TARIK BUĞRA İLE
BİR KONUŞMA
- Bu yılın Millî Kültür Vakfı Edebiyat Armağanı’nı, Firavun İmanı adlı romanınızla siz kazandınız. Bu tür armağanların sanatçıya ve milli kültüre katkıları sizce nelerdir?
Ödül’ü sırf ödül olduğu için önemsemeyi doğru bulmuyorum. Ödül’leri değerlendiren, önce ortaya konuş sebepleri sonra da seçim, yâni jürilerinin kararlarıdır. Bu sebeplerle bu kararlar kamuoyunca benimseniyor ve güvenilebilir bulunuyorsa ödül önemlidir; ancak o zaman sanata, sanatçıya, dolayısı ile de millî kültüre olumlu katkılarda bulunabilir:
Bugün, hemen hemen her ülkede, düzinelerle ödül vardır; ama bunların arasında sonuçları ilgi toplayanlar bütün dünyada üçü, bilemediniz beşi geçmez. Ünlü Nobel Ödülü bile, konu dışı tercihler yüzünden etkinliğini geniş çapta kaybetmiş bulunuyor. Sonuçları böyle tercihler ve kulis tarafından belirlenen ödüllerin, söylediğiniz yönde yarar değil, zarar verdiğine inanıyorum.
Ama -tekrar edeyim- en önemli nokta, ödül ortaya koyanlarla jürilerin konunun -romansa romanın, şiirse şiirin; kısacası ne ise onun- kurallarını ve ölçülerini sağlam olarak bilmeleri, benimsemeleri ve bunlara hiçbir yan tercihle ihânet etmemeleridir. Aksi halde, iyi niyetler ve cömertlikler işe yaramıyor. Biz bunun çarpıcı bir örneğini daha geçen yıl gördük: Türkiye’ye göre astronomik sayılabilecek bir ödül, Türkiye’nin en güçlü reklâm ve propaganda güçleri tarafından desteklendiği halde, onu kazanan esere ikinci baskı yaptırtamadı.
Ben bunu ölçü ve kuralların, ödülü ortaya koyanlarca da, jürisince de sağlam şekilde kavranamayışına bağlıyor, başlangıçta açıkladığım görüşe işte buradan varıyorum.
Dahası var: İnanç gruplarının çizgilerini keskinleştirdiği ve sınırlarını sertleştirdiği günümüzde ödüllerin ilgi çapı ve çerçevesinin de aynı sınırlar içinde kalması artık önlenememektedir. Artık bu ilginin yaygınlaşması ancak ve ancak grupların propaganda gücü ile orantılı olabilmektedir. Şunu demek istedim:
Ödül’ü koyanlar inançları ve anlayışları yönünde sanatçıya ve kültüre katkıda bulunmak için ödülle yetinmemeli, önce isabetli sonuçlar için, sonra da bu sonuçların propagandası için titizlik göstermeli, çaba harcamalıdır.
Burada, sorunuzla doğrudan doğruya ilgisi bulunmayan bir noktaya dokunmadan yapamayacağım:
İnanç ve anlayış grupları dedim. inançları ve anlayışları bir ödül ile sınırlandıramayız. Artık bunların dergileri, dernekleri, sendikaları, ocakları, gazeteleri, yayınevleri, endüstride, ticarette, eğitim ve iş kesimlerinde kurum ve kuruluşları bulunmakta; kısacası mücadeleleri hayatın bütün yönlerinde sürdürülmektedir. Edebiyatın, sanatın, düşüncenin toplum ve Devlet kaderi üzerindeki ciddî rolü kavrandığına ve inkâr edilemeyeceğine göre söylediğim propaganda çabası inanç ve anlayışın bu çapında benimsenmelidir.
Söz bu noktaya gelince sitem önlenemiyor: Kurucularının ve yöneticilerinin değeri bilinen Millî Kültür Vakfı’nın daha önceki ödülleri -ne kadar üzülsek yeridir- onun paralelindeki dergiler, gazeteler ve öteki kuruluşlar tarafından, değil gereğince, zerre kadar ilgi görmemiştir.
Bununla beraber, bu sözleri sadece sitem etmek için söylemedim; bu sözler, ödül’lerden beklenen sonucu sağlamanın bir başka şartını anlatmak istiyor.
Bunların hepsini bir yana bırakıp da konuyu soyut olarak ele alacak olursak, derim ki;
Sanata, sanatçıya ve kültüre katkı bakımından, ödül’ler, genç yetenekleri özendirdiği için.. sanatçılara şevk verdiği için.. en önemlisi de, konuya ve konunun değerli örneklerine ilgi çektiği, yeni ilgiler kazandırdığı için yararlıdır. En önemlisi dedim; gerçekten de en önemlisi budur, zira ödül’ün sanatçıya kazandıracağı şey veya şeyler bunun, yâni değerli bir sanat eserinin onunla ilgilenenlere kazandırdığının yanında devede kulaktır: Asıl kazanan okunan değil, okuyandır.
- Günümüzde Türk romanının meseleleri sık tartışılan bir konu. Sizce romanımızın bugünkü durumu ve ana meseleleri nelerdir?
Dünya’nın en büyük romanlarından birisi olan Rus Romanı’nı Rusya’da devlet zoruyla kemire kemire tüketen derdin tehdidi Türk Romanı’nın en büyük meselesidir; bu da «politika»dan başka bir şey değildir. Sık sık tekrarlarım: Bir romancı, bir bilim adamı gibi, objektif olabilmeli, olaylara ve özellikle de insanlara bağımsız ve hür bir kafa ile bakabilmelidir. Olayları ve insanları peşin hükümlerimizin, yandaşlıklarımızın kalıplarına dökmek veya onların elbiselerini giydirmek bize belki bir şeyler kazandırabilir; ama roman’ın canına okur. Politika bizim roman kaabiliyetlerimize ün vermiş, para vermiş, bunun karşılığı olarak da asıl başarılarını engellemiştir. Bunun dışında Türk Romanı’nın bir şanssızlığı da, Türkiye’de sağlam bir tarih kültürünün ve romancıya büyük güç katan felsefe, sosyoloji, psikoloji bilimlerinin geleneğinin bulunmayışıdır. Ama, bu demek değildir ki, Türkiye’de roman ve romancılar yoktur. Aksine, ben edebiyatımıza girişinden pek az sonra Türkçe’de -gerçek anlamıyla- büyük romanlar yazıldığını biliyorum. Bunlar yazılmaktadır da. Çünkü roman, bir bakıma ve bir çapta da kişiye bağlı bir yetenektir. Bugün için bir Türk Romanı’ndan söz edilmese de, güzel ve değerli Türk romanları, hattâ romancıları bulunduğunu rahat rahat söyleyebiliriz.
- “Küçük Ağa” dizisiyle Kurtuluş Savaşı’na bu konuyu işleyen diğer eserlerden farklı bir yaklaşımınız olmuştur. “Firavun İmanı”nda Milli Mücadele kadrosunun zaferden sonraki iç çekişmelerini ele alıyorsunuz. Bu bakımdan eserinizin getirdiği yorum ne olmuştur?
Hiç bir romanımı özel bir yorumlama veya belli bir yoruma varmak için yazmadım. Yazarın ilgi duyduğu konular vardır; bunlar, her şeyden önce, hattâ sadece, roman olmalıdır. Yorum onlar romanlaşırken oluşur. Yazarın -hiç değilse kendim için iddia edebilirim- bir yorum veya bir yargı için işe başlaması romana ihanettir. Gelişmenin tabiiliğini mutlaka bozan, hayatı ve insanları yozlaştıran bir yanılgıdır bu. Bir yorum aramak isteyenlerin ve bulduklarına inananların haklarına dokunmadan söylüyorum; “Firavun İmanı”, daha önce yazılan “Küçük Ağa”daki oluşumun beşinci perdesidir; bir trajedinin değilse bile, bazı trajik kaderlerin Türkiye’yi derinden ilgilendiren hikâyesidir.
Onda yiğitlikler, dürüstlükler, kahramanlıklar, temizlikler ve kalleşlikler, çıkarcılıklar dalavereler anlatılır. Yorum okuyucunundur.
Tarihi roman kavramı veya roman-tarih münasebetinde sanatçının kişilere ve olaylara karşı takınacağı tavır sizce nasıl olmalıdır?
İkinci sorunuza cevap vermeye çalışırken söyledim: Objektif, tarafsız. Hür ve bağımsız bir kafa ile. Peşin hükümlere ve inanç veya görüş paraleline sokmaya kalkışmadan. Kişileri ve olayları anlamaya çalışarak. Yazarın burada -ve genel olarak- sübjektiflik hakkı konu ve kişi seçiminden öteye gitmemelidir derim.
- Öncelikle kendi eserlerinizi basmak üzere bir yayınevi kurma teşebbüsünde bulunduğunuzu haber aldık. Sizi bu teşebbüse götüren sebepler nelerdir? Ne gibi eserler basmayı ve Türk kültürüne ne şekilde katkıda bulunmayı düşünüyorsunuz?
Yol Yayınevi’ni, söylediğiniz gibi, öncelikle kendi eserlerimi basmak için kurdum. Sebep de şu: “Küçük Ağa” kısa sürede dördüncü baskısını da bitirdi. “İbiş’in Rüyası”nın üçüncü baskısı şu günlerde Kervan tarafından çıkarılmak üzere. “Firavun İmanı”nın ilk baskısı çıktığı yıl tükenmişti. Ve yayımcılarım dönüp dolaşıp bu romanlarım üzerinde duruyor, öteki kitaplarım için, âdeta bunların satmayacağı dönemi bekliyorlardı. O hale gelmişti ki, ben sanki başka roman yazmamış, hikâyeleri -dört baskı yapmalarına rağmen- olmamış, piyesleri oynanmamış birisiydim. Bir cesaret, bir dost desteği ve teşviki, girdim bu işe. Bir sebep de, Türkiye’de artık dağıtım meselesinin çözümlenmiş bulunması ve ANDA gibi dürüst, sağlam ve başarılı kuruluşların bulunuşudur.
Umduğum sonucu alabilirsem, fazla beklemeden, ne olduğu bilinen sanat ve düşünce dünyama uygun her çeşit eseri, yazarları ünlü, ünsüz demeden basmak istiyorum.
Hisar Dergisi, 1978