KIZIL ELMA
Can Mustafa ÇEBİ
Önce ne olmadığından başlayalım. Yesrib’in hurması veya Frenk’in üzümü değildir. Cildi gençleştirmez, bünyeyi esritmez , yalnızca ruhu diri tutar. Ülküdür , ülkücülere hastır. Alınabilirliği ve satılabilirliği olmadığı gibi maddi bir karşılığı da yoktur… Bundan sonrasını bu ön kabullere bağlı kalmak şartıyla okuyabilir ve anlayabilirsiniz…
Modern dönemlerin siyaset kuramları ülkelerin kaderlerini coğrafyalarıyla bir tutar. Aynı durum modern öncesi dönemlerin toplumları için de geçerlidir. İnsan toplulukların sosyolojik gelişimleri ve bu sosyolojik durumun şekillendirdiği bütün toplumsal kurumlar coğrafyayla ilintilidir. Türklerin tarih sahnesinde göründüğü ilk coğrafi alanlar Asya’nın ortalarıdır. Kışların çok çetin , yazların da bir o kadar kurak geçtiği bölgede Türkler bu zorlu hayata adapte olacak şekilde sosyalleşmişler ve bu kültürel kodlarını nesilden nesile aktarmışlardır. Pastoral göçebelik olarak tanımlanabilecek hayat tarzı bireyden ziyade kolektif iş birliğini zaruri kılan bir yaşayış biçimidir. Türklerin teşkilatlanma kabiliyetleri , yani hızlı bir şekilde organize olup müesseseler teşkil edebilmesi bu yaşayış biçiminin kazanımıdır. Zorlu coğrafi şartların dayattığı psikolojik ve bedensel dayanıklılık gerekliliği Türkleri sıcak iklim insanlarından farklı bir psiko-sosyal yapıya taşımış, avcılık kültürü ile beraber bu durum Türkleri savaş konusunda maharetli bir toplum haline getirmiştir. Bu durum hakkında Abbasi döneminde yaşamış olan Humeyd’in kaydettikleri ilgi çekicidir : “Hızlı yürüyüşe tahammüle gelince , sınırdakiler ,postacılar,hadımlar,Haricilerin güçleri bir kişi de toplansa bir Türk’e eşit olamazlar. Türk, çoban , seyis ,at eğiticisi, cambaz, baytar , süvaridir. Bir Türk başlı başına bir millettir” diyerek, Türklerin zorlu hayat şartlarında hayatta kalabilmek için kendilerini nasıl donattıklarına işaret etmektedir. Hatta Humeyd Türklerin bu maharetlerini savaş sanatında nasıl icra ettiklerini de şu kıyasla anlatmaktadır : “Harici takip ederse yakalaması, takip edilirse kurtulmasıyla övünür. Türklerin ise kurtulmaya ihtiyacı yoktur. Zira o takip edilmez, yakalanmaya yeltenilmez. Yakalanma ümidi olmayanı kim takip eder?”
Türklerin savaş konusunda mahir olmaları önemlidir. Fakat savaş konusunda mahir olmadan ziyade savaşın neden yapıldığı daha önemlidir. Hiç kuşku yok ki savaş sadece yağma ve talan için yapılır ise bu meziyet tarih kitaplarına “barbarlık” olarak geçer. Çoğunlukla da böyle geçmiştir. Türklerin üstün askeri güçleri karşısında tutunamayan bütün diğer toplumlar Türkleri barbarlık ile itham etmişlerdir. Burada barbarlık kavramına da bir parantez açmak gerekmektedir. Barbarlık Antik Yunan menşeili bir kavramdır. Antik Yunan öğretisi insanları ikiye ayırmaktadır; Yunanlılar ve barbarlar. Dolayısıyla Yunanlılara göre Yunan olmayan herkes barbardır. Bu görüş zaman içerisinde Antik Yunan medeniyetini sahiplenen her toplum için kendilerinden olmayan herkes için kullanılır hale gelmiştir. Antik Yunan medeniyetini sahiplenen her medeniyetin karşısına da tarih boyunca Türkler çıktığı için barbarlık ithamıyla en çok Türkler karşılaşmıştır. Halbuki Roma’yı tehdit eden Cermen kavimleri de barbar olarak anılmaktayken , Cermenlerin zaman içerisinde Avrupa kimliği içinde yer almaları kendilerini bu sıfattan uzaklaştırmıştır. Türkler ise oluşturdukları kendi medeniyet kodları ile tarih boyunca Avrupa medeniyetinin anti- tezi olmuşlardır.
Türklerin fetih hareketlerinde pastoral göçebeliğin gereği olan yeni yaşam alanları bulma gibi maddi gayeler bulunsa da , hiçbir tarihi görüş Türklerin Altay Dağları’ndan Paris’e (Atilla meşhur Katalon savaşını yapmadan evvel Paris yakınlarından geçmiştir. Bu geçiş sırasında Paris halkına kenti terk etmeyip dua etmelerini telkin eden Genevieve adlı kız bu olaydan sonra Paris kentinin koruyucu azizesi ilan edilmiştir. Genevieve bugün hala Paris’in koruyucu azizesidir. Hatta Paris’te bugün bile Saint Genevieve adında bir kütüphane mevcuttur) kadar olan akınlarını sadece maddi gerekçeler ile izah edemez. Bu durum her büyük fatih ve fetihçi toplum için geçerlidir. Mesela büyük fatih İskender’in çıktığı büyük seferde güttüğü amaç bütün insanlığı tek bir krallık altında uyum içinde yaşatmaktır. Hatta bu büyük sefer tarihin ilk küreselleşme hareketi olarak tanımlanır. Her büyük iddia kendini meşru kılabilmek için manevi öğelerden istifade etmek ister. Makedonyalı Büyük İskender’in bu büyük iddiasının da böyle destani bir dayanağı vardır. Efsaneye göre bugün Eskişehir hudutları içinde kalan bölgede Kral Midas tarafından atılmış ve adına Gordiyum denen bir düğüm vardır. Gordiyum düğümünü çözecek kişi ise tüm Asya’ya hakim olacaktır. Büyük İskender bu düğümü kılıcıyla keserek çözer ve kehanetin gerçekleşmesi için gereken destani motivasyon unsuruna sahip olarak Asya fethini tamamlar. Haçlı seferleri veya coğrafi keşifler ile İspanyol ve Portekiz armadalarının yeni kıtalarda yaptıkları bütün fetihlerde de manevi bir motivasyon unsuru vardır. Günümüz Meksika’sında, yaptığı katliamlardan ötürü tarihin unutulması gereken bir parçası olarak görüldüğü için Domnatio Memoriae (Hatıranın Lanetlenmesi) olarak anılan Hernan Cortes Aztek İmparatorluğu’nu tarih sahnesinden silerken bunu Hristiyanlığı yaymak adına yaptığını söylüyordu. İlginçtir İspanyolların bu büyük fatihinin ülküsü kendisinden daha büyük bir ülkü taşıyan başka bir millet tarafından Akdeniz sularına gömülecektir. Hernan Cortes Adriyatik’te yapılan Preveze deniz savaşında büyük amiral Andrea Dorya ile beraber Türk donanmasının karşısına çıkmış , savaş sonunda batan gemisini seyretmek zorunda kalarak canını zor kurtarmıştır.
Büyük ülküler için destani motivasyon unsurları önemlidir. Hun İmparatoru Atilla kendisine bağlı bütün kavimlerle beraber iki Roma’nın da karşısına dikildiği zaman bu unsurlardan istifade etmiştir. O’nun da ülküsü bir tarihi mirasa dayanıyordu. Hedefi, atalarından Uldız’ın (Yıldız) “güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar her tarafı fethederim” sözünün gereğini yapmaktı. Atilla bu hedefi gerçekleştirmek için aradığı mitolojik motivasyon öğesini bir Hun çiftçisinin ineği sayesinde elde etmiştir. İneğin ayağını kesen metal madde , Yunan mitolojisinde Ares olarak geçen , Roma panteonunda ise Mars olarak bilinen savaş tanrısının kılıcıdır. Atilla Greko-Romen temelli Kontantinapolis ve Roma halklarına bu mitolojik öğe sayesinde korku salmasını bilmiştir. Tabi ki her propaganda unsuru muhatabı için karşı propaganda taktiklerinin de geliştirilmesine sebebiyet vermektedir. Mars’ın kılıcını elinde tutan Atilla’yı ancak başka bir efsane durdurabilirdi, öyle de olmuştur. Atilla 452 senesinde Roma’ya doğru yürürken dönemin Papa’sı Leo , Roma’yı bağışlaması için kendisi ile görüşüp Atilla’nın geri dönmesini sağlamıştır. Tarihin efsanevi boyutu ise bugünü bir kurtuluş günü olarak kabul eden Hristiyan metinlerinde şöyle anlatılmaktadır ; Atilla Papa ile konuşurken , gökyüzünde ellerinde kılıcıyla bir aziz görünür. Bu kişi aziz Peter(Petrus)’dir ve papaya karşı gelirse elindeki kılıcıyla onu öldüreceğini söyler.
Bu anlatım Batı literatüründe öylesine yer etmiştir ki olayın vuku bulduğu tarihten yaklaşık bin yıl sonra ünlü Rönesans sanatçısı Raffaello 1531 yılında bu olayı konu edinen meşhur freskini yaparak kendi efsanevi anlatımlarını ölümsüzleştirmiştir. Aziz Peter/Petrus , Hz. İsa’nın havarilerinden olup , Hristiyanlığın esas yayıcılarındandır. Atilla dünya hakimiyeti amacıyla Avrupa’ya öyle bir korku salmıştır ki , Hristiyanlar ancak gökten bir Aziz geldiği takdirde O’nu durdurabileceklerini düşünmüşlerdir. Atilla’nın Roma yürüyüşünü yarım bırakmasının gerçek nedeni ise farklıdır. Şayet Atilla ordusunda kaynaklanan nedenlerden dolayı geri dönmek zorunda kalmayıp yürüyüşe devam etmiş olsaydı , bu kez de Avrupa metinlerinin Colloseum’a inen Hz. İsa rivayetleriyle dolu olacağı düşünülebilir. Böyle de olsa yani gökten Hz. İsa inerek Atilla’dan kenti bağışlamasını dileseydi muhtemelen Atilla’nın cevabı Troyes kentinin bağışlanması için Atilla ile görüşen Lupus’a verdiği cevap gibi olacaktır. Kendini “Tanrı’nın elçisi” olarak tanıtan Lupus’a Atilla’nın verdiği cevap : “Ego sum Atilla. Flagellum dei.” Yani “Ben de Atilla ,Tanrı’nın kırbacıyım” dır…
Tarihin gördüğü en büyük cihangirlerden biri olan Cengiz Han’da büyük ülkülerini manevi ve mitolojik öğelerle kuvvetlendirmiştir. Doğduğunda avucunun içinde bir kan pıhtısı vardır ve bu onun büyük bir fatih olacağına delalet etmektedir. Ayrıca Cüveyni’nin ifadesine göre Cengiz Han Buhara’da minbere çıkarak ahaliye şöyle seslenmiştir : “Çok büyük günahlar işlediğinizi biliyorsunuz ve aranızdan birçoğunun bu günahları işlediğini de biliyorsunuz. Bunu neye dayanarak söylediğimi soracak olursanız : Tanrı beni sizi cezalandırmak için gönderdi, eğer bu büyük günahları işlememiş olsaydınız Tanrı benim gibi birisini ceza olarak size göndermezdi.” Zaten Avrupa kaynaklarında Cengiz Han orduları cehennemden geliyordu. Hatta Cengiz Han orduları karşısındaki acizliği yine Grek mitolojisine dayandırıp, Moğolların Hades’in ölüler diyarının en derin yeri olan cehennem çukuru Tartarus’tan gelen yaratıklar olduğunu düşünüyorlardı. Halbuki Cengiz Han ve Moğollar ne Tartarus’tan gelen zebaniler, ne Yecüc Mecüc, ne Yecüc Mecüc’ün İncildeki karşılığı olan Gog ve Magog’dur. Cengiz Han tıpkı gökte tek bir Tanrı’nın olduğu gibi yeryüzünde de tek bir han olmasını ülkü edinmiş bir cihangirdir ve ömrünü bu ülküye adamıştır.
Türk yaşayış tarzının bir tezahürü olarak, Türklerin inanç dünyaları animistik temellidir. Pastoral göçebeliğin bir gereği olarak Türkler eski devirlerinde yerleşik kültürler gibi bir medeniyet oluşturmaktan ziyade hayat şartları gereği doğaya ve onun unsurlarına ehemmiyet veren bir algılayış biçimi geliştirmişlerdir. Türklere göre doğada bulunan her nesnenin bir ruhu vardır. Suyun kirletilmesi “yazuk” yani günahtır. Bugün hala toprağa “toprak ana” ifadesini sunmamız toprağı ruhu olan ve tıpkı bir anne gibi fedakarlık yapan bir ruha sahip olduğu inancımızın akislerindendir. Ötüken Yış, Han Tengri , Yir-Sub ,Kayın Ağacı , Kök Böri (Bozkurt) gibi ifade ve semboller Türklerin hayatını kuşatan doğal unsurlara yükledikleri kutsallığa atıf yapan örneklerdir. Ölen kişilerin kişisel eşyalarıyla beraber kullandıkları atı ile gömülmesi ritüeli de bu her varlığa bir ruh yüklemekle ilintilidir. Zira Türklerin inanç dünyası dahi gök ile ilişkilendirilmiş ve yaratıcılarına Kök Tengri adını vermişlerdir. Bütün bu animistik düzen çerçevesinde Türkler, zaman içerisinde hedef olarak tayin ettikleri ilahi misyonlarını Kızıl Elma olarak ifadelendirmişlerdir. Kızıl Elma ülküsünün ana taşıyıcısı olan Oğuz Türkleri’nin efsanevi atası Oğuz Kagan oğullarına Gün, Ay, Yıldız, Gök, Dağ,Deniz adlarını vererek hem bu animistik anlayışın tezahürünü göstermiş hem de destanda geçen “kün tuğ bolgıl kök kurıkan (güneş tuğumuz olsun,gökyüzü çadırımız)” ifadesiyle Oğuzlara Kızıl Elma’nın rotasını çizmiştir.
Kızıl Elma kavramının özelliği onu ülkü edinen millet için devamlı bir dinamizm unsuru sağlamasıdır. Çünkü Kızıl Elma yaklaştıkça uzaklaşan bir olgudur ve nihai hedefi Türk Cihan Hakimiyeti mefkuresidir. Her şeyden evvel ortada bir hedef vardır ve bu hedef kırmızı ya da sarı (bazı Türk lehçelerinde sarı renkte olan altın , kızıl olarak söylenir,Azeri lehçesi bunlardan biridir) ve yuvarlak hatlı bir cisimle sembolleştirilmiştir. Kızıl Elma kavramının hususiyetle Oğuz Türkleri’ne has olması ve Oğuz Kagan adıyla bilinen fetihçi efsanevi kişiliğin fetihlerinin rotasını Batı’ya doğru çevirmesinin nedeni Batı’da ki bir kentte som altından yapılmış bir küre olduğu ve bu kürenin cihan hakimiyetini sembolize ettiği inancıdır. Zira Oğuz Türkleri , kendilerine göre daha Batı’da olan Hazar Kaganlarından birinin otağının üzerinde bulunan altın küreyi ele geçirmek istemişlerdir. Bu hedef zaman içerisinde İran üzerinden Anadolu’ya intikal ederek Türklerin hakimiyet metaforunun sembolü haline gelmiştir.
Hakimiyet sembolü kırmızı ve oval bir cisim olarak sembolize edilmiştir ve burada efsanevi “yada taşı” ndan da söz etmek gerekmektedir. Yada Taşı sihirli bir taştır ve Türkler’in ilk atasına Türk Tengrisi tarafından verilmiştir. Nuh Tufan’ı temelli anlatılara göre Nuh Peygamber dünyayı oğulları arasında pay ettiğinde Yafes’e Slav, Türk ve Çin ülkeleri verilmiştir. Yafes gerektiğinde yağmur yağdırabilmek amacıyla Tanrı’dan niyazda bulunmuş, Tanrı’da ona bir dua öğretmiştir. Bu duayı unutmamak için bir taşa yazan Yafes , bu taşı boynuna asarak istediği zaman yağmur yağdırma gücü edinmiştir. Aynı anlatıya göre zamanla bu taş Oğuz, Kalaç ve Hazarlara verilmiş olup aralarında çıkan anlaşmazlık yüzünden taş Oğuzlar’da kalmıştır. Fakat bu taşı elde edebilmek için Türk boyları arasındaki mücadele devam etmiştir. Yada taşının su ile ilintisi önemlidir. Bozkır halklarının kurak bozkır ikliminde en çok ihtiyacı olan suyu elde etmek için yağmur yağdırma kudretini edinmeleri bir hakimiyet sembolü olarak okunabilir. Yada taşı ve bu taşla yağmur yağdırılarak savaşlarda zaferler kazanıldığı gerek Kaşgarlı Mahmud’un anlatımlarında gerek Tarih-i Reşidi’de ki Emir Timur ile İlyas Hoca arasında yapılan savaşın kaydedildiği bölümde vurgulanmaktadır. Fakat gücü sembolize eden bu Yada Taşı’nın Kızıl Elma kavramıyla ne kadar ilintili olduğu muallaktır.
Türkler kendilerinin ilahi bir sorumlulukla vazifelendirildiğine inanırlar. Bu sorumluluk dünyayı Türk Tanrısı’nın nizamına göre yani töreye göre yönetmektir. Türk milliyetçiliğinin temel referans kaynağı olan Orhun Bengütaşları’nda bu husus göze çarpmaktadır. Kül Tigin Abidesi’nin güney yüzünde Bilge Kagan muhataplarına şöyle seslenmektedir : “Tanrı gibi gökte oturmuş Türk Bilge Kaganı ,bu zamanda oturdum. Sözümü tamamiyle işit . Bilhassa küçük kardeş yeğenim, oğlum, bütün soyum, milletim, güneydeki şadapıt beyleri, kuzeydeki tarkan, buyruk beyleri, Oğuz Tatar… Dokuz Oğuz beyleri, milleti! Bu sözümü iyice işit , adam akıllı dinle. Doğuda gün doğusuna, güneyde gün ortasına , batıda gün batısına ,kuzeyde gece ortasına kadar , onun içindeki millet hep bana tabidir.” Aynı yazıtın 9. Satırında geçen “Tanrı buyurduğu için, kendim devletli olduğum için kagan oturdum “ ifadesi de Türklerin , Tanrı tarafından vazifelendirildiği inancını yansıtmaktadır. Yine Bilge Kagan yazıtlar da “Üstte mavi gök , altta yağız yer kılındıkta ikisi arasında insanoğlu kılınmış. İnsanoğlu üzerine ecdadım Bumın Kagan, İstemi Kagan oturmuş. Oturarak Türk milletinin ilini , töresini tutu vermiş, düzene soku vermiş” diyerek , insanların üzerinde Türklerin onları yönetmek için Tanrı tarafından gönderildiğine atıf yaparak Türk Cihan Hakimiyeti ülküsünü ölümsüzleştirmişlerdir. Kızıl Elma kavramı işte bu ülkünün sembolik ifadesidir.
Doğu’da meskun bulunan Türklerin ,hedef olarak tayin ettikleri Kızıl Elma rotasının Batı’da olması hem Türk hem dünya tarihi açısından önemli neticeler doğurmuştur. Oğuz Türkleri’nin Batı’ya doğru iskan olması bu kavram ile birleşmiş ve dünya tarihi Kızıl Elma’ya ulaşmaya çalışan bir toplum tarafından şekillendirilmiştir. Kızıl Elma’yı Oğuz Türkleri’nin sahiplenmesi de içerisinde kozmik ya da ilahi mesajlar taşımaktadır. Türkler’in ulu atası Oğuz Kagan , altı oğlunu üç oklar ve boz oklar diye ikiye ayırmış, Oğuzların teşekkül ettiği 24 boyu da bu altı oğluna taksim etmiştir. Töreye göre kurultayda Oğuz Han’ın sağında oturan Bozoklar ,Üçoklardan üstündür. Bu yüzden Oğuz Kagan’dan sonra yerine Bozokların en büyüğü olan Gün Han geçmiştir. Gün Han’a bağlı boylar arasında da Kayı boyu ilk sırayı almaktadır. Türklerin cihan hakimiyeti ülküsünü en müşahhas hale getiren Osmanlı İmparatorluğu’nun Kayı boyu tarafından kurulmuş olması bu çerçevede dikkate değerdir. Kızıl Elma da esas hüviyetini Kayı boyunun kurduğu Osmanlı İmparatorluğu zamanında kazanmıştır. Tarihçilerin üzerinde mutabık olduğu konulardan biri Osmanlı İmparatorluğu’nun Konstantinapolis’in fethiyle imparatorluk yani büyük bir güç haline geldiğidir. Konstantinapolis’in fethi de Kızıl Elma misyonun tecelligahlarından biridir. Henüz İstanbul olmayan Konstantinapolis’te Justinianus heykeli bulunmaktadır. Atı üzerinde bulunan Justinianus bu heykelde elinde kızıl bir küre tutmaktadır. Hristiyan kaynaklara göre bu küre dünyayı , elinde tutmuş olması da dünya hakimiyetini sembolize etmektedir. Seyyahlara göre bu küre Bizans İmparatorluğu’na manevi bir güç vermektedir. Hatta heykelin yönünün Anadolu’yu göstermesi , bu küreyi alacak olanların Anadolu istikametinden geleceğine delalet sayılmaktadır. İspanyol diplomat Clavijo , İspanya Kralı Henry tarafından Emir Timur’a yaptığı ziyaret için İstanbul’a uğradığında Justinianus heykelinden şöyle bahsetmektedir ; “Atın sırtındaki savaşçının sağ kolu kalkıktır , avucu açıktır. Sol eli atın dizginini tutmaktadır. Sağ elin avucunda , altından bir top vardır. “ Clavijo’nun tasvirine göre Justinianus’un üzerinde olduğu at , dört at büyüklüğündedir. Bu kadar ihtişamlı bir heykelin elinde tuttuğu altın küre de Türklerin her zaman Batı’da varsaydıkları Kızıl Elma için uygun bir hedeftir. Neticede Oğuz Türkleri hedefe nail olmuş ve Türk cihan hakimiyetinin önemli bir merhalesi olan Konstantinapolis feth olunarak, dünyaya yeni Türk nizamı muştulanmıştır.
Fakat Türkler’in Kızıl Elma metaforu yukarı da belirtildiği üzere dinamik bir unsurdur. Ayasofya’da çan seslerinin yerini ezan sesi aldıktan sonra Kızıl Elma artık kendine yeni bir yer bulmuştur. Bu yeni yer St. Pietro kilisesinin bulunduğu kent olan Katolik dünyanın merkezi Roma’dır. Bu yeni hedefin ,yani Kızıl Elma’nın zaman içinde Roma’da ki meşhur St. Pietro kilisesi olarak anılması günümüzün ideolojik tahayyülü değil bilakis tarihi bir vesikadır. 1818-1866 yılında yaşamış olan Osmanlı devlet adamı ve tarihçi Hayrullah Efendi’nin yazdığı Avrupa Seyahatnamesi adlı kitapta oğlunun Roma gezisiyle alakalı kendisine yazdığı mektuba da yer verilmiştir. Bu mektupta Saint Pietro’yu tarif eden Abdülhalik Nasihi kilisenin kubbesini şöyle tasvir eder : “Şeh-nişinin üstü bir küçük kubbe ile mestur olmakla, alem-i kebir ve Kızıl Elma diye diye şöhret-gir olan parlak yuvarlak orada vakidir”. Aynı eserde Hayrullah Efendi yine Roma kenti için “İtalya tarikiyle azimetimi hususen dünyanın her bir tarafından Kızıl Elma demekle şöhret şiar olan Roma nam şehrin ahval-i ……” . İlginçtir 19. Yüzyılda Kızıl Elma olarak bilinen şehirde bulunan Saint Pietro Kilisesi’ne isim veren de yukarı da belirttiğimiz gibi Atilla’nın 5. yüzyıldaki Roma seferi sırasında elinde kılıcı ile gökte belirdiğine inanılan Aziz Petrus’tan başkası değildir. Roma’nın daha özelinde Saint Pietro kilisesinin Kızıl Elma olarak tayin edilmesinde tıpkı Ayasofya’da olduğu gibi yeni hedefe sembol olan kilisenin de kubbesinin bir elma gibi dairesel formda olması dikkat çekicidir. Orta Çağ Avrupası’nda Roma , Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’nun koruması altındadır. Hattı zatında bahsedilen dönemde krallara taç giydiren kişi Papa’dır. Dolayısıyla önce Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun Türk’ün hakimiyet kılıcıyla tanıştırılması gerekmektedir. Bu yüzden Kızıl Elma önce Viyana olarak tayin edilir. Hatta Beç (Viyana) şehri ve kalesi Osmanlılarda Kızıl Elma Seddi diye anılmaya başlanır.
Amma velakin Kızıl Elma Türk’e bu sefer yar olmaz. İlerleyen tarihlerde Kızıl Elma motivasyonuyla beşeri her hususta ileri taarruzda bulunan Oğuz nesli, ya da Atilla torunları veyahut Bilge Kagan ahvadı savunmaya geçer. Artık Batıya olan akınlar yerini Batı’ya karşı yapılan savunma hamlelerine ve aşağılık kompleksine bırakmıştır. Ta ki Mustafa Kemal Atatürk, Türk’ü yeniden ileri taaruza geçiren “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz” emrini verene kadar !
Her ne kadar adı konulmamış ise de Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışı sonrası Türkiye adıyla yeni bir Türk devletinin ortaya çıkışı başlı başına bir kızılelmadır ve gerçekleşmiştir. Fakat yine tanımından hareketle devamlı surette kendini ileri taşıyan bir hedef halinde olan Kızılelma ülküsü için yeni bir Türk devleti teşkil edebilmiş olmak yeterli bir durum değildir. Binaenaleyh yeni Türk devletinin kurulup, Türklüğün boynundan emperyalizm prangasının sökülüp atılması Türk Cihan Hakimiyeti mefkuresi için yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur.
Bu dönemin şartları ve gerekleri de tıpkı diğer devirler gibi kendine has özellikler taşır. Yine de dün-bugün-gelecek çizgisinde müşahhaslaşan millet olgusu gelecek kurgusunu da dünden aldığı ilhama göre şekillendirmek durumundadır. Milletler organik bir bütündür. Mekanik bir yapı değillerdir. Mekanik yapılar mozaik edebiyatına gönderme yapar ve bu tip yapılar uzun süre bir arada kalamaz. Milletleri var kılan bu organik ontolojik durum için önemli olan amillerden biri de ortak hedeftir. Büyük milletler büyük hedefler peşinde koşarlar. Filhakika hedef olarak tayin edilen ülkünün de rasyonel bir zeminde inkişaf etmesi gerekmektedir. Aksi durum hayalperestlik olur ve tarih bir bakıma da hayalperest topluluklar çöplüğüdür. Türk milleti için dünyayı adalet üzere yönetmek düsturu bir hayalden ziyade gerçekliği ve olması gerekeni tekerrür ettirme iddiasıdır. Fakat bu iddia yukarı da belirtildiği üzere rasyonel bir temelde hayata geçirilmelidir. Bu rasyonel temel için gerekli olan amiller Türk medeniyetinin ilham aldığı tarihsel kodlarda mevcuttur. Şöyle ki ; Mercimek Ahmet adlı bir Türk mütefekkirinin Sultan 2. Murat’ın isteği ile tercüme ettiği Kabusname adlı bir eser vardır. Bu eser 1082 yılında Kuhistan sultanı tarafından neşredilmiş Farsça bir nasihat kitabıdır. Eserde Mercimek Ahmet’in tercümesi ile şöyle bir ifade yer almaktadır : “Adldir mûcib-i salâh-ı cihan Cihan bir bağdır dîvarı devlet Devletin nâzımı şeri’attır Şeri’ata olamaz hiç hâris illâ melik Melik zapt eyleyemez illâ leşker Leşkeri cem’ edemez illâ mal Malı cem’ eyleyen râiyettir Râiyeti kul eder pâdişah-ı âleme adl.” Bu ifadede müellif, bir hükümdarın ve dönemine göre yönettiği devletin ayakta kalabilmesi için birbiriyle iç içe geçmiş bazı hususlara atıf yapmıştır. Bunlar “Şeriat” olarak ifade edilen kanun , “leşker” olarak ifade edilen askeri güç , “Mal” olarak ifade edilen ekonomik kaynaklar ve bütün bunları bir araya getiren adaletle yönetim unsurlarıdır. Günümüz modern devletleri de varlıklarını güçlü bir ekonomi, caydırıcı bir askeri güç , hukukun üstünlüğü ve adaletin siyaset terminolojisindeki karşılığı olan milli demokrasi üzerine bina etmişlerdir. Bunları bir araya getiremeyen uluslar dünya sahnesinde büyük devlet olarak anılmazlar.
Yine tarihi bir referans kodu olarak Yusuf Has Hacip’in 1069-1070 yılları arasında tamamlayıp Karahanlı hükümdarı Tabgaç Buğra Han’a sunduğu Kutadgu Bilig adlı mümtaz eserde yer alan ifadeler şu şekildedir: “Bu il tutguka köp er at sü kerek Er at tutguka neng tavar tü kerek Bu neng alguka bir kerek bay budun Budun baylıkınga törü tüz kodun Bularda biri kalsa törti kalur Bu törti yime kalsa beglik ulur”. Günümüz Türkçesiyle ; “Memleket tutmak için çok asker ve ordu gerekir Askeri beslemek için çok mal ve servet gerekir. Bu malı elde etmek için halkın zengin olması gerekir Halkın zengin olması için adalet (doğru kanunlar) gerekir Bunlardan biri ihmal edilirse dördü de kalır Dördü birden ihmal edilirse beylik çözülmeye yüz tutar”. Görüldüğü üzere günümüzde yaklaşık bin yıl önce kaleme alınmış olan Kutadgu Bilig adlı eser Kızıl Elma misyonunun çağımıza uygun gereklerini yansıtmaktadır. Kızıl Elma misyonu milletlerin bir konsensusla teşekkül ettiği devleti aracılığıyla gerçekleşecektir. Yusuf Has Hacip’ten aldığımız ilham bizi bugünde güçlü bir ordu , güçlü bir ekonomi , hukukun üstünlüğü ve milli demokrasinin tesisi zaruretleriyle karşı karşıya bırakmaktadır. Takdir edilmelidir ki bugün dünyanın başat aktörleri büyük oranda bu gerekleri yerine getirebilmiş devletleridir.
Türk Cihan Hakimiyeti ülküsü yani Kızıl Elma bütün bunlarla beraber organik bir toplum modelini zaruri kılar. Refah dönemlerinde toplumlar bu organik dayanışmacı durumu nispeten kaybederler. Bu yüzden savaşlar milletleri millet yapan yani organik dayanışmayı hayata geçiren en önemli faktördür. Bunun da referansları yine tarihi kodlarımıza mevcuttur. Anadolu’nun ebed müdded Türk yurdu haline gelmesini sağlayan büyük Oğuz göçleri sırasında Anadolu dört ayrı yapının organik dayanışmasının mükemmel bir örneğini sergiliyordu. Abdalan-ı Rum adı altında toplanan dini ve tasavvufi yönü kuvvetli dervişler Oğuz topluluklarını manevi bir iklimde bütünleştirirken Ahiyan-ı Rum’a bağlı zanaatkar ve esnaflar ticari hayatı sağlam temellere oturtarak ekonomik hareketliliği sağlamaktaydılar. Bunların yanında Gaziyan-ı Rum Türk fetih hareketinin askeri yönünü tesis ederken Bacıyan-ı Rum’a bağlı kadın kişiler de bir sosyal yapının olmazsa olmazı şeklinde aile ve kadın faktörünü oluşturmaktaydılar. İşte bu din , ordu ,ekonomi ve aile-kadın gibi unsurların sistematik ve senkronize hareket etmeleri sayesinde Kızıl Elma’nın taşıyıcısı olan Oğuz toplulukları imparatorluğa giden sağlam bir temel kurabilmişlerdir.
Bütün bu tarihsel referans ve oluşlar bugünümüze ve yarınlarımıza ışık tutan mümtaz kaynaklardır. Her şeyden evvel Kızıl Elma dünyaya adalet getirme merkezli bir düşünüştür. Bencilce bir işgal programının sıfatlandırılması değildir. Bugünün geçerli siyaset düsturu olan “Hak güçlünündür” kabullenişini red edip , yerine “Hak haklınındır” düsturunu koymayı iddia eden bir irade beyanıdır. Hakkı güçlünün elinden alıp , haklıya verebilmek için de hak dağıtıcısının güçlü olması gerekmektedir. Bu noktadan hareketle ekonomik güç, teknolojik güç, milli bütünleşme, milli demokrasinin tesisi , hukukun üstünlüğü gibi olgular hak dağıtıcısının güçlü olması için gereken unsurlardır. Bu unsurların bir araya getirilip Kızıl Elma misyonu için seferber edilebilmesi bila kaydü şart milliyetçilik fikri ile mümkündür. Bu sebepten ötürü Kızıl Elma, Türk Milliyetçiliği’nin temel dayanağıdır.
Her ne kadar millet dediğimiz sosyolojik ve tarihi kavram muhtelif öğelerle somutlaştırılmış olsa da , milletler onu oluşturan bireyler ile ancak somutlaşabilir. Millet , bireyden,topluluğa doğru giden bir safhanın neticesidir. Dolayısıyla başlangıcı bireydir. Organik ve kendiliğinden oluşmuş bir hal olan milleti oluşturan her bir ferdin de tıpkı parçası olduğu millet gibi bireysel Kızıl Elması olmalıdır. Şu da kabul edilmelidir ki ; hiçbir toplumda ülkücüler çoğunluk olmamıştır. Ve tarih daim surette azınlıkta olan inanmış ve adanmış ülkücüler tarafından büyük ülkülere sevk ve seferber edilen büyük kitleleri sadece figüran olarak sayfalarında yer vermiştir. Tarihe ad bırakanlar sadece büyük ülkülere varlıklarını adayan ülkücülerdir. Adını da böyle bir şuurdan almış olan Ülkücü Hareket’te temelde bir kadro hareketidir. Amacı organik bütünlüğünü sağlamış bir toplum oluşturmak , bu toplum modelini bu coğrafyanın millet-i hakimesi ya da asli unsuru veyahut sosyolojik bir tanımla Egemen Toplum olan Türk üst kimliğinde bir arada tutmaktır. Devamında ilmi kendine rehber kılarak teknolojik seviyesini üst düzeye çıkarmak , teknoloji ithal eden değil ,teknoloji ihraç eden bir seviyeye gelmektir. Bununla beraber ekonomik kalkınmasını sağlayıp aç hürlerden veya tok esirlerden müteşekkil bir yığın değil toplumsal refahını bütün halk katmanlarına yayabilmiş bir sosyo-ekonomik yapının tesisi bir diğer amaçtır. Egemenliği , oligarşik veya monarşik bir yapıya teslim etmeyip milletin bütününe yaymakta diğer bir gayedir. Bu noktada Türk milliyetçiliği milli demokrasiden yanadır. İşte böyle bir sosyal yapının oluşturacağı sinerji ancak dünyaya yeni bir ümit verebilir ve Türk’ü Kızıl Elma’ya ulaştırabilir.
Bugün elimizde Mars’ın kılıcı yoktur. Justinianus heykelinin yerinde yeller esmekte , Saint Pietro kilisesinin bulunduğu Vatikan kirli ticari ilişkiler içinde manevi havasını çoktan kaybetmiş bir turistik kent hüviyetindedir. Dünya , Türk asrı olan 16. Yüzyıldan çok daha büyüktür. Artık üç kıta yedi denizin hakimi olmak dünya hakimiyeti için yetmemektedir. Elimizde Mars’ın kılıcı yoktur ama bilimde öne geçmiş ve dünya hakimiyeti tacını kafasında taşıyan Batı, Mars gezegenini keşfederek pagan dönemlerindeki Tanrılarının adını ona ve tıpkı Jupiter ve Venüs gibi diğer gezegenlere vermesini bilmiştir. Bu dünya hakimiyetinin sınırlarının yer küremizi aştığına işaret etmektedir. Mars gezegeni kızıl gezegen olarakta bilinir. Dairesel formuyla tıpkı vaktiyle benzeştirdiğimiz maddesel formlar gibi bir Kızıl Elma’yı andırmaktadır. Mars gezegeninin doğa bilimlerine ve bunun gereği olarak teknolojik çalışmalara verdiği ilham Türk Cihan Hakimiyeti metaforu için çok uygun bir motivasyon kaynağıdır. Mars gezegeni özelinden ortaya koyulacak bir hedef tayini , milletimiz için ekonomik , teknolojik , sosyolojik gereklilikler doğuracak bu da Kızıl Elma için bir dinamizm unsuru olacaktır