ETMESİN TEK VATANIMDAN BENİ DÜNYADA CÜDÂ
Ben Türk’üm! Bu vatan üzerinde yaşayan Allah’ın en sevgili kulu Peygamberimizin övdüğü milletin mensubuyum. Başka milletlerden farkım damarlarımdaki asil kanımla birlikte atalarımdan kalan emanet töremdir.
Her sabah uyandığımda hemen pencereye koşar perdeleri açarım. Böylece güneşin ışıklarıyla aydınlanan günü ve güzelleşen sabahı evime davet ederim. Bugün de öyle oldu. Yeni günün heyecanıyla perdeleri hızlıca açtım. Evimin penceresinden trafik ışıklarının dur-geç diye yanıp söndüğü büyük bir kavşak görünüyor. Küçük bir çocuk ve genç bir kadın trafikte araçlar için kırmızı ışık yanar yanmaz yola atlıyor ve avuçlarını açıp sürücülerin onlara para vermesini bekliyorlar. Kahvaltı hazırlığı için mutfağa gitmeliyim ama kırmızı ışığın her yanışında genç kadın ve çocuğun araçların arasına dalarak sürücülere doğru gidişlerini ve el açmalarını donakalarak izliyorum.
Ankara bu sabah aralık ayının ayazıyla yüzümüze bir tokat atacakmış gibi duruyor. Oysa ayakları, elleri, başı açık bir çocuk trafik ışıklarında bekleyen araçların arasına atlayıp küçük avucunu açıyor ve sürücülerden avucuna para atılmasını bekliyor. Yırtık gömleğinden kara teni görünüyor. Ona bakarken bile ben üşüyorum.
Trafik ışıklarında duran araçların arasına yavaş, durgun ve yorgun haliyle atlayan kadının siyah, uzun ve tek parça elbisesinin etekleri yırtılmış. Trafik ışığı araçlar için yeşile döndüğünde bile umarsız, yorgun görünüyor bu kadın. Yollarda çok mu yürümüş acaba? Kolları sökülmüş, nelerle mücadele etti, kim bilir?…Genç kadının başında gelişigüzel örtülmüş bir örtü var. Başından düşüp gitmesin diye toparlamaya çalışıyor arada sırada… Acılar genç yüzünde yaşanılanların çizgilerini bırakmış. “Aslında ne kadar da güzel bir kadın.” demekten kendimi alamıyorum… Sanki vatansız kalmış bir göçmen kadın güzel olamaz!
Trafikte kırmızı ışıkta duran araçlara her ikisi de ellerini uzatıyorlar. Bazen avuçlarına kuruşlar düşüyor. Bazen geçip gidiyor sürücüler umursamadan. Kendi mutlu hayatlarına doğru sürüyorlar araçlarını.
Bizler evlerimizde şükürsüz zenginliklerimizle başkalarına karşı duyarsız, umarsız… Yaşayıp gidiyoruz… Öylece… Kullandığımız cep telefonları, bilgisayarlar, elektronik eşyalar teknolojinin geldiği noktayı insanlığa göstermeye ve hatırlatmaya yetiyor. İnşaat sektörünün ne kadar geliştiğini dev gökdelenlerin göğe yükselen son katları ve her akşam yıldızlarla birleşen ışıkları hatırlatıyor hepimize. Lüks otomobil dünyası bu kavşakta sabah trafiğinde bile gözlerimin önünde kendi mutlu hayatlarına doğru akıp gidiyor. Bu otomobillerdeki sürücülerin trafik ışıklarındaki mülteci kadın ve çocuğun hayatından farklı göz kamaştırıcı hayatları vardır muhakkak… Gösterişli eşyalarla dolu evleri vardır. Birilerinin hayatını satın alabilecekleri(!) kadar pahalı markalı ürünler ile çevrelenmiş hayatları vardır.
Trafik ışıklarındaki hayatlar perdeleri açmamla birlikte hem evime hem yüreğime girdi ve kocaman bir bıçak olup yine yüreğime saplandı. İşe yetişmek için hazırlanmalıyım ama gözlerimi trafik ışıklarındaki kadın ve çocuktan ayıramıyorum. Bir otomobilden bozuk para uzatan sürücünün eline doğru küçük avucunu açarak elini uzatan çocuk bana bir şiirin “Sokakta bekleyen simitçi çocuk, donuyorsa beni öldü say” diyen mısralarını hatırlatıyor. Bana ihtiyacı olan birine yardım edemiyorsam ya da yoksul bir mülteciye de derman olamıyorsam, genç bir kadının el açıp trafik ışıklarında sürücülerden birkaç kuruş isterken mahcup bakan gözlerine bakamıyorsam beni öldü say, say gitsin!
.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-
Yukarıdaki denemeyi Suriye göçmenlerinin Türkiye’ye yeni geldiği zamanlarda yazmışım. Belki on yıl olmuş.
Başka Akdeniz ülkeleri tarafından gemilerden, botlardan Akdeniz’in mavi sularına itilen, atılan mülteciler, o ülkelerin sınır kapılarında kovulmak için türlü işkenceler gören, tekmelenen, yerlerde sürüklenen, dövülen Suriyeliler Türkler tarafından memleket kapıları sonuna kadar açılarak misafir edilmiştir. İşte Türk milletini asil yapan mazlumlara açılan bu sevgi ve şefkat dolu yüreklerdir. Türk milletini millet yapan mazlumlara açtıkları bu güven kapılarıdır. Türk milletini özel yapan kendi ekmeklerini ikiye bölerek başkalarıyla paylaşmalarıdır.
Avrupa ülkeleri ortaçağın karanlık geleneklerini bu güne taşıyarak bu yüzyılı “Utanç Yüzyılı”na dönüştürürken Türk milleti bir ekmeğinin yarısını Suriyeli göçmenlerle paylaşmıştır. Türk milleti, savaştan, zulümden, bombardımanlardan kaçan ve büyük zorluklar, sıkıntılar yaşayan Suriye halkına karşı millet olarak çözmesi gereken büyük meseleleri de olsa fedakârlık yaparak misafirperverliğini göstermiş ve onlara kucak açmıştır. On yılı aşan bir zaman diliminde Suriyeli geçici göçmenler gayrimenkul sahibi olmuş, iş sahibi olmuş, özel sektörde işletmeler açmışlardır. Ülkemizde eğitim, sağlık gibi ana hizmetler olmak üzere her Türk vatandaşının faydalandığı ölçüde memleketin sahip olduğu tüm hizmetler ile imkanlardan faydalanarak bugün de hayatlarına devam etmektedirler.
Bir mültecinin, geçici göçmenin halinden vatanın kıymetini bilenler daha çok anlar. Vatanı anadan, babadan, yardan ve serden üstün tutan bir vatansever, vatansız kalmış birinin acısını çok daha fazla hisseder. Kendini onun yerine daha kolay koyarak o acıyı derinden yaşar.
Avrupa ülkelerine iş bulmak umudu ile gitmiş Türk işçilerini ne zaman düşünsem, ne zaman onlarla ilgili bir anı dinlesem, bir film izlesem içimde derin bir sızı duyarım. Ve Mahzuni Şerif’in “yiğit muhtaç olmuş kuru soğana” diyen türküsü dilime takılır. Devletini, vatanını, milletini, bayrağını sevenlerin, vatanından türlü sebeplerle uzak kalmışların halinden daha çok anlaması gerekir diye düşünürüm. Mülteci, göçmen, sığınmacı, geçici misafir veya muhacir ne derseniz deyin umudu, hayalleri ve belki de geleceği bilinmezlik olanlar değil midir?
Yirmili yaşlardayken bir kız arkadaşımın Paris hayranlığı vardı. O arkadaşım Paris’e gitmek ve bütün ömrünü Paris’te geçirmek isterdi. Onunla bu hayalini konuşurken vatanımdan ayrı kalmak duygusu korkuların ve imtihanın en büyüğüydü benim için. Yıllar geçti, büyüdük, anne olduk, yaş aldık, olgunlaştık. İnsan olanın başına neler gelir, neler geçer demeyi yaşayarak öğrendik. Yine de köyümden, ilimden, vatanımdan uzak olmak korkusu benim hayatımda korkuların ve imtihanın daima en büyüğü olarak kaldı. Hele vatanımdan uzakta ölmek… Allah hiç kimseye göstermesin.
Her insan vatanında yaşamalı, köklerini hissetmeli, anılar biriktirmeli, gelenekleriyle, kültürüyle yeni nesillere örnek olmalıdır. Suriye’de hayat normale döndükçe Suriyelilerin de hukuk düzeni içerisinde vatanlarına dönmelerini sağlamak devlet, millet ve insanlık gereğidir. Devlet ve millet olarak ev sahipliğinin gereği misafirlik süresi dolunca güvenli bir şekilde misafirleri uğurlamaktır. Mekke fethedildikten sonra Peygamberimiz ve Mekke’li sahabeler Medine’ye teşekkür ederek Mekke’ye -ana vatanlarına- dönmüşlerdir. Bu nedenle Suriye’lilerin de Türk milletinin misafirperverliğine karşı vefa göstererek misafirlik geleneklerine uyarak ülkelerindeki şartları yaşanılır hale getirmeye çalışarak ülkelerine dönmeleri gerekir. Misafirin uyması gereken gelenek ve ev sahibinin beklediği ahde vefa budur.
Ben Türk’üm! Bu vatan üzerinde yaşayan Allah’ın en sevgili kulu Peygamberimizin övdüğü milletin mensubuyum. Başka milletlerden farkım damarlarımdaki asil kanımla birlikte atalarımdan kalan emanet töremdir. Koskocaman şerefli bir tarih ve geçmiş-göçmüşler ile birlikte bugün ve gelecekte, ilelebet, Türk devletinin, bayrağının, vatanının var olması her Türk’ün büyük gururu ve hazinesidir. Bu toprakları bize bırakan büyük ve onurlu atalara selam olsun. Bu vatana sahip çıkan yeni nesillere selam olsun.
Herkes vatanında yaşasın ve ölsün.