Ziya Gökalp Dinsiz miydi?
ABDULHADİ TOPLU
Ziya Gökalp dinin ve tasavvufun, ilmin ve hikmetin birbiriyle kucaklaştığı Diyarbekir’de dünyaya gelmiş, Hasip Efendi gibi şark felsefesini, ruhunda meczetmiş, Arapça ve Farsçayı ana lisanı gibi bilir, bütün şark ilimlerini ve mutasavvıflarını yakından tanır bir amca ile demokrat bir ruha malik, garp zihniyetine vâkıf bir babanın arasında gençliğini geçirmiş, müslüman bir ailenin müslüman bir çocuğudur. Hasip Efendiden Arapça ve Farsçayı öğrenerek şarka, babasının vasiyetiyle Fransızcayı öğrenerek garba teveccüh etti. Bu iki âlemin ayrı ayrı ilmi ve felsefi alanlarını tetkik ederek, içinde bulunduğu cemiyetin neden geri kaldığını teşhis etmeye koyuldu. Bir zamanlar İslâm’ın, bütün dünyaya medeniyet veren bir ümmetin, neden perişan bir hale geldiğini araştırdı.
Onun izahlarında dini kötüleyici hiç bir satıra tesadüf edilemez. O sadece dini kendine alet eden ve onu bir politika vasıtası kılanlara düşmandır ve çatmaktadır. Ziya Gökalp daha 10 yaşlarında dine gösterdiği alâkadan dolayı büyüklerinin taltifine mazhar olmuştur. Bu taltiflerin zamanın idare âmirlerince de yapıldığı sabittir. Gökalp Taşkışla mahpusiyetinden sonra Diyarbekir’e dönünce vilâyet evrak kalemine alınıyor. Diyarbekir Valisi (Hasan Fehmi) Bey, Ziya’dan Ermeniler hakkında bir rapor hazırlamasını rica ediyor. Hazırlanan rapor zamanın Maarif Nezaretince takdir edilerek vali taltif ediliyor. Vali, Ziya ile daha yakından alâkadar olmaya başlıyor ve ona (Sen yalnız Ziya değilsin, Ziya-yı dinsin) diyor ve bu ismi kullanmasını istiyor(1).
Gökalp İstanbul’a geldiği zaman, muhtelif Türkçü ve felsefi mecmualarda yazılarını neşrettiği gibi, ayrıca dini mevzularda da yazılar yazdı. Gökalp’i iyice tetkik edenler görürler ki, O, Allah’a, dine, vatana, millete inanmış ve inandığını samimiyetle ifade etmiş bir insandır. Onu yakından takip edenler gene görürler ki, taassupsuz bir din duygusu ile ümmet tesanüdünü istemekteydi.
Kâzım Nami Duru (Ziya Gökalp dinin büyük kuvvetine inananlardandı) diyor(2). Diyarbekir’de, egemenlik sırasında, çıkardığı Küçük Mecmua’da çıkan “Dine Doğru”yazısında, sosyal kıymetleri derecelere göre sıralar, önce ekonomi kıymetleri alır; bunun ardından doğruyu bildiren (ilim kıymeti)ni alır ve bunu ekonomi kıymetten üst tutar; sonra güzelliği anlatan bedii kıymete, daha sonra iyiyi anlatan ahlâkî kıymetten bahseder, daha ve en üst kertede, mukaddesi, kutsalı, anlatan din kıymetini alır ve der ki: “Dini kıymetin ahlaki kıymete bu suretle tefevvuk etmesi, ahlâkın şerefine bir nâkıs iras etmez. Zira dinin en çok kıymet, verdiği şey ahlâktır. Peygamberimiz “Ben, ahlâkı itmam için gönderildim” buyuruyor. Bundan başka bir şey mukaddes ise, o şey behemehal iyidir de. Hattâ diyebiliriz ki, mukaddes iyiden daha iyi bir şeydir. Ahlâk ile dini tasavvufu bir menkıbe ile tavzih edelim. Bir din kahramanı, bir ahlâk kahramanına: (Ne yapıyorsunuz?) diye sormuş, ahlâk kahramanı: (Bulursak şükrediyoruz. Bulamazsak sabrediyoruz) demiş. Bu söze karşı din kahramanı şu cevabı vermiş: (Bu sizin yaptığınızı Horasan köpekleri de yapmaktadır. Biz bilâkis, bulamazsak şükrederiz, bulursak sabrederiz.). Bu misal dinin ahlâktan daha yüksek bir ahlâk olduğunu gösteriyor. Ahlâk bir insanı ancak fazilete kadar yükseltebilir. Din ise (evliyalık) namı verdiğimiz kutsi makama kadar çıkarır.” (3).
Görülüyor ki, Gökalp dine o kadar bağlanmış ve inanmış bir insandır ki, her şeyin üstünde dini görüyor.
Aynı yazısında Gökalp (Bütün hayatlarında kuvvetli bir seciye gösteren insanlar, umumiyetle çocukluklarında dinî bir terbiye alanlardır) diyor: Çocuklukta din terbiyesi almayanlar ölünceye kadar şahsiyetsiz olmaya, iradesiz ve seciyesiz yaşamaya mahkûmdur. Allah’a tevekkül eden bir lâhza ümitten mahrum kalmaz. Bir dakika bedbin olmaz. Hiç bir düşmandan korkmaz. Hiçbir kedere mağlup olmaz, daima meserret, huzur ve saadet içindedir) demek suretiyle de kendi çocukluk hayatını da en beliğ bir şekilde kendi diliyle açıklamış bulunuyor.
Ziya, dinin üstün taraflarını anlatıyor ve İslâm dininde baş müftü diye bir şey tanımıyor: “Müftü ilmi olan kişidir. Her müftü kendi başına iş yapar. Bir müftünün fetvasını bozacak daha büyük bir müftü olamaz. İslâm’da fetvaların konuşulup görüşülmesi de yoktur. Onun için bizde Konsül denilen müftü dernekleri kurulamaz. Her müftü, âyetten, hadisten, fakihlerin sözlerinden kendi içtihadına göre hükümler çıkarır; bildirir, o hükümleri ister tut, ister tutma. Çünkü, fetvasını istediğin bir işte kendin de içtihat edebilirsin; hüküm çıkarabilirsin. “İstefti nefseke hatta müfteftun” hadistir. Müftünün tefsirine uysan, uymasan mesuliyet sana aittir.” (4).
Ziya, bir din âlimi olmamakla beraber, bir sosyolog gözü ile dini tetkik etmiş, dine en büyük kıymeti vermiş ve inanmıştır.
Gökalp dinde Türkçülük fikirlerini şöyle hülâsa ediyor: “Dini Türkçülük din kitaplarının ve hutbelerle vaızların Türkçe olması demektir. Bir millet dini kitaplarını okuyup anlayamazsa, vaızların ne söylediğini anlayamadığı suretle de, ibadetlerden hiç bir zevk alamaz, İmam-ı Azâm Hazretleri hattâ namazdaki sûrelerin bile millî lisanla okunmasının caiz olduğunu beyan buyurmuşlardır. Çünkü ibadetten alınacak vecd ancak okunan duaların tamamıyle anlaşılmasına bağlıdır.” diyor. Ve bizdeki tatbikatını anlatarak diyor ki, “Ayinler esnasında en ziyade vecd duyanlar, namazlardan sonra anadille yapılan derûni ve samimi münacaatlardır. Müslümanların camiden çıkarken, büyük bir vecd ve itminan ile çıkmaları, her ferdin kendi vicdanı içinde yaptığı bu mahrem münacaatlerin neticesidir” ve Gökalp, “teravih namazlarının, şiir ile musikiyi câmi olan Türkçe ilâhilerle canlandığını, hadis olmamakla beraber mevlûdi şerifin Türkçe kıraati sonradan onun canlı bir âyin olmasını sağladığını” anlatıyor: “Dinî hayatımıza daha büyük bir vecd ve inşirah vermek için gerek -tilâvetler, müstesna olmak üzere- Kur’an-ı Kerim ve gerek ibadetlerle ayinlerden sonra okunan bütün dualarla münacaatların ve hutbelerin Türkçe okunması lâzım gelir.”
Bu satırların dini onun mensubeynine lâyıkiyle anlatmak, dinin yüksekliğini, ulûhiyetini bizzat anlamak, tanımak imkânını müminlere bahşetmek düşüncesiyle kaleme alındığını her iz’an sahibi takdir eder.
Ziya Gökalp dini nakli bağlardan kurtarıp, onu dinamik bir esasa getirmek, gerilemeden ve hurafelerden kurtarmak için de “İslâm Mecmuası”nı çıkarmıştı. Bu mecmuadaki bir yazısında diyor ki:
“Müslümanlarda ruhani reisler yoktur. Yalnız müderrisler vardır. İslamiyet akıl ve hürriyet esasına istinat etmiştir. Müderrisler aklî delillerle ikna etmeden hiç bir kimseye hakikati kabul ettirmeye çalışmazlar. İslâmiyet mukallitliği, dini esareti kabul etmez. İslâm ümmeti Buda’nın ümmeti gibi, bir tekkeler konfederasyonu değil, bir medreseler müttehidesidir. Bütün İslâm âlemi, büyük bir darülfünundur) diyor. İslâm dininin üstün durumunu izah ediyor. (6).
Ziya Gökalp, dine vukufla bağlıydı. Allaha inandığı ve sevdiği için tapardı. Bir şiirinde:
Benim dinim ne ümittir, ne korku;
Allah’ıma sevdiğimden taparım!
Ne Cennet, ne Cehennem’den bir koku
Almaksızın vazifemi yaparım. (8)
Vâiz! Deme Cehennemin ateşi
Çıkar bilmem kaç bin çeki odundan.
De ki vardır bir güzellik güneşi
Doğmuş bizim aşkımızın od’undan…
De ki vardır “Tûbâ” adlı bir ağaç.
Kökü gökte, gönüllerde, dalları…
Yemişinden yedi ruhum, değil aç;
Bütün sevgi, şefkat onun ballan.
VâizL. Bana muhabbeti şerh eyle,
Ben aramam şeytan nedir, melek ne?..
Erenlerin esrarından söz söyle :
Seven, kimdir? Sevilen kim? Sevmek ne?
Beni Cennet va’di ile avutma,
O kalbimdir, çünkü sevgi ilidir,
Cehennem’in azâbîyle korkutma,
Korku nedir bilmez: Gönlüm delidir. (9)
Bir şiirinde de, dinle ilim başlığı altında şöyle diyor:
“İnsanların ilk mürşidi kimlerdir?..
Hiç şüphesiz peygamberler, velîler…
Bu devirde din, hikmete rehberdir;
Ahlâk, san’at hep o nurdan alır fer…
…
Bu son üstad der ki— : «Nakil tarihtir,
Akıl yolu, bu tarihin usûlü;
İkisi de aynı şeyi gösterir,
Matlub olan : ruhun ona vusulü!»
O şey nedir?., bir vecidli gönül mü?
Kudsî olan her şey ona dil midir?
Öyleyse al benim de son sözümü :
«Dîn kalpteki vecdin müsbet ilmidir!” (10)
Gökalp bu ulvi dinin sonradan fakihlerin ve ham zühd elinde nasıl inhiraf ettirildiğini izah ediyor:
Fakat sonra din yerini ham zühde
Verir, artık coşkun vecdi azalır;
Velîlerin yeller eser yerinde,
Mürşîd adı fakîhlere irs kalır. (11)
Gökalp ham zühd ve fakihlerden müştekidir, niçin müştekidir? Aynı şiirinin bir kıt’asında izah ediyor:
Fakîhlerin kılavuzu nakliyyât,
Dini zorla sürüklerler bu yola…
Hikmet der ki, “Bana rehber akliyyât;
O halde siz sağa gidin, ben sola!…”
Gene Gökalp aynı şiirde, din ve hikmetin, rolünü izah ederek diyor ki:
Din mürebbî olur, hikmet muallim;
Her birisi çeker ruhu bir yana!
Savaşırken bunlar, çıkar meydana
Tecrübeden doğma müsbet bir ilim;
Büyük mütefekkir ilmin tecrübeye istinat ettiğini açıklıyor (Din, kalpteki vecdin müsbet ilmidir) diyor.
Daha birçok yazı ve makalelerinde, şiirlerinde, imanını aksettiren Ziya’dan bu kadar örnekler vermekle, onu muhterem karilerime kendi veçhesiyle göstermiş oldum. Ziya sadece dinde olmayan, fakat dinde varmış gibi gösterilmek istenen fikirlere ve bu fikirleri ortaya atıp kendini yükseltmek veya kendine bu yolda menfaat saklamak isteyenlere çatmıştır.
Gökalp “Köylü Şiirleri” adlı bir şiirinde namazın kutsiyetini izah ederek der ki,
Namaz nedir? Edep ile huzuruna çıkarak
Bizi yoktan yaratana gönlümüzü açmaktır
Bu dünyanın çirkin, iğrenç işlerinden bıkarak
Bir lâhzacık arşa uçmak cehennemden kaçmaktır.
Her yerinde birer vicdan uyandıran namazdır
Buna cennet kılavuzu denilse de pek azdır
Bir kaygumuz bulunursa odur eden teselli
İki rekât namaz kılıp kurtuluruz mihnetten
Gönlümüze bir saadet yeli eser cennetten.
Ziya Gökalp İslâm dininin bütün insanları saadete götüreceğini, insanları kardeş saydığını, bayram günlerinde bu kardeşlik duygularını nasıl izhar ettiklerini Bayram adlı bir şiirinde de anlatarak son kıtasını şu beyitle bitiriyor:
Sen “insanlık, kardeşliktir” diyen büyük bir dinsin
İslâmiyet her yıl sana kavuşarak öğünsün.
Gökalp’a, ondan örnek veremiyerek, onu tanımıyarak, sırf onun idealine balta vurmak, sadece Türk milletine, Türk milliyetçiliğine zarar vermek için ona dinsiz diyenlere bu örnekler yeter zannındayım.
Yetişmezse lütfen onun eserlerini okusunlar ve kızarsınlar.
Yazıma son vermeden onun Malta’da esirken, kızı Seniha’ya yazdığı bir iki mektuptan da birer cümle almayı yerinde buluyorum. Zira insanın hususi hayatı insan ruhunun ifadesidir. Bu ifadede en samimi bir babanın kızına yazdığı mektuplar da kendini gösterir:
“Aynı hal din sahasında da gözükür. Evvelleri hocalar herkesi cehennem azabiyle korkuturdu. Şimdi herkes dinden, sevgi, şefkat, vecd ve meserret istiyor. En iyi din, Allah’ı en çok sevdiren dindir.” (12).
“Hiç kasvet çekmeyiniz. Allah vardır. Tekâmül vardır. Tabii bir adalet vardır.) (Bugünkü ahvale bakıp ta Allah’ın adaletinden şüphe etmemeli. Allah sabırlıdır. İnsanların da sabırlı olmasını ister. Onun kanunu insanların adalete, hürriyete, mükemmeliyete ulaştırmaktır. Bizim bütün çektiğimiz, sabırsız, telaşlı ve heyecanlı olmamızdandır.” diyor.
Yazımı onun bir ilâhisinden aldığım örnekle bitirerek kendisine Tanrı’dan rahmetler dilerim.
Benim gönlüm, kış günü aç
Kalan bülbül gibi muhtaç
Ruhum hasta, sensin ilâç,
Beni derdden kurtar Tanrı’m!..
Ne uzağını, ne yakınım,
Yüz verilmez bir şaşkınım;
Ayrılamam, alışkınım,
Dost olalım tekrar Tanrı’m!..
Ben görmedim, sensin bakan,
Bir nur olup kalbe akan,
Yanıyorsam, sensin yakan
Yakan od da yanar, Tanrı’m!..
Zâhid duyar celâlini,
Veli sezer cemâlini,
Ben isterim vîsâlini
Geldim sana dildâr Tanrı’m!..
Beni kovma tâ ademe,
At istersen cehenneme,
Nârında var nurdan şemme
Ben isterim dîdâr, Tanrı’m!.. (13)-
________________________________________________
(1) Ali Nüzhet (Z. Gökalp) Hayatı ve eserleri, Sa. 21.
(2) Kâzım Nami Duru Z. Gökalp) S.92
(3) Kâzım Nami Duru (Z. Gökalp) S. 93.
(4) İslâm Mecmuâsı, “Din ve Şeriat”, 12 Mayıs 1332, sayı: 44.
(5) Z. Gökalp (Yeni Hayat) Sa; 9.
(6) Z. Gökalp (Türkçülüğün Esasları) Sa: 135 (Dinî Türkçülük).
(7)
(8) Z. Gökalp (Yeni Hayat) Sa: 7.
(9) Z. Gökalp) (Yeni Hayat) Sa; 7.
(10) Z. Gökalp (Yeni Hayat) Sa; 8.
(11) Z. Gökalp (Yeni Hayat) Sa: 8.
(12) Z. Gökalp Malta mektupları Sa: 111, 113
(13) Z. Gökalp (Yeni Hayat) Sa: 35. 37.
KAYNAK: Abdulhadi TOPLU, Serdengeçti, 1950, Sayı:11, s.4, 15.