TARIK BUĞRA İLE BİR SÖYLEŞİ -Hisar, 1978-

TARIK BUĞRA İLE

BİR KONUŞMA 

  • Bu yılın Millî Kültür Vakfı Edebiyat Armağanı’nı, Firavun İmanı adlı romanınızla siz kazandınız. Bu tür ar­mağanların sanatçıya ve milli kültüre katkıları sizce ne­lerdir?

Ödül’ü sırf ödül olduğu için önemsemeyi doğru bulmuyorum. Ödül’leri değerlendiren, önce ortaya konuş sebepleri sonra da seçim, yâni jürile­rinin kararlarıdır. Bu sebeplerle bu kararlar kamu­oyunca benimseniyor ve güvenilebilir bulunuyorsa ödül önemlidir; ancak o zaman sanata, sanatçıya, dolayısı ile de millî kültüre olumlu katkılarda bulu­nabilir:

Bugün, hemen hemen her ülkede, düzinelerle ödül vardır; ama bunların arasında sonuçları ilgi top­layanlar bütün dünyada üçü, bilemediniz beşi geç­mez. Ünlü Nobel Ödülü bile, konu dışı tercihler yü­zünden etkinliğini geniş çapta kaybetmiş bulunu­yor. Sonuçları böyle tercihler ve kulis tarafından be­lirlenen ödüllerin, söylediğiniz yönde yarar değil, za­rar verdiğine inanıyorum.

Ama -tekrar edeyim- en önemli nokta, ödül ortaya koyanlarla jürilerin konunun -romansa roma­nın, şiirse şiirin; kısacası ne ise onun- kurallarını ve ölçülerini sağlam olarak bilmeleri, benimsemeleri ve bunlara hiçbir yan tercihle ihânet etmemeleridir. Aksi halde, iyi niyetler ve cömertlikler işe yaramı­yor. Biz bunun çarpıcı bir örneğini daha geçen yıl gördük: Türkiye’ye göre astronomik sayılabilecek bir ödül, Türkiye’nin en güçlü reklâm ve propaganda güçleri tarafından desteklendiği halde, onu kaza­nan esere ikinci baskı yaptırtamadı.

Ben bunu ölçü ve kuralların, ödülü ortaya koyanlarca da, jürisince de sağlam şekilde kavranamayışına bağlıyor, başlangıçta açıkladığım görüşe işte buradan varıyorum.

Dahası var: İnanç gruplarının çizgilerini keskin­leştirdiği ve sınırlarını sertleştirdiği günümüzde ödül­lerin ilgi çapı ve çerçevesinin de aynı sınırlar içinde kalması artık önlenememektedir. Artık bu ilginin yay­gınlaşması ancak ve ancak grupların propaganda gücü ile orantılı olabilmektedir. Şunu demek iste­dim:

Ödül’ü koyanlar inançları ve anlayışları yönün­de sanatçıya ve kültüre katkıda bulunmak için ödül­le yetinmemeli, önce isabetli sonuçlar için, sonra da bu sonuçların propagandası için titizlik göster­meli, çaba harcamalıdır.

Burada, sorunuzla doğrudan doğruya ilgisi bu­lunmayan bir noktaya dokunmadan yapamayaca­ğım:

İnanç ve anlayış grupları dedim. inançları ve anlayışları bir ödül ile sınırlandıramayız. Artık bun­ların dergileri, dernekleri, sendikaları, ocakları, gazeteleri, yayınevleri, endüstride, ticarette, eğitim ve iş kesimlerinde kurum ve kuruluşları bulunmakta; kısacası mücadeleleri hayatın bütün yönlerinde sür­dürülmektedir. Edebiyatın, sanatın, düşüncenin top­lum ve Devlet kaderi üzerindeki ciddî rolü kavrandı­ğına ve inkâr edilemeyeceğine göre söylediğim pro­paganda çabası inanç ve anlayışın bu çapında be­nimsenmelidir.

Söz bu noktaya gelince sitem önlenemiyor: Ku­rucularının ve yöneticilerinin değeri bilinen Millî Kül­tür Vakfı’nın daha önceki ödülleri -ne kadar üzülsek yeridir- onun paralelindeki dergiler, gazeteler ve öte­ki kuruluşlar tarafından, değil gereğince, zerre ka­dar ilgi görmemiştir.

Bununla beraber, bu sözleri sadece sitem etmek için söylemedim; bu sözler, ödül’lerden beklenen so­nucu sağlamanın bir başka şartını anlatmak istiyor.

Bunların hepsini bir yana bırakıp da konuyu so­yut olarak ele alacak olursak, derim ki;

Sanata, sanatçıya ve kültüre katkı bakımından, ödül’ler, genç yetenekleri özendirdiği için.. sanatçı­lara şevk verdiği için.. en önemlisi de, konuya ve konunun değerli örneklerine ilgi çektiği, yeni ilgiler kazandırdığı için yararlıdır. En önemlisi dedim; ger­çekten de en önemlisi budur, zira ödül’ün sanatçı­ya kazandıracağı şey veya şeyler bunun, yâni de­ğerli bir sanat eserinin onunla ilgilenenlere kazandır­dığının yanında devede kulaktır: Asıl kazanan oku­nan değil, okuyandır.

  • Günümüzde Türk romanının meseleleri sık tartı­şılan bir konu. Sizce romanımızın bugünkü durumu ve ana meseleleri nelerdir?

Dünya’nın en büyük romanlarından birisi olan Rus Romanı’nı Rusya’da devlet zoruyla kemire kemire tüketen derdin tehdidi Türk Romanı’nın en büyük meselesidir; bu da «politika»dan başka bir şey değildir. Sık sık tekrarlarım: Bir romancı, bir bilim adamı gibi, objektif olabilmeli, olaylara ve özellik­le de insanlara bağımsız ve hür bir kafa ile bakabilmelidir. Olayları ve insanları peşin hükümlerimi­zin, yandaşlıklarımızın kalıplarına dökmek veya on­ların elbiselerini giydirmek bize belki bir şeyler ka­zandırabilir; ama roman’ın canına okur. Politika bi­zim roman kaabiliyetlerimize ün vermiş, para ver­miş, bunun karşılığı olarak da asıl başarılarını en­gellemiştir. Bunun dışında Türk Romanı’nın bir şanssızlığı da, Türkiye’de sağlam bir tarih kültürünün ve ro­mancıya büyük güç katan felsefe, sosyoloji, psiko­loji bilimlerinin geleneğinin bulunmayışıdır. Ama, bu demek değildir ki, Türkiye’de roman ve romancılar yoktur. Aksine, ben edebiyatımıza girişinden pek az sonra Türkçe’de -gerçek anlamıyla- büyük roman­lar yazıldığını biliyorum. Bunlar yazılmaktadır da. Çünkü roman, bir bakıma ve bir çapta da kişiye bağ­lı bir yetenektir. Bugün için bir Türk Romanı’ndan söz edilmese de, güzel ve değerli Türk romanları, hattâ romancıları bulunduğunu rahat rahat söyle­yebiliriz.

  • “Küçük Ağa” dizisiyle Kurtuluş Savaşı’na bu ko­nuyu işleyen diğer eserlerden farklı bir yaklaşımınız ol­muştur. “Firavun İmanı”nda Milli Mücadele kadrosunun zaferden sonraki iç çekişmelerini ele alıyorsunuz. Bu ba­kımdan eserinizin getirdiği yorum ne olmuştur?

Hiç bir romanımı özel bir yorumlama veya belli bir yoruma varmak için yazmadım. Yazarın il­gi duyduğu konular vardır; bunlar, her şeyden önce, hattâ sadece, roman olmalıdır. Yorum onlar romanlaşırken oluşur. Yazarın -hiç değilse kendim için id­dia edebilirim- bir yorum veya bir yargı için işe baş­laması romana ihanettir. Gelişmenin tabiiliğini mut­laka bozan, hayatı ve insanları yozlaştıran bir ya­nılgıdır bu. Bir yorum aramak isteyenlerin ve bul­duklarına inananların haklarına dokunmadan söylü­yorum; “Firavun İmanı”, daha önce yazılan “Küçük Ağa”daki oluşumun beşinci perdesidir; bir trajedi­nin değilse bile, bazı trajik kaderlerin Türkiye’yi de­rinden ilgilendiren hikâyesidir.

Onda yiğitlikler, dürüstlükler, kahramanlıklar, temizlikler ve kalleşlikler, çıkarcılıklar dalavereler anlatılır. Yorum okuyucunundur.

Tarihi roman kavramı veya roman-tarih münase­betinde sanatçının kişilere ve olaylara karşı takınacağı tavır sizce nasıl olmalıdır?

İkinci sorunuza cevap vermeye çalışırken söyledim: Objektif, tarafsız. Hür ve bağımsız bir ka­fa ile. Peşin hükümlere ve inanç veya görüş paraleline sokmaya kalkışmadan. Kişileri ve olayları anla­maya çalışarak. Yazarın burada -ve genel olarak- sübjektiflik hakkı konu ve kişi seçiminden öteye gitmemelidir derim.

  • Öncelikle kendi eserlerinizi basmak üzere bir ya­yınevi kurma teşebbüsünde bulunduğunuzu haber aldık. Sizi bu teşebbüse götüren sebepler nelerdir? Ne gibi eser­ler basmayı ve Türk kültürüne ne şekilde katkıda bulun­mayı düşünüyorsunuz?

Yol Yayınevi’ni, söylediğiniz gibi, öncelikle kendi eserlerimi basmak için kurdum. Sebep de şu: “Küçük Ağa” kısa sürede dördüncü baskısını da bitir­di. “İbiş’in Rüyası”nın üçüncü baskısı şu günlerde Kervan tarafından çıkarılmak üzere. “Firavun İmanı”nın ilk baskısı çıktığı yıl tükenmişti. Ve yayımcılarım dönüp dolaşıp bu romanlarım üzerinde duruyor, öte­ki kitaplarım için, âdeta bunların satmayacağı döne­mi bekliyorlardı. O hale gelmişti ki, ben sanki başka roman yazmamış, hikâyeleri -dört baskı yapmaları­na rağmen- olmamış, piyesleri oynanmamış birisiy­dim. Bir cesaret, bir dost desteği ve teşviki, girdim bu işe. Bir sebep de, Türkiye’de artık dağıtım me­selesinin çözümlenmiş bulunması ve ANDA gibi dü­rüst, sağlam ve başarılı kuruluşların bulunuşudur.

Umduğum sonucu alabilirsem, fazla bekleme­den, ne olduğu bilinen sanat ve düşünce dünyama uygun her çeşit eseri, yazarları ünlü, ünsüz deme­den basmak istiyorum.

Hisar Dergisi, 1978