Asabiye’den Devlet-i Ebed’e…
Metin BOZDEMİR
İnsan öz olarak, inandığı çerçevede kül-li iradenin; cüz-i bir parçasıdır.
İnsan; inançları ve ihtiyaçları çerçevesinde refleks ve aksiyonlarıyla potansiyel enerji kaynağı; kısacası “asab”tır.
İnsan, bir tohum misali toplumun özüdür.
İnsan olmadan toplum olamayacağı gibi, toplum olmadan insanlık,
dolayısıyla ümran ilmi dediğimiz çerçevede kültür, imar, şehirleşme ve
medeniyet olmayacaktır.
İnsan öz olarak bir mektup, bir mesajsa toplum da zarfıdır, formudur.
Toplumu meydana getiren “öz”ün “en şerefli varlık insan olma” potansiyeli çerçevesinde verdiği mesajların kalitesi, toplumun da kalitesini belirler.
Yani tohumun kalitesi verimli bir ürün sağlar.
Form olarak toplum, özüne özgürlük sağladığı ve mesajların verilebilirliğini sağladığı ölçüde sağlıklı olarak ümranlaşır, aidiyet duygularıyla asabiyet haline gelir.
Yani toprağın kalitesi, tohumun kalitesini artırır.
Asabiyet haline gelmiş toplumlar, en şerefli varlık olmanın getirdiği çerçevede yüksek tutku ve idealleri taşıma ve yaşamanın verdiği kardeşlik duygularıyla hareket ederek büyük medeniyetlerin kurucusu olurlar.
Ötekinin özgürlüğünün başladığı yerde şahsiyetin özgürlüğünün sınırını
belirleyen adalet duyguları medeniyetin devamlılığını sağlar.
Yukarıda özetlediğim; sağlam bir asab ve kardeşlik duygularının öz olarak hakim olduğu topluluklar kabilecilikten kurtularak, dil, din kültür ve vatan birlikteliğiyle beraber millet haline, özgürlük ve adalet anlayışının geliştiği oranda devletçik veya büyük devlet haline gelirler.
Tarihi mecrası içerisinde birçok bedel verilerek kurulan devletin ebed-i
müddet olabilmesi, karşılaştığı problemleri çözebilme yeterliliği, kararlılığı ve iradesine bağlıdır.
Millet iradesinin özü olan devletin asabiyetinde ortaya çıkan erozyon,
özüne yabancılaşma, ve ahlak buhranı yani egemen unsurların yozlaşması ve metal yorgunluğu misali zaafiyet; -manevi ekolojisini oluşturamadığı- takdirde karşılaşılan problemlerin kriz haline gelmesine ve dolayısıyla felaketle sonuçlanmasına sebebiyet verir.
İşte tam bu noktada felaket haline gelmiş krizler asabiyeti şoklayıp
topyekün milleti ayağa kaldıramazsa asıl felaket o zaman başlar.
Millet denilen ortak yapıyı birbirine kenetleyen yapıştırıcı ve
kurucu unsur olan tutkal çözülmeye başlar.
Çözülmenin başladığı yerde kaosla beraber şahsiyetlerde mutsuzluk,
özgüven eksikliği, bıkkınlık, heyecansızlık, coşkusuzluk, toplumda
kimsizlikleşme ve kitleselleşme ortaya çıkar.
Yozlaşan kitlelerde “biz” in yerini “ben”, kardeşlik duygularının yerini
doymak bilmeyen arzular ve lüks hayatın özlemiyle çılgınca bir tüketim
potansiyeli alır. Yüce ideallerin yerini fetişistik fiziki ve genital zevkler alır.
Kitlelerde başgösteren gösterişli yaşama tutkusu bürokratik kesimde
aşırılığın en uç noktasına kadar gider. Tüketim ve israfın giderek daha
çok artması, üretici kesimden daha çok vergi alınması, çeşitlenmesi,
zulmün artması ve insanların emeklerine yabancılaşması anlamına gelir.
Yüksek vergilerden kurtulmak isteyen halk sahtekarlıklara başlar.
Dolayısıyla ihtiyaçların değil gösteriş ve süfli zevklerin belirlediği
tüketim alışkanlığı ahlaksızlığı da beraberinde getirir.
Yozlaşma, toplumun en idealist ve inançlı kesimlerini etkilemeye başladığında asıl tehlike çanları o zaman çalmaya başlar. İnandıkları gibi yaşamadıkları için sapmalar, sağa sola savrulmalar; doğrular bilindiği halde gereğince ve samimi davranılmadığından kendi şahsiyet bütünlüğüne sadakatsizlikle beraber şizofrenik bunalımlar başlar.
Bu şizofrenik bunalımlar sonucunda “Meyve ve sebzeleri zararlı haşerattan koruyabilmek ve ürünün pürüzsüz ve parlak olmasını sağlayabilmek için tohuma zirai ilaç zerkedilmesi ve ürünlerin genlerinin değiştirilmesi” gibi insanların iç dünyalarıyla dış görünüşleri farklılaşmaya başlar.
İnançların, yaşama kültürünün, dinin, dilin, sanatın, gelenek ve ilkelerin
alabildiğine yozlaştığı bir vasatta moral bir varlık olan toplumun çözülmesi, parçalanmışlığı ve mutsuzluğunun sürmesinden daha tabii bir şey olamaz.
Böylesi kriz üreten bir iklimde, insanlık, kardeşlik, özgürlük ve eşitlik gibi olmayan değerlerin korunmasından sözedilemez.
“Dönülmez akşamın ufkundaki” böylesi bir vasatta geçmişe dair
söylenenler de yalama olmuştur.
Mevlana’nın ifadesiyle;
“Dün dünle geçti gitti cancağızım şimdi yeni şeyler söylemek lazım” dır.
Yeni şeyler söylemenin sırrı, yine Mevlana’nın ifadesiyle;
“Her dem yeni doğarız bizden kim usanası”nda dır.
Yenilenmek, yeniden doğmak öze dönmektir.
Öz ise “ol” sırrındadır.
“Ol”mak’ın sırrı“ altın oran” da…
Altın oranın tesadüf olması milyarda kaç ihtimaldir?…
Hiçbir şeyin tesadüf olmadığı dünyada..
“İnsan başıboş bırakıldığını mı sanır?” (Kıyâme Sûresi, 36)
Başıboş bırakılmayan insanlar;
“Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” buyruğuna dogma diyebilir mi?
Yunus’ça sevdalanan ve Yavuz’ca sefere çıkanlara son söz Şeyh Edebali’den:
“Güçlüsün kuvvetlisin, akıllısın, kelamlısın.
Bunları nerede, nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgarında
savrulup gidebilirsin. Öfken, nefsin bir olup aklını yener.
Daima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip olasın.
Dünya senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir.
Bütün bilinmeyenler, feth edilmeyenler, görünmeyenler,
ancak sen faziletli ve ahlaklı olursan gün ışığına çıkacaktır.”
***