Bulunmuş Defterden
Cuma Düşünceleri
Ergun GÖZE
Başkalarının kusuru
bizim günahlarımızı örter mi?
Paris/…./197..
Bir tıbbı kontrol için Paris’e gönderildim. İki ay kadar buradayım. Bir ecnebi hava şirketinin uçağıyla geldim. Uçakta yemek servisi yaptılar. Baktım “Yemeklerimizde domuz eti yoktur” cümlesini hem Türkçe hem Arapça yazmışlar. Bu dikkat henüz bizim Millî Hava Yollarımızda yok. Ne kadar garip. Birisinin ticari endişelerle gösterdiği nezaketi, öteki millî vazife duygusu ile olsun göstermiyor. Biraz daha dikkat edince gördüm ki uçağın içindeki yazılarda, uçağın reklâm dergisinde de Arapça cümleler var. Anlaşılan Arapça Avrupa’da dördüncü lisan haline gelmiş. Tabiî sebebi mâlûm: PETRODOLAR.
Nitekim Paris’e inince rastladığım Türkler aynı şeyi anlattılar. Bütün Fransa “Petrodolar” avında. Ben Fransızca bilmediğim için meselelere zor nüfuz ediyorum. Nedense Paris’e gelen Türklerin hepsi bir Kazanova ve Don Juan kesiliyor. Böyle birisinin anlattığına göre, Parisli kaldırım yosmaları, Arap plakalı arabaların yanında tezgâh kuruyorlarmış.
Onu bilmiyorum ama, büyük lüks mağazalarda, lokantalarda ve bilhassa eğlence yerlerinde Arapça afişleri ben de görüyorum. Arapça’nın Birleşmiş Milletler*de kabul edilmiş simültane tercüme dili olması için bir ara Kaddafi çok çalışmış ve para vermişti Birleşmiş Milletlere. Halbuki şimdi, para kokusu işi kökünden halletti. Fransa’da aynı otelde kaldığımız bir başka petrol mühendisi arkadaş lobideki bir hasbıhalde, karşılaştığı bir Fransız yosmasının, bir Arap zenginiyle “Silvöple un fan Fransez” cümlesini aynı Arap telaffuzunu taklit ile alay edişini anlatıyordu. Düşündüm ne kadar içice ayıp?
İlk ay boşa gitmesin diye bir lisan kursuna yazıldım. İki aydan bir şey çıkmaz ama, galiba serseri dolaşmak hoşuma gitmiyor. Arta kalan zamanda istediğim gibi gezerim. Interpays lisan kursunda sınıfta yirmi kişiye yakın varız. Japonlar çokluk. Vietnam ve Kamboçyalı da var. Bunları birbirlerinden ayırmak müşkül. Mösyö Moris kurs hocasının adı. Hep birbirimizi tanımaya, milliyetlerimizi söyletmeye çalışıyor. Karşı sırada oturan dikkati çekecek kadar zarif ve güzel bir kızın “Bulgar” oluşu şaşırttı beni. Çünkü galiba Ömer Seyfettin’in hikâyelerindeki at gibi iri Bulgar kızı tiplerinin tesiriyle bütün Bulgar kızlarının iri yarı olduğunu sanmışım. Ne var ki, o da benim Türk olduğumu öğrenince donuklaştı. Eski düşman dost olmaz meselesi. Bir Çekoslovakyalı mühendis var çok tatlı bir çocuk. Onunla iyi anlaşıyoruz İngilizce’nin yardımıyla, fakat hoca Fransızca’dan maadasını yasak etti.
Mısırlı, Iraklı, Suriyeli çocuklar da var. Ben onlara tabiî bir yakınlık duyuyorum. Fakat onlar pek oralı değil. Mösyö Moris az hınzır değil.
Herkese sual sorarken ayrı bir tavır tutturuyor. Suriyeli bir delikanlı var ki sefahati yüzünden akıyor. Her sabah geç kalıyor. Yorgun argın ve yarı sarhoş giriyor içeri. Mösyö Moris ona hep ünlü batakhane mahalli “pigalle”le alâkalı sualler soruyor. Suriyeliyi çok antipatik bulmamakla beraber ben bile kızıyorum artık, o ise oralı değil. Fransızca’sı olsa bülbül gibi her şeyi anlatacak ve ayrı bir zevk alacak. Sıra bana gelince Mösyö Moris beni de az çok tanıdığı için Napolyon’la alâkalı bir cümle kurmamı istedi. O günkü alaylarından ve bilhassa Suriyelinin halini bütün Araplara ve dolayısıyla Müslümanlara sirayet ettirmesinden bıkmıştım. Birden nereden hatırıma geldi o kelime bilmem “Napoleon est un cocu.” cümlesini yazdım. Jozefin’in Napolyon’u yaldızlattığı tarihi bir hakikat olduğu için Mösyö Moris ses çıkaramadı.
Ama on beş dakika evvel dersi tatil etti. Çıkarken, Pakistanlı Raşid Ahmed samimiyetle koluma girdi. Memnundu. Zaten kursta bir tek onunla anlaşmıştık. Aşağıdaki bara hep beraber inip gazoz içiyorduk. İslâm Dünyası’nın halini Türk-Pakistan dostluğunu konuşuyorduk.
O da Mösyö Moris’in zevzekliğine kızmış, aldığı cevaba memnun olmuştu. Ama ben memnun değildim. Çünkü bir dövüşme dahi değildi. Bir sövüşme idi. Ve başkalarının kusuru bizim günahlarımızı Örter miydi? Hatamızı, noksanımızı… Bu ancak bir anlık bir nefes alma imkânı verecek bir şeydi. Ya sonrası?
— Raşid Ahmet dedim, hadi beni bir Pakistan lokantasına götür.
Sevindi. Ne zamandır beni yemeğe götürmek istiyordu. Tahmin ederim yine İkbâl’i konuşuruz. Bana onun şiirlerinden okur.
Ben de ona, İslâm Dünyası’nın bu günkü maddî zenginliğinden ve bu zenginliğin akametinden bahsedeceğim. Sanırım bugün İslâm Dünyası İsrail’den bile zengin… Ama dün “paramız yok ki” demekle bahanelendiği hangi meseleyi bugün parayla halletti ki?.. Parasız olur mu bilmem. Bildiğim parayla da olmuyor…