Asena KINACI MORAL
Zeynep, evine yeni taşınmanın heyecanı ve mahalleyi çok iyi bilmemenin verdiği tedirginlikle bu sabah her zamankinden erken uyandı. Kahvaltısını yaptı. Küçük oğlu Bilgehan’ın hazırlanmasına yardım ederek onu okula gönderdi. Kendisi de işe gitmek için hazırlandı, evini her sabah yaptığı gibi Allah’a emanet ederek kapıyı çekti, evden çıktı.
Güneşin aydınlattığı bu sabahın Zeynep’e verdiği tüm güç, kuvvet ve enerjiyle kocaman bez bir torbaya doldurduğu eşyaları nefes nefese kalarak annesinin evine kadar taşıdı. Kapıyı Zeynep’in babası açtı, annesi daha uyuyordu. Babasıyla bakışarak sessizce selamlaştılar. Zeynep elindeki eşyaları vestiyerin kenarına, kapının ağzına yakın bir yere gelişigüzel bıraktı. Oğlu için unutulmaması gereken anne öğütlerini de her eşyanın yanına iliştirdi. Koşar adım çıktığı merdivenlerden işe yetişmek için bu kez koşar adım indi.
Otobüs durağına doğru yürüdü. Yürüdüğü caddeye çıkan ara sokaklardan birinden üstü başı perişan görünen mırıl mırıl kendi kendine bir şeyler konuşan, garip el kol hareketleri ile sanki tiki varmış izlenimi veren bir adam birdenbire kaldırımda beliriverdi. Zeynep hem şaşırdı hem de tedirgin oldu.
Zeynep delilerden de sarhoşlardan da çocukluğundan beri korkardı. Üstelik adam hiç gözlerini kırpmadan ona bakıyordu. Zeynep adamın kendisine baktığını fark etmemiş gibi yürümeye devam etti. O sırada birden müdürlerinden birinin başından geçen bir deli hikâyesi gözlerinin önünde canlanıverdi. Zeynep’in müdürü yıllar önce Kızılay’da dolaşırken bir deli sebepsizce ona yaklaşıp onun arkasından sırtına var gücüyle vurmuş. Zavallı müdüre hanım ne olduğunu bile anlamaya fırsat bulamadan adam kaçıp gitmiş, gözden uzaklaşmış. O da bulunduğu yerde öylece canının acısıyla kalakalmış. Müdüre hanım o zavallı haliyle öyle bir hıçkırıklı ağlama nöbeti geçirmiş ki etraftaki insanların ona yardım etmesi gerekmiş.
Zeynep’in gözünün önünde bu deli hikâyesi canlanmışken göz ucuyla da meczup adamın ne yaptığını sürekli takip etmeye çalışıyordu. Adam Zeynep’e doğru yaklaşıyor, ardından uzaklaşıyordu. Bu anlaşılmaz tavrı Zeynep’i daha çok korkutuyordu. Deli ayaklarını yere sürüyerek yürüyordu. Önce önüne bakıyordu, sonra Zeynep’e bakıyordu. Ayağına çarpan bir gazoz kapağını tekmeledi. Gazoz kapağı fırladı, karşı kaldırımda kendine yeni bir yer buldu. Meczup adamın mütemadiyen anlaşılmaz kelimeler mırıldanması Zeynep’i çok tedirgin ediyordu. Ya kötü bir şey söylerse, ya Zeynep’e yaklaşmaya kalkarsa? İşte tam da o sırada Zeynep meczup adamdan öyle korkuyordu ki iyi bir şey bile söylese olumsuz bir karşılık vermeye hazır, teyakkuzdaydı artık. Zeynep’e kibarca “günaydın” bile dese, Zeynep’in bedenen ve ruhen meczuba karşılık vereceği bir savunma hazırlığı olmalıydı. Bu nedenle Zeynep hızlıca kendini savunma yöntemlerini zihninden geçirdi.
Omzundaki kitap dolu çanta onun en büyük silahıydı. Olanca kuvvetiyle öyle bir savurup ilk darbeyi vurmalıydı ki meczuba, sendelemeliydi, yere düşmeliydi, bir şeyler olmalıydı işte o deliye. Zeynep sonra ikinci hamleyi yaparım diyordu içinden. Külçe ağırlığındaki kol çantasını delinin kafasına denk getirirse o zavallı, zaten bayılıp kalırdı, muhakkak ya da belki… Sabah sabah karşısına çıkmış olduğu için meczuba duyduğu öfke “Cüneyt Arkın’la Kara Murat” hayallerini renklendirmeye devam ediyordu. Eğer meczup daha da yere düşmezse bir uçan tekme savururum diye planlıyordu. Uçan tekme hayali gururlu bir gülümsemeye dönüşüyordu yüzünde. Yine kendi kendiyle konuşuyordu.
”-Ah be kızım, sen bunları gençken yapardın, yapabilirdin eyvallah da, şimdi romatizmalı dizlerinde, astımlı akciğerlerinde bu takat var mı?“ İşte deneme fırsatı diyor Zeynep’in içindeki deli…
“-Yaparım, ne yapmam gerekirse yaparım, her zaman da yapacağım. Kim dedi ki bu meczuba bu sabah çık sen bu deli kızın karşısına? Var bunda Allah’ın bir hikmeti elbette.” dedi.
Bu sabah Zeynep’in “Cüneyt Arkın’la Kara Murat” hayallerinin yaşanması gerekiyordu besbelli, apaçık. Meczubun da demek ki sabah sabah canı uçan tekme çekmişti. Zeynep gülümseyerek başını öne eğdi. Paltosuyla gülümseyen yüzünü saklamaya çalıştı. Meczup onun güldüğünü görmesin istiyordu. Çılgın hayallerinden sıyrıldı. Bir gerçeğin tam ortasında, kaldırımda bir deli ile yapayalnız sessizce yürüyordu. Heyecanlıydı. Ama artık korkmuyordu. Üstelik gülümsemesi de bu sabah yaşadıklarının cabasıydı.
“-Ben işte! Ben! “Ölümlerle eğlenen tunç yürek… bu olsa gerek” diyerek yine kendine kızıyordu.
Biraz sonra ne olacağını bilememe korkusu sarıyordu bir an tüm bedenini yeniden. Bu arada meczuptan uzaklaşmak isterken otobüs durağından başka yöne doğru en az bir durak kadar daha yürüdüğünü fark etti. Belki de Zeynep, garibin günahını alıyordu.
-Benimle ne alıp veremediği olsun ki? diyordu.
Sabahın soğuğunda kaldırımdaki pejmürde, kimsesiz haline üzülüverdi yüreği sızlayarak. Etrafına bakındı ürkerek ama sessiz ve sakin caddede kimsecikler görünmüyordu artık. Meczup ta…
Zeynep yeni taşındığı evinin yakınındaki bilmediği bir sokaktan bilmediği bir caddeye çıkabilmek için yürümeye devam etti. Elbette bir dolmuş, bir otobüs geçerdi buradan. İşine yetişmeliydi. Ve Ankara’da her yol ya Ulus’a ya da Kızılay’a çıkardı.
Artık kalabalıklarla dolu bir caddede, hızlı adımlarla yürüyordu Zeynep. Uzaktan gelen bir otobüs yüreğine su serpti. Acaba en yakın durağı neresi diye aranırken “Sıhhıye” yazan bir dolmuş, el kaldırmasına rağmen hızla yanından geçip gitti. Zaten öyle doluydu ki dursa da Zeynep bu dolmuşa binemeyecekti.
-İyi ki durmadı boş yere dedi.
Şimdi kaldırımda durmadan volta atarak sabırsızca bekliyordu. Beklemek hep zor gelmişti Zeynep’e. Gençken hiç otobüs bekleyemezdi, her yere yürürdü. Şimdi daha sabırlı ve sakin bekleyebiliyordu ama beklerken hareketli voltalar atması da gerekiyordu. Yerinde duramazdı ki o hiç.
Birden aklına işe geç kaldığı gelince göğsü daraldı. İşe yetişmeliydi de nasıl? Karşıda yürüme mesafesinde bir taksi durağı görünüyordu. Oraya mı gitmeliydi? Dolmuş mu beklemeliydi? Sabah her zamanki otobüsüne neden binemedi ki? Homurdanarak söylenip duruyordu. Zeynep’in büyük oğlu bu akşam arkadaşları ile yemeğe çıkacağını söyledi annesine. Taksiye vereceği paranın yeri hazır demekti bu. Biraz daha sabır dedi kendine, kendini telkin etmeye çalışarak.
Zeynep bu kaldırımda bekledikçe onunla birlikte kaldırımda dolmuş bekleyenlerin sayısı da gitgide artıyordu. Liseli bir kız, bir işçi, bir üniversiteli olduğunu tahmin ettiği kişilerle üzerinde Ulus yazan bir dolmuşa doluşuverdiler hep birlikte.
İşe çok geç kaldı. Her şey hep birlikte beyninde kaynıyordu. Büyük oğlu uyandı mı? Küçük oğlu Bilgehan okula yetişti mi? Eşi günlerdir öğrencileri için hazırladığı deneme sınavında mı? Başından geçenleri anlatsa…mı…ona… arasa…açar …mı telefonu? Keşke çamaşır sepetindeki çamaşırları da katlayıp çekmecelere yerleştirip öyle çıksaydı dışarıya. Huzurlu olur muydu biraz daha? Yeni müdür soğuk ve sert tavrıyla saygısız ve kaba bir şeyler söyler mi Zeynep’e? Bu birbiriyle alakasız karışık düşünceli cümleler kafasında tepiniyordu sanki. Kaçabilse Zeynep, her şeyden, herkesten. Zeynep’in kalbi, ruhu, bedeni, hepsi, yorgun ve kırgın. Zeynep her şeyden, herkesten kaçabilse kalbi, bedeni, ruhu huzur bulur mu?
Zeynep huzursuzluğunun ve kaygılarının arttığını hissedince kendi kendine öğütler vermeye devam ediyordu.
-Gülüp geç kızım… gülüp geç be… Dünyayı sen kurtaramazsın, kimseyi de değiştiremezsin!
Bu teselli mi, zayıflık mı felsefesine dalmışken dolmuşun ani freniyle etrafa bakındı. Dolmuş dura kalka, yolcuları indire bindire sonunda Dikimevi’ne gelmişti.
Zeynep oh ineceğim durağa yaklaştım derken, inen yolculardan boşalan bir koltuğa oturunca yeniden yine derin bir nefes alarak şükretmenin mutluluğu ve huzurunu yaşadı. Müdüre geç kaldım mesajı atayım, saate bakayım derken dolmuş da Hamamönü’ne geldi. Dolmuş Samanpazarı’na dönmeden Zeynep köşede inecek var dedi, attı kendini dolmuştan dışarıya. Telaş içerisinde, kafasında bin bir düşünce üstelik de dikkati dağınık halde karşıya geçmeye çalışırken Tezveren Sultan ilişti gözüne.
-Dört yolun ortasında dört yol ortasında kalanlara himmet eyle ey Sultan dedi içinden. Karşıya geçmek yerine orta kaldırımda yalnız, sessiz, sedasız, sade yüzyıllardır uyuyan, dinlenen evliyaya doğru yürüdü. Kafes biçimindeki kabrin soğuk demirlerinden tutundu.
-Ben geldim dost! dedi
Anadolu’da evliyaların, velilerin, dedelerin, abdalların, pirlerin rüyalarla, ilhamlarla derman bulacaklara seslendiğine, dertlileri çağırdığına inanılır. İşte Zeynep bu gelenek ile büyüyen bir Türkmen çocuğuydu. O inanç ve samimiyetle sessizce fısıldadı.
-Ben geldim ey veli dedi. Bu Regaib gününün sabahı seninle dertleşmek varmış kaderimde. Bir delinin yoluma çıkmasıyla bir veliye ulaşmak varmış yolumun ortasında. Sıradan bir gün, sıradan bir sabah otobüse binip işe gelecekken bir deli ile karşılaşıp başka sokaklardan yürüyüp başka araçlara binip, başka yollardan gelip geçerek, bu Regaib Kandili sabahı seni görmek varmış nasibimde. Hiç aklımda yokken; kızgınken, kırgınken, yalnızken, yolumun bu dört yola çıkması seninle buluşmak içinmiş meğer… dedi
Zeynep yıllar önce üniversiteye geldiği her sabah, bu veliye bir Fatiha ile günaydın derdi. Umutlarını anlatırdı. Köşede simit satan çocuk üşüdüyse ikisi de üzülürdü. Dilenci teyze ellerini açıp birkaç kuruş istiyorsa yol ortasında birilerinden; Zeynep veliye aç, çıplak kalmamış Büyük Türkiye hayalini anlatırdı.
Zeynep sevgiyle dualarını okurken;
“İşte yıllar sonra, bu sabah, meğer seninle gönülden gönüle dertleşmek varmış. Ne kırgınlığım kaldı, ne kızgınlığım şu ölümlü insanlığa dedi.
-Sen ey dede, sen ey pir, sen ey veli! Sen ey ölümü öldürmüş ölümlü… Bak ben geldim… Yüzümde gülümseme, yüreğimde aynı iman ve sevgiyle… bak ben geldim…tut elimi dedi.