ahmet Rıza ve Abdullah Cevdet beyler bu tipin su katılmamış iki örneğidir. Meclis Başkanı olduğu zaman “Ben isbatiye mesleğindenim (pozitivistim)” diyerek yemin etmek istemeyen Ahmet Rıza Bey öldüğü zaman kütüphanesinde bir sürü değersiz kitap arasında Auguste Comte’un bir tek kitabı bulunmuş, onun da sadece önsözüne ait sahifelerin açık olduğu görülmüştür. Bu zatın İkinci Meşrûtiyet inkılâbında bir fikir babası rolü oynadığı düşünülürse, bizim münevverlerin nasıl bir gelenek içinde yetiştikleri daha iyi anlaşılır.

Geleneksel kültürde dinin çok büyük bir yeri olduğu için, münevverlerin en çok hücumuna uğrayan da din oldu. Türkiye’de hâlâ dindarlık bir kimsenin münevver tabaka arasına girmesine büyük bir engel teşkil etmektedir, çünkü standart Türk münevverlerine göre din ancak geri kalmış halk kitlelerinin kültürünü temsil eder; münevverin vazifesi bu kültürün bir üyesi olmak değil, fakat onu ortadan kaldıramasa bile ıslâh etmek, modernleştirmektir. Bu yüzden halk dindar, münevver ise din reformcusudur. Halkın genel kanaatına göre Türk milleti dindar oldukça yükselmiş ve yücelmiş, dinden uzak kaldıkça da kudretini kaybetmiştir. Münevverin genel kanaatına göre ise Türk halkı dinin veya dinî liderlerin tesiri altında kaldığı müddetçe gerilemiştir. Standart Türk münevverine göre, yüksek tahsil ve ihtisas yapmış bir insanın dindar olması imkânsızdır, dindar görünüyorsa bu onun nüfuz kazanmak ve halkı sömürmek istediği manâsına gelir.

Münevveri halktan ayıran sadece dinin inanç ve ibadetleri değil, aynı zamanda kaynağını büyük ölçüde dinden alan birçok tavırlar ve davranışlardır. Halk kültüründe ahlâkın kaynağı ve müeyyideleri esas itibariyle dine dayanır. Memleketin resmî hukuk nizamı ancak millî kültürün ahlâk ve adalet anlayışını aksettirdiği nisbette ona karşı samimî bir riâyet gösterilir. Münevver kültüründe ahlâkî davranışın temelini teşkil edecek köklü bir norm ve kıymet sistemi mevcut değildir. Yabancı memleketlerden iktibas edilen kanunlar da münevver için hakiki bir norm sistemi teşkil edememiştir, çünkü bu kanunlar alındıkları memleketin millî örflerinden ve âdetlerinden çıkmıştır. Münevver kendi memleketinin gayrıresmî hukukunun olduğu kadar, yabancı ülke örf ve âdetlerinin de dışındadır. O sadece kanunları kendisinden daha güçlü bulduğu zaman başkalarının hakkına riâyet etmek mecburiyetini duyar. Hakikatte münevverin hayat felsefesi vülger bir materyalizme dayandığı için, onun davranışlarında ferdî menfaat motiflerinin hâkim olmasını tabiî karşılamak gerekir. Bu davranışlar arasında geleneksel kültürden her nasılsa intikal etmiş bazı normların işlediği de müşahede edilebilir, fakat münevver kültürü ayrı bir sistem halinde inkişaf ettikçe bunların yerini tamamen ferdî menfaata dayanan ilkel prensipler almaktadır.

Türk münevverini modern medeniyeti yanlış yorumlayarak hatadan hataya sürükleyen ve gittikçe köksüzleştiren en önemli sebeplerden biri de Türkiye’deki kültür değişmelerinin genel karakteridir. Bizim batılılaşma gayretlerimiz parçalanmak üzere olan bir memleketin kurtuluş çırpınmaları halinde süre gelmiştir. Karşısına çıkan bütün kuvvetleri çığ gibi ezen ve müthiş bir süratle ilerleyen Batı Medeniyeti bize sadece yeni bir teknik ve zihniyet inkılâbı olarak değil, aynı zamanda memleketimizi parçalamaya çalışan ordular halinde girdi. Savaşlarda ardı ardına yenilmemiz, topraklarımızın birer birer elden çıkması karşısında mevcut bünyemizi süratle değiştirmek zorunda idik. Kurtuluşun başka alternatifi yoktu; memleketin başı ucundaki felaketler uzun vâdeli ve köklü tedbirler üzerinde düşünmeyi de engelleyecek kadar âcil ve vahim görünüyordu. Bu durumda düşmanın en çok göze çarpan vasıflarını iktisab etmekten başka bir çâreye başvurulamadı. Neticede devletimizle birlikte kültürümüzü de teslim ettik. En az yüz yıl süren bu bozgunun Türk münevveri üzerinde yaptığı manevî tahribat hâlâ tamir edilmemiştir ve bu manevî çöküntü onu- kendi halkına yabancı kılan en önemli âmillerden biri olmuştur. Münevverin nazarında bu bozgunun sebebi yerli kültürün topyekûn çürüklüğüdür, bu kültürü baştanbaşa değiştirmediğimiz takdirde memleketi modernleştiremeyiz, işte bir taraftan münevverin bu telâkkisi, diğer taraftan da modernleşme zaruretinin günden güne daha çok hissedilmesi yüzünden, Türkiye bir mecburî değişme yoluna girmiştir ki, bu türlü değişme teşebbüsleri, bizi yıkılmaktan kurtaramayan bir elit tabakanın kendi kendini çoğaltmasından başka bir işe yaramamıştır. Serbest kültür değişmelerinde değişmenin ajanı olan kimseler rekabet piyasasında çalışan birer tüccar gibidirler, mecburî kültür değişmesinde ise inhisarî bir devlet kapitalizminin memurları durumundadırlar. Karşılarında hiçbir rakip bulunmadığı için, yaptıkları hataların kontrolü ve düzeltilmesi son derece güçtür. Üstelik inhisarcı bir sistemin eğitim müesseseleri bir devr-i dâim makinesi gibi hep aynı zihniyette insanlar yetiştireceği için de, bir müddet sonra onların temsil ettikleri zihniyet bütün memleketi kaplayan bir sosyal realite halini alır; yani herkesin ortaklaşa inandığı şeyler hakikat zannedilir. Nitekim Türk münevverleri yıllardanberi hep aynı rüya âleminde yaşayan uyur-gezerler gibidir: Kendi içinde mantıklı görünmekle beraber, gerçekle ilgisi olmayan kurtuluş veya kalkınma nazariyeleri ortaya atarlar, sonra bu nazariyelerin gerçekleşmesine mâni olan hayâlî düşmanlar ve mukavemet unsurları icad ederler; bütün ömürleri bu mevcut olmayan düşmanlarla mücadele içinde heba olup gider.

Ortaya sürdükleri tekliflerin büyük çoğunluğu ideolojik beyin yıkama faaliyeti mahiyetindedir, çünkü onlara göre memlekette bir kalkınma meydana getirebilmek için, üniversite hocasından fabrika işçisine kadar herkesin aynı zihniyete -ilkel bir pozitivizme- sahip olması gerekir, aksi halde geleneksel kültürden kalma unsurlar bütün ilerici projeleri boşa çıkaracaktır. Böylece, münevverin hayatı halk ile devamlı ve fuzulî bir çatışmanın hikâyesi halinde özetlenebilir.

Mecburî kültür değişmeleri arasında batılı devletler ta-rafından empoze edilen bazı unsurlar da vardır ki, Türk münevveri bunları Avrupalılaşın düşmanlığını kırmak için kabul etmek zorunda kaldığı halde, kendi bulduğu birer re-form hareketi diye göstermiş ve sonraki nesillere de böyle kabul ettirmiştir. Avrupalı görünmek ve kendimizi onların tehlikesinden uzak tutmaktan başka manâsı olmayan bir takım yenilik hareketlerini benimsemek suretiyle halktan büsbütün ayrılan Türk münevveri, böylece halk nazarındaki itibarını da yitirmiştir. Türkiye’deki batılılaşma hareketlerinin büyük biri kısmı, halk nazarında, savaşta bizi yenemeyen düşmanların kendi münevverlerimiz vasıtasiyle bize galip gelmesi manâsını taşır. Bazı değişmeler karşısında gösterilen mukavemetlerin sebebini gericilik v.s. gibi manâsız kavramlarla izah edecek yerde bu açıdan tetkik etmeye çalışırsak doğru neticelere varabiliriz.

Batı medeniyeti ve onu temsil edenler karşısındaki fecî mağlûbiyetlerimizin Türk münevverinde meydana getirdiği manevî çöküntü, halkımızın hayat gücü ve nefsine itimad duygusu ile tezat teşkil etmektedir. Münevver “biz adam olmayız” düşüncesiyle ya kendi başının çâresine bakmaya, yahut da halkı zorla kendine benzetebilmek için uygun bir rejim bulmaya çalışıyor. Münevver kendi memleketindeki sıkıntıyı paylaşmamak için yabancı memleketlere yerleşmeye çalışıyor, halk burada rahat bir hayat sürebilmek için yabancı memleketlere sıkıntı çekmeye gidiyor. Türk köylüsü daha önce dedelerinin fâtih bir millet olarak gittiği ülkelerde şimdi temizlik işçiliği yapıyor, fakat o hâlâ dedeleri gibi başı dik, ayıbı olmayan, nefsine güvenle yaşayan bir insandır. Batı ülkelerine tahsil v.s. için giden münevverlerimiz Türkiye’den değil de sanki Katanga’dan gitmiş gibidirler; bütün gayretleriyle kendilerinin Avrupalı veya Amerikalı muâşeret tarzını tamamen benimsediklerini, böylelikle yabancıların tasavvurundaki eski Türk tipinden kurtulduklarını göstermeye çalışırlar. Memleketimize gelen yabancılara karşı takınılan tavırlarda da aynı farkı müşahede edebiliriz. Türk halkı bunlara yardıma muhtaç birer garip nazariyle bakar, münevver ise yeni tâyin olunmuş müstemleke idarecisinin karşısında imiş gibi ona hoş görünmeye ve hizmet arzetmeye çalışır; turist için ilgi çekici olan birçok şeyleri bir ayıp telâkki ederek onun gözünden saklamaya gayret eder. Bir zamanlar Ankara’nın modern cadde ve meydanlarına köylüler sokulmazdı; Konya’da Alâeddin Sarayından son kalan duvar da çirkin bir manzara arzettiği için yıkılmıştır.

Son yıllarda yerli kültür eserlerinin bazılarına devlet eliyle gösterilen alâka, sırf yabancıların bunlara kıymet vermeleri sayesinde olmuştur. Fakat yabancıların bunlardan daha önce ilgisini çeken şeylere birinci plânda yer verilir. Hıristiyan dünyasından hacı getirilmek için topraklarımız köstebek yuvası gibi delik-deşik edildiği halde, Türk halkının türbeleri ziyaret etmesi yasaktır, çünkü bizim münevverin pozitivizmi (!) Avrupalılar’dan ileri olduğumuz tek noktayı teşkil etmektedir.

TÖRE, 2:5-8