Ergun GÖZE: Diplomasi Müesseseleri

Diplomasi Müesseseleri

 Ergun GÖZE

GİRİŞ

Dış ilişkileri şu son günlerde bir çıkmaza girmiş olan memleketimizde Dış Politika meseleleri artık herkesin ko­nuştuğu, üzerinde durduğu bir saha haline gelmiştir. Bu netice sadece haberleşme imkânlarının gelişmesi mahsulü olsaydı, vehamet ifade etmezdi. Ama, Türkiye’nin dostsuz ve yalnız kaldığı ve Dış Politikasının temelden değiştiril­mesinin konuşulduğu günlerdeyiz. Bu bakımdan «Nereden geldik, nereye gidiyoruz, azimetimiz nereye?» suali Tank Bin Ziyad’ınki gibi bir zafer murakabesi olmayacaktır. Çün­kü önümüzde Rodric’in hâzineleri değil, «Karasuları, kıta sahanlığı, ambargo, Batı Trakya, FIR HATTI, dış krediler meselesi v.s.» gibi dış «anarşi, pahalılık, eğitimde, adliye- de her kesimde huzursuzluk ve nihayet bölücülük» gibi iç meseleler bulunmaktadır ve yekûn hattını çektiğimiz tak­dirde ortaya çıkan manzara Türk devletinin büyük bir sal­dın ve küçümsenmeyecek bir tehlike karşısında bulundu­ğudur.

. Bu manzara karşısında soracağımız «Diplomasi nedir?» «Müessese nedir?» gibi sorular beraberinde şu sorulan da getirecektir. «Hangi diplomasi ve hangi diplomasinin müesseseîeri bizi bu hale getirmiştir?»

DİPLOMASİ NEDİR? MÜESSESE NEDİR?

Diplomasi çeşitli şekillerde tarif edilmiştir. Biz en umu­misini tercih ediyoruz. «Dış ilişkileri tanzim eden ilim.» Prof. F. Ergin’den naklen aldığımız Martens’in bu tarifine yine Martens’in fikrine paralel olarak «sadece bir ilim de­ğil, bu işin bir sanat olduğu» hususunu da ekliyoruz.

Müessese ise, organize bir fikirdir. Bir fikrin içtimaileşmesidir. Bir fikrin içtimaileşmesi demek, kendisini önce kabul ettirmesi, sonra onu kabul edenlerin teşkilâtlanması, organlara kavuşması demektir. Bu manada en büyük mües­sese Devlettir. O halde Devlette içtimaileşmiş bir fikir de­mektir. Bir Devletin Dış Politikasını müesseseleştiren fi­kirde. o devletin müessese olarak istinat ettiği ana fikir­dir. Bir devletin ana fikri, temelindeki düşünce o devletin diplomasisinin temelini, işleyişini ve hedefini de tayin eder.

O halde Türk diplomasisinin müessese olarak kendisi­ni ve ikinci derecedeki müesseselerini anlamak için Türk devletinin temel fikrini, onu içtimaileştiren, müessese ha­line getiren düşünceyi tayin etmek gerektir. Bu noktada bütün devletler için «işte hakimiyet, dışta istiklâl» fikri hareket noktamız olamaz.

Çünkü bunlar var oluş sebebinden çok, var oluş şartı­dır ve her devlet bunların ötesinde bir başka düşünceyi belirten davranışa malik olabilir. Devletleri’ farklı kılan ve diplomasi trafiğini temin eden de işte bu davranışlardır.

Birer dış politika stratejisi olarak tezahür eden bu dav­ranışları şöylece sıralayabiliriz:

  1. Üstünlük diplomasisi,
  2. Prestij diplomasisi,
  3. Statüko diplomasisi. .

Çok açık bir husustur ki, devletlerin istinat ettikleri

temel fikirle takip ettikleri dış politika stratejileri arasında sıkı bir münasebet vardır. Şimdi Türkiye Cumhuriyetinin Dış Politika stratejisinin ne olduğunu sormak gerektir. Böylece Türk Dış Politika müessesesinin temelini ortaya çıkarmak da mümkün olacaktır.

Tarih içindeki seyrine bakarsak, Türk devletlerinin îs- lâmdan önceki temel fikirleri «Cihan hakimiyeti mefkûresi» olarak tesbit edilebilir. Merhum Prof. Osman Turanın araştırmaları bu meselede karanlık hiç bir nokta bırakma-, mıştır. îslâmdan sonraki Türk devletleri ise, temel fikir ola­rak «İ’la-yı Kelimetullah» için Cihan Hakimiyeti fikrine is­tinat etmektedirler. Bu temel fikrin daha çok üstünlük stratejisi ile gerçekleştirilebileceği tabiidir. Yalnız burada hemence belirtelim ki, bir adı da emperyalizm olan üs­tünlük stratejisi ile İslâm Türk devletlerinin «Devlet-i ebet müddet» stratejisi arasında büyük çapta farklar vardır. Bilhassa sömürgecilk gayesi ile yürütülen bir emperyalizm İslâm Türk devletlerinin stratejilerinden çok uzaktır.

Nitekim Osmanlı devletinin sonradan Batı emperyaliz­minin sömürücü ellerine düşmüş kısımlarının maruz kal­dıkları tatbikat ile Osmanlı tatbikatı karşılaştırılınca bu fark daha bariz olarak ortaya çıkar. Temel fikri «İ’la-yı Kelimetullah» ve stratejisi «Devlet-i Aliyye» olan Osmanlı dev­letinin de diplomatik protokolde bu vasfını daima koruya­madığı görülmüştür. Yükseliş devirlerinde protokolde de üstünlük stratejisini tatbik edip, meselâ bir Türk elçisini imparatorların ayakta karşılaması gereğini dikte eden Os­manlı Devleti Duraklama devrinde protokolde eşitliği ve inhitat devirlerinde de «Kapitülasyonları» kabul etmek zorunda kalmıştır.

Osmanlı Devletinin ana toprak parçası üzerinde can havliyle yapılmış bir millî mücadeleden sonra kurulmuş bulunan Türkiye Cumhuriyetinin devlet ve dış politika stra­tejisi nedir? meselesine gelelim. Bir defa Türkiye Cumhu­riyeti artık «Devlet-i Aliyye» değildir. Dış politikadaki en çok kullanılan döviz «Ne bir karış toprak alırız, ne bir ka­rış toprak veririz»dir. «Yurtta Sulh, cihanda sulh» pren­sibi cihan hakimiyeti mefkûresinin terk edildiğini ortaya koyar. Türkiye Cumhuriyeti artık lâik bir devlettir yani «İ’la-yı Kelimetullah» misyonunu da terk etmiştir.

Hilâfeti ve saltanatı lağvetmiş bir laik Cumhuriyet olarak Türkiye’nin dış politika, stratejisi umumî olarak Sta­tükocu bir mahiyet arz etmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti bu statükocu politikasında aşırı­lığı yüzünden bugün dış politika dünyasında kendisine ye­ni bir yer aramak durumunda kalmıştır. Gerçekten Türk dış politikası Lozan’dan sonra âdeta bir «Günah çıkartma» şekline dönüşmüştür. Bu günah çıkartmanın dış politika­daki neticesi batılı lâik ve hiç kimsenin toprağında gözü olmayan, hiç bir şeye karışmayan ancak son anda kendini müdafaa etmeye kararlı bir görünüm vermek için, içte ve dışta çabalamalardan ibarettir. Ayrıca gerek içerde ve ge­rek dışarda mazi ve mazideki hatıralarla her türlü alâka­nın kesildiğini her vesile ile göstermek. Suudî Arabistan kralının iftarına çağrılan Türk sefirinin iftar vaktinden ön­ce purosunu yakarak ve oruç olmadığım ilâna itina ederek gitmesinde bu günah çıkartma psikozu olduğu kadar, on iki adaların kendisine değil de, Yunanistan’a verilmesini ter­cih etmesinde de aynı hastalık vardır. Gerçi Hatay’ın alınışı ve Kore Savaşlarına iştirak gibi bazı sıçramalar görül­müşse de, temel çizgi daima hareketsizlik olarak ortaya çıkmıştır. Bu hareketsizlik politikası o kadar başarılı ol* muştur ki, ikinci dünya harbi dünyayı birbirine katmış iken, Türkiye’yi yerinden oynatmamıştır. Burada üzerinde durulacak nokta şudur. Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı­na girmeyişinde bu atalet psikolojisinin payı ne kadardır, uzun vadeli ve isabetli tahminlerin payı ne kadardır?

Bu tip bir politikanın en yakın tehlikesi insiyatifi ve şahsiyeti kaybetmektir. Nitekim, acaba Rusya Kars’ı ve Ar­dahan’ı istemeseydi Türkiye NATO’ya girer miydi, girebi­lir miydi? sualinin cevabını verebilmek zordur.

Bu statüko politikası Kıbrıs meselesinde de zamanın Devlet başkanı İsmet İnönü’ye «Bizim Kıbrıs diye bir me­selemiz yoktur» dedirtmiştir. İsmet İnönü’nün Genel Baş­kam bulunduğu CHP’yi yenerek iş başına gelen DP hükü­metinin Dışişleri Bakanı Prof. Köprülü’nün de aynı sözleri tekrarladığım belirtmeliyiz ki, Türk dış politikasında Sta­tüko zihniyetinin ne kadar müesseseleştiğini göstermiş olalım.

Bu kısa hatırlatmalardan sonra, bu statükocu strateji­nin Türkiye’yi hangi noktaya getirmiş olduğunu bir daha gözden geçirelim. Bütün inadına ve direnmesine rağmen, ‘Türkiye Kıbrıs’a asker çıkarmak zorunda kalmıştır. Bütün lâiklik taassubuna rağmen Türkiye İslâm ülkelerine yak­laşmak zorunda kalmıştır. İslâm ülkeleri konferanslarına katılmak mecburiyetini duymuştur. «Yurtta Sulh, Cihanda Sulh» dövizine rağmen, birçok elçisi öldürülmüştür. Birçok defalar Yunanistan’la harbe girme durumuna gelmiştir. «Ne bir karış toprak alırız, ne bir karış toprak veririz» prensi­bine rağmen, Türk topraklarında başka Devletler kurma ni­yetleri su üstüne çıkmıştır. «Batılı lâik Cumhuriyet» iddiasına rağmen üçüncü dünyaya girmek için bir kapı aranır hale gelmiştir.

Türkiye’nin dış politika stratejisine paralel olarak içer­de gerçekleştirmiş olduğu kültür hareketleri de eski tefsir- . lerini kaybetmişlerdir. Türkiye Lâtin harflerini kabul et­miştir, Birleşmiş Milletler ise, Arapçayı resmî dil olarak kabul etmiştir. Türkiye İslâm hukukunu terk etmiştir hal­buki, Birleşmiş Milletler İslâm Hukukunu bir hukuk kay­nağı olarak benimsemiştir.

Ayrıca Türk dış politikasını İslâm petrolü ve petrodolar karşısında statükocu durumu dolayısiyle ileriyi göreme­diği de ortadadır.

STATÜKO STRATEJİSİNİN GENEL OLARAK TENKİDİ

Bize kalırsa, statüko stratejisi daimi olarak benimse­necek bir strateji değildir. Ancak geçici olarak bazı tehli­keleri atlatmak, bazı zararları telâfi etmek için faydalı ola­bilir. Ortadoğu gibi zelzeleli bölgelerde değil, durmuş otur­muş körfez bölgelerde daha kolay mümkün olabilir. Hatta bize kalırsa, bu bir strateji değil, bir taktiktir ve diğer stra­tejilerin içinde mündemiçtir.

Türkiye Cumhuriyetinin statükocu stratejisi Tanzimat- tan beri gelen bir anlayışın doruğa çıkmasıdır. Bu anlayı­şın doruğa çıkması, Türkiye’yi bir dış politika girdabının önüne getirmiştir

Kısacası statüko stratejisinin de bir hedefi olmalıdır. Bu hedefe mantıki olarak bir başka stratejiye geçiş olabi­lir. Statüko için statüko bir strateji değil, bir intihardır. Üstelik bu gayri tabii hal mümkün de değildir ve dış politi­ka gerçeklerine aykırıdır. Türkiye statükocu bir politika takip ederken, Yunanistan bu eski Türk vilayeti boyuna top­raklarını genişletmek, hem de Türkiye aleyhine genişlet­mek imkânım bulmuştur. Üst üste yenilmelere memen, üstünlük politikasından vazgeçmeyen Yunanistan bu gay­retleri üe bütün imkânlarını kullanmış ve Türk dış politi­kasını düğümlemiştir.

Türkiye Lozan Statükosunu korumaya uğraşırken, Orta-Doğu’da İsrail devlet kurmuş ve güttüğü üstünlük po­litikası ile nerede ise Türkiye’ye komşu olacak hale gel­miştir.

Kıtaların uyandığı birçok yeni devletlerin kurulduğu dünyamızda statükocu bir politika takibi mümkün de­ğildir.

Gazetecilikte bir kaide vardır. Tiraj almak için değil, tirajı muhafaza etmek için hamle yapılır. Bu kaideyi dip­lomatik sahaya intikal ettirirsek diyebiliriz ki, bir devlet statükoyu muhafaza etmek için dahi hamleler yapmak zo­rundadır. Son olarak statükocu dış politikanın millî ruhu matlaştırdığım, gayri milli akımları kuvvetlendirdiğini,.

Devletin hayatiyetini zaafa düçar ettiğini de belirtmek ge­rekir. Çünkü statükoda moralite yoktur. Hele çok parlak bir üstünlük politikasmı tarihinde yaşamış olan büyük ta­rihli milletler için.

Bugün Türk Dış politikasını bir müessese olarak ele almak ve yeniden tarihin, aklın, İktisadî şartların ve dünya konjonktürünün icaplarına göre tanzim etmek gerektir. Bunun için de önce dünya dış politika konjonktürünün çok kısa da olsa bir tahlilini yapmak gereklidir.

HASTA DÜNYA

Dünya dış politika konjonktürünü kutuplaşmalar, bloklaşmalar ve bunların ortaya çıkardığı yeni dengeler tarzında ele almak ve bunlardan bir netice çıkarmak niye­tinde değilim. Daha geniş bir planda dünyanın ve insanlığın dolayısiyle devletlerin hasta olduğuna işaret etmek istiyorum. Belki bütün dünya yeni bir şeyler veya unuttu- iğu başka şeyleri bulmak ihtiyacındadır. Haberleşme im­kânları o kadar çoğalmış, yani bu kadar küçülmüş bir dün­yada meseleleri dünya çapında ele almak şarttır. Bugün dünya soğuk harp, sun’î detant, çılgınca feza yarışı, korkunç silahlanma yarışı, iğrenç bir silah ticareti, öğürtücü terörizm ve vicdanları bulandırıcı haksızlıklar ‘ arasında bunalmaktadır. Milletlerarası müesseseler manevî değerlerini yitirmişlerdir. Milletlerarası sahada kuvvet hukuku, ticaret insanlık şerefini daima yenmiştir. Birleşmiş Millet­ler gayet rahatlıkla kararlar almışlardır. Çünkü, nasıl olsa .alman kararlar tatbik edilmemektedir. Filistin meselesinde Birleşmiş Milletlerin aldığı kararlar İsrail’i bağlamadığı gibi, Amerika’yı da İsrail’e bu kararlan tanımadığı için âdeta mükâfat verir gibi para akıtmaktan döndürmemektedir.

Fransa Dışişleri Bakanlığı Müşavirlerinden elçi Dölamar’la görüşürken, kendisine Birleşmiş Milletler kararla­rının tatbik edilmemesi hususunda neler düşündüğünü sor­duğumda bana şu cevabı verdi: «Bu netice tabiidir çünkü devlet sayısı çoğalmıştır her devletin bir karar için rey verirken kendine mahsus fikirleri ve menfaatleri rol oy­nadığı gibi, kararın tatbikinde de kendine mahsus mülâhazaları bulunmaktadır. Büyük elçiye «bunun kabahat ve mesuliyeti de size ait değil mi» dediğim zaman şaşırmış, «nasıl, niçin» diye sormuş ve «bir tek Osmanlı cihan devle­tinden cetvelle çizer gibi kumlar üzerinde sun’i sınırlar çe- kereek yirmi civarında devleti batılı emperyalistler böl ve hükmet politikasına uygun bir şekilde çıkarmadılar mı? Dil aynı, din aynı, coğrafya aynı, tarih aynı, ama devlet ve bayrak ayrı, devlet enflasyonu varsa bunun da mesulü siz değil misiniz?» cevabıma karşı, «haklısınız» demekten baş­ka çare bulamamıştı.

Aslında dünyayı sarsan medeniyet krizinin diplomatik sahadaki yankılarıydı bunlar. İdeolojilerde insanlığı ve devleti parçalıyordu. Oldum olasıya maddi mücadeleler sa­hası olan ve sık sık harplere müncer bulunan Dış politika münasebetleri kaidelere malik olmak şerefini de kaybe­diyordu.

İdeolojilerin faydasız kaldığı, hukukun sustuğu, her kafadar bir sesin çıktığı, beynelmilel terörizmin ve silah ticaretinin at koşturduğu, komünist ve kapitalist emper­yalizmlerin yarıştığı, nükleer bir harbin eşiğinde bekleyen bir dünya. Böyle bir dünyada ahenkli, müesseseleşmiş, mü­essir bir dış politika bile sarsılmak, yozlaşmak tehlikesine maruzdur.

Bu durumda Türk dış politikası nasıl müesseseleşebilir? Hangi fikir, hangi prensip, hangi hedef istikametinde? Bu istikamette yürümek için hangi vasıtaları kullanmalı, han­gi müesseseleri kurmalı?

Bugün Türk dış politikası maalesef o duruma gelmiştir ki, ilk elde statükocu statükoyu muhafaza etmek ve fakat aynı zamanda bir an önce müesseseleşmek, kendisini ye­nilemek müesseselerini yenilemek ve yeni bir mecraya gir­mek zorundadır.

Türk dış politikasının Lozan’dan beri kurtulamadığı paradoks bugün de başındadır. Hem statükoyu muhafaza etmek, hem de bir an önce statükocu politikayı terk etmek borcundadır. Binaenaleyh bundan sonraki Türk dış politi­kası ne olmalıdır sorusunun cevabı şudur: «Statükocu stra­teji olmamalıdır.»

Dış Türkler ile sırf statükocu strateji icabı, ilgilenmeyi Vatan’a ihanet sayan Türk dış politikası, bugün «Kürdara azadi» naraları ile karşı karşıyadır. Ve bugün «Peki ama bir şartla, dünyadaki bütün milletlere, Rus ve Çin esiri Türklere ve Amerika’daki zencilere de istiklâl, İrlandalıla­ra ve İskoçlara da istiklâl, Basklara ve Brötanlara da istik­lâl» diyebilmek esprisinden dahi mahrum kalmıştır.

YENİDEN MÜESSESELEŞMEK

Türk diplomasisi yeniden müesseseleşmelidir derken, bugünkü halinin «müessese olmamanın müessesesi» tarzın­da tarifi uygun olur. Nitekim, bu kadar olanlar ve Türkiye’nin gelmiş bulunduğu şu nokta ortada iken, 21.4.1978 tari­hinde Milliyet’te eski Dışişleri Bakanlarından Feridun Ce­mal Erkin bey en mühim çare olarak «Washington’da, Rum lobisine karşı bir Türk lobisi yapacak güçte elçiler gönde­rilmelidir» tedbirini ileri sürmektedir.

Bu anlayışa göre, şimdiye kadar Washington’da bir Türk lobisi olmayışının sebebi, orada bu işi yapacak güçte bir Türk elçisinin bulunmayışıdır. Yani, şahsi bir vakıadır. Halbuki, bir Türk lobisinin bulunmayışı, bir Türk Dış po­litika müessesesinin bulunmayışındandır. Türk lobisi, Tür­kiye’de bile yoktur. Olsaydı «esir Türkler» meselesi bugün­kü felâketli durumuna gelir miydi? Türkiye’de bile, bir Kore, bir Kamboç, bir Vietnam lobisi vardır da bir Türk lobisi yoktur.

Kısacası, Türk dış politikası, Türk diplomasisi, mües­seseleşmeden, kendini yenilemeden, eski hamam eski tas kalmak prensibini terk etmeden, hangi bloka girerse gir­sin, dış politika bunalımımız bitmeyecektir.

O HALDE?

O halde bu müesseseleşme nasıl olacaktır? Her mües­sese gibi, bütün, ahenkli, derin, sistemli ve yaygın… Yani eskisinden çok farklı…

Hemence söyleyelim ki, Türk diplomasisi en azından prestij diplomasisine göre yeniden müessese haline gelme­lidir. Meşhur bir tabirle-, kendisini A’dan, Z’ye kadar bu yeni diplomasiye göre tertip ve tanzim etmelidir.. Maddi kuvvet üstünlüğü, hemence söz konusu olamayacağına göre, Türkiye için manevi üstünlük politikası ilk elde şayanı tav­siyedir. Bu manevî üstünlük muhakkak ki, diğer milletleri küçük düşünme manevî hacalet içinde bulundurmak tar­zında tecelli edemez. Bilâkis, insanlığın unuttuğu manevi meziyetleri ve imkânları, çok şerefli bir tarihin sahibi sıfatiyle tekrar hatırlatmak ve dış ilişkileri «insanileştirmek» veya bunun için her şeyi yapmak, Türkiye’ye ve onun dış politikasına parlak bir renk katacaktır. İktisadi güç bakı­mından eksik olan milletlerin zaten hepsinin muhtaç oldu­ğu tatmin şekli de bu olacaktır. Bunun öncülüğü Türkiye’­ye muhakkak ki, günlük ihtiyaçlarım ve hayatî menfaat­lerini unutturacak değildir. Zaten bugün bunların başka­ları tarafından unutturulduğu ve bugünkü diplomasinin bu hususta da hiç bir şey yapamaz halde bulunduğu orta­dadır. >

Bu bakımdan, statükocu diplomasiden, prestij’ diplo­masisine geçişin şartlarını plan tarzında değil, bir kroki, bir eskiz tarzında ve çok eksik halde de olsa çizmekte fay­da vardır..

TÜRKİYE REDDİ MİRASTAN VAZGEÇMELİDİR

Türkiye diplomasisinin hangi müessese, hangi anlayış tarafından bugünkü hale getirildiğinin tesbit edileceğini başta söylemiştim. Şimdi daha belirgin konuşalım. Lozan politikası Türkiye’yi bu hale getirmiştir. Lozan diplomasi­sinin bugünkü tıkanıklığının önlenmesi ancak çok akıllıca yürütülen bir «Prestij» diplomasisi ile mümkündür.

İç politika ile dış politika arasındaki beraberlik de dü­şünülürse, prestij politikası ile Türk iç politikasının da ken­dine geleceği ortaya çıkar.

Prestij politikasını şu cümle ile de tarif edebiliriz: «Tür­kiye artık reddi miras etmekten vaz geçmelidir.» Çünkü, Türkiye’nin reddi miras etmesi hiç bir işe yaramamıştır. Yani, onun, gerçek emperyalistler tarafından eski toprak­larında «emperyalist» olarak tanıtılmasına mani olamamış­tır. Ve bu duruma müdahale eden hiç bir Türk diplomatı da çıkmamıştır. Çünkü, Türk diplomatlarının statükodan başka derdi olmadığı gibi, hatta böyle bir söylentiyi teyit edecek tutumları vardır.

Nitekim, bir Gazeteci olarak Libya Devlet Başkanı Kaddafi’ye bunu ben açtım. Münakaşasını yaptım. Nitekim, Tunus ve Cezayir parti direktörleriyle bu meseleyi konuş­tum. Kaddafi isabetle «Bu gerçek emperyalistin ektiği bir tohumdur, bunu önleyeceğim» dedi. Amma takip eden kim?

Nerede o diplomasi… Libya’daki Türk elçilerinden birisi «Bir an önce beni buradan alsalar» diye bakıyordu.

Şimdi toparlarsak, Türk diplomasisi «prestij strateji­sine dönmeli ve «İstihbarat, Propaganda, ve Kadro» bakı­mından prestij diplomasisine göre müessese haline gel­melidir.

Hemen şunu söyleyelim ki, bugün Türk diplomasisi bu üç şeyden de mahrumdur. Ne istihbaratı vardır ne propa­gandası… Ne de kadrosu…

A — İSTİHBARAT

Haber mukaddestir… Habersizlik askerlikte de olduğu gibi dış politikada da intihardır. Ve Türk diplomasisinin hiç bir şeyden haberi yoktur. Hedefsiz olan diplomasinin haberi olmaması da normaldir.

Merkezde bir enformasyon müdürlüğü vardır. Aslında bu müdürlük Dışişleri Bakanlığının sözcülüğü vazifesinden başka bir şey yapmaz. Merkezde Doğu, Batı daireleri var­dır. Asya, Afrika, Orta-Doğu masaları vardır. Fakat bu masalara bu bölgelerle alâkalı hiç bir yayın gelmez. .

Dışişleri Bakanlığının kütüphanesi yoktur demek de ‘ asla mübalağa olmaz. Arşivlerdeki evrakı bulmak da müm­kün değildir, eğer tesadüf imdada yetişmezse.

Merkez böyle olunca, elçilikler nasıldır? Aslında elçile­rin bulundukları ülkeler hakkında raporlar vermesi lâzım­dır. Böyle çok rapor gönderen elçi olursa «Şuna bak neler yazmış denir. Birçok elçiler ise, hiç rapor göndermezler ve böylece seslerini kesmiş durumda, rahatça bulundukları yerde kalırlar. Daha çok. göze girerler.

Elçiliklerdeki Ticaret ataşelerinin ticaret istihbaratı bi­le orta halli bir şirketinkinden çok zayıftır. Basın ataşelerine gelince… Bunların hemen hiç birisi bulunduğu memle­kete intibak edebilmiş değildir. Paris’e ilk gittiğim zaman, Basın ataşelerinden bazılarının beni Fransız gazetecilerine tanıtacakları yerde, kendilerini Fransız gazetecilerine ta­nıtmamı benden istediklerini hiç unutamam.

Daha eğlenceli bir saha olduğu için turizm ateşeler belki daha başarılıdırlar… Moskova’daki elçiliğimizin ça­lışmasını söyleyelim. Burada bir Rus matmazeli vardır. Matmazel Marina. Bu sekreter, Rus gazetelerini inceler, bazı notlar alır, onları Fransızca’ya tercüme eder. İşte el­çiliğimizin bütün istihbaratı… Yabancı elçiliklerin yatak odalarını bile dinleyen SSCB’ye karşı böyle bir istihbarat­la sağlıklı bir dış politika takibi mümkün müdür? Buna razı statükocu bir politika ne netice verebilir?

Tabii bunun bir diğer sebebi de, elçiliklerdeki kişile­rin lisan durumu… Moskova’daki Türk elçiliğinde Rusça bilen hemen hemen yoktur. Türk elçisi Almanca bilmekte­dir. Ve Moskova’daki ikameti sırasında İngiliz Başkonsolo­sun hanımından İngilizce öğrenmektedir. Halbuki Rusça bilen bir elçinin, Rus gazetelerinde o gün okuyacağı bir haberi değerlendirişi Türk diplomasi makinesine hareket verebilir… Mamafih Türk elçisinin Moskova’da İngilizce öğrenmesi bile faydalı olmuş, sonraki hizmetlerinde tesiri görülmüştür. Çünkü, Moskova’da İngilizce öğrenen Türk diplomatı sonradan Cumhurbaşkanı olan Sayın Korutürk’tür.

Elçilikler, dışa açılan pencerelerdir. Bu bakımdan, bu­lundukları memleketi Türk politikası adına hiç olmazsa istihbarat bakımından fethetmelidirler. Habib Burgiba’nın fotoğrafçısının Türk olduğunu «Osman Baba» bilmek dahi büyük bir kıymettir.

Sonra elçiliklerden gelen bu raporlar ve haberlerin, «prestij» politikasına göre değerlendirmesi yapılmalı ve bütün dış işlerine yayılmalıdır.

Elçilikler, bulundukları memleket içindeki istihbarat­larına göre ve o miktarda müessir olabileceklerdir. Hatta, her Türk elçisinin bulundukları mıntakalar hakkında ki­taplar ve eserler yazmaları şarttır. Bu şartı yerine getiren Celâl Tevfik Karasapan gibi sefirlerimiz ve Emel Esin gibi sefirelerimiz de vardır. Türk elçilerinin prestij stratejisinde kültür ve ekonomi sahasına aynı alâka ile girmeleri ge­rektir.

Açılmayan kapı yoktur… Yunanistan için Türkiye’ye karşı bu kadar edepsizlik edenler Cezayir’deki menfaatle­rinin hatırı için hareketlerini bir anda değiştirebilir. Yeter ki çare aransın. Koz’a koz’la cevap vermek düşünülsün ve bunun gereği yapılsın…

Diplomasinin bütününe ait bir kaideyi tekrarlayalım. Bugün artık, dış temsilcilerin, yani sefirlerin, bulundukla­rı memleketlerde hususî muhitleri ve adamları olmak ge­rektir. Bir başka deyimle lobileri… ‘Ancak böylece mües­sese olabilirler.. Bunun için de, diplomatik hayatın daha çok İçtimaî hayata girmiş olduğunu bilhassa ticari ve kül­türel faaliyetlere dönüştüğünü unutmamak gerek. Ticaret ve kültür… Bunu Türk diplomasisi namına, bir tüccar gibi, bir elit gibi yapmak şarttır… Zor ve fakat zaruri…

Halbuki, bizim diplomasimiz bu imkândan mahrum olduğu için A.B.D.’de bir gazetede Dışişleri Bakanımızın bir beyanatının neşri için İsrail bize tavassut etmekte ve İs­rail asıllı bir Amerikalı gazetecinin vasıtasiyle bu neticeyi temin etmekte ve tabii sonradan bunu Türkiye’ye çok pa­halıya getirmektedir.

İstihbarat hem saha itibariyle geniş, hem seviye iste­yen bir iştir. Teknik istihbarat diyebileceğimiz sahalar var­dır. Askerî, iktisadi, ticarî gibi… Bir de umumî meseleler ve kültür istihbaratı vardır ki, bu hususlarda istihbarat yapabilmek için büyük bir seviye gerekir. Yapılan istih­baratın «prestij» stratejisine göre değerlendirilmesi ise, ayrı bir davadır.

Bizde istihbaratın en mühim kısmı basın ataşelerinin o ülkenin gazetelerinden kestikleri kupürler veya hülâsa et­tikleri haberlerden ibarettir. Bunun ne kadar gayri kâfi olduğu ortadadır. Üstelik bunun bile hakkıyla yapıldığı söylenemez. Çünkü, bunun için bile büyük bir uyanıklık, mahallî lisana ve hadiselere büyük vukuf gerektir. Meselâ; Moskova’da bu işi Matmazel Marina adlı Rus sekreter ha­nım yapardı. Zaten kapalı bir ülkede, çıkan sansürlü gaze­telerden her gün kestiği iki üç haberi bülten haline getirir, bütün elçilik bununla iktifa ederdi. Çoğu kere elçilikte Rusça bilen Türk memur bulunmazdı. Türk büyükelçisi olan sayın Korutürk o esnada İngiliz sefareti başkonsolosunun hanımından İngilizce öğrenirdi.’ Halbuki Rusça bilen kişi­lerin yüksek seviyede yapacakları bir istihbaratın değeri aşikârdır.

Elçilerin verdikleri raporlar vardır. Statükocu politi­kanın tesiriyle bu da bugün Türk diplomasisinde unutul­muş gitmiştir. Çok rapor gönderen elçi, camiada «ukala» olarak tanınır. Rapor göndermeyen elçiler hele, körfez böl­gelerde iseler rahat ederler, en azından unutulmanın mut­luluğunu yaşarlar.

Dış politikadaki en büyük silah ise haberdir… «Muhaberesiz muharebe olmaz» diye bir kaide vardır. Diplo­masi hiç olmaz…Ayrıca kültürel enformasyon da fevkalâ­de mühim bir yer tutar. Bilhassa «prestij» diplomasisinde… Misali Fransa’dan vereyim: Avrupa’da «orientalizmin te­melinde doğuya hakim olabilmek için doğuyu ve İslâmî öğ­renmek arzusu yatar. Avrupa üniversitelerindeki şarkiyat çalışmalarının hedefi budur. Bu çalışmalar ilerleyip hede­fine ulaşınca, o memleketin «aydın»larının beyinlerini yı­kamakla da vazifelenir. Bugün devletimizin tercüme edip bastığı İSLAM ANSİKLOPEDİSİ böyle bir çalışmanın mah­sulü olup, İslâmî Avrupa’nın görmek istediği şekilde göste­ren çizgilere maliktir.

Paris’te okuyan Türk talebelerine ise, Şarkiyat sahasında Fransa’nın bilmek istediği mevzuları incelemek va­zifesi verilir. Bunların başında Türkiye’deki iç ayrılıklar, mezhepler, ırk farklılıkları ve İslâmiyetin zayıflamaya yüz tutmuş müesseseleri gelir. Bu Türk talebeleri, Türk mille­tinin parasiyle bunları, Fransa için hazırlar ve doktora yap­tım diye döner gelir. Halbuki, bu «Devlet Doktorası» bile değildir. Üçüncü devre denen şeydir. Asıl o araştırmalara istinaden ilmi neticeleri, hem de kendi politikalarına uy­gun olarak sonradan Fransız Profesör çıkarır. Ameleliğini Türk talebeye yaptırır. Paris metrosunun ameleliğini Ce­zayirlilere yaptırdığı gibi…

Prestij stratejisine lâyık bir kültür seviyesi zaruridir.

Rene Guenon, bir büyük Fransız’dır, mütefekkirdir. Müslüman olmuştur. Mısır’da yerleşmiş ve vefat etmiştir. Eserleri hâlâ Fransa’da büyük tesire maliktir. Ama, bizim statükocu lâik politikamızın bundan hiç haberi yoktur. Halbuki, Fransa’da tesbit ettiğime göre; büyükelçilik sevi­yesine ulaşsın da Guenon’u tanımasın böylesi yoktur. Hat­ta elçilikteki Fransız sekreter madam tanıyor ama büyük elçimiz bilmiyordu. Halbuki, bir diyalog kurmak için he­men en mühim köprü o idi… Fransız diplomatları karşısın­da bunaldığım zaman sözü Guenon’a getirir, onun “İslâmiyete değil de, Tasavvufa” girdiğini izah için uğraşmalarını zevkle takip ederdim…

Fransa’da tam tersi de mümkündür. Solcular Müslü­man ülkelerin «bağımsızlıklarını» daima desteklemişlerdir. Onlarla da birçok bakımlardan ve İslâmiyet ile diyalog kurmak isteyen Garaudy kanalıyla irtibat kurmak mümkün­dür. Ama tam aksi olmuştur. Paris’teki birkaç komünist Sorbon’da kütüphane memurluğundan başlayan bir çörek­lenme ile Türkiye aleyhine kayıtsız şartsız sol bir hava yap­mışlardır ve Fransa’daki Türk elçiliğinden daha müessir hale gelmişlerdir. Çünkü, Paris hayatına bilfiil iştirak et­mektedirler. Muhitleri vardır. Bunlardan bir tanesi, Peyami Safa’nın Fransızcaya tercüme edilen eserini basmak iste­yen naşire koşup, bu basıma mani olmak için «Türkolog» sıfatiyle elinden gelen her iftirayı yapacak ve mani olacak kadar iddialı ve çalışkandır. Ve tabii bunlardan elçimizin, elçiliğimizin haberi yoktur..

Prestij politikasını takip için, dünya çapında kültür ve istihbarat imkânları şarttır. Merkez teşkilâtındaki enfor­masyon genel müdürlüğü ise, fiilen Dışişleri Bakanlığı’nın sözcülüğünü yapmaktadır.

Bir misâl vererek istihbaratın ehemmiyetini ve her ha­lükârda yapılması gereğini belirteyim. A.B.D. Dışişleri, Rus­ya Devlet Teşkilâtım istihbaratı vasıtasıyla şematize etmiş bulunmaktadır. Demirperdeye rağmen, imkânsızlıklara rağ­men… Üstelik bu istihbaratı bir kitap haline getirmiş ve bastırmıştır. Bu kitapta bazı boşluklar bulunmaktadır. Ba­zı isimler eksiktir. Bu isimlerin eksikliği ya A.B.D. istihbaratının ulaşamadığı noktalan göstermektedir, yahut Ruslara o intibaı vermek için böyle gösterilmiştir. Basılan kitabın dışındaki istihbaratı da düşünmek gerekir.

İstihbarat, bir diş politika stratejisinin beyni mesabe- bindedir. Bu bakımdan, merkez teşkilâtında bunları değer­lendiren büyük bir büro olmak gereklidir. Sadece istihbarat ve değerlendirme üstünlüğünün bile, Dış Politika zemini­ne prestij sağlayabileceğini unutmamak gerektir…

  1. PROPAGANDA

Bugün İsrail’in Eurovision yarışmasına bir Avrupa memleketi olmamasına rağmen, niçin katıldığım düşünebiliyor muyuz? Bu kadar yaygın ve her fırsattan istifade eden bir propagandanın arkasında İsrail’in Türkiye’ye komşu olacak kadar geniş askerî ve kanlı hareketleri örttüğünü görmezlikten gelebilir miyiz? Ya Türk jürisinin her şeyden habersiz İsrail ekibine on i ki puan birden vermesine ne de­meli? Bunun, İslâm ülkelerinde yapacağı tesiri bile hesap eden bir hassas dengede değil mi Türkiye?.. Hiç İsrail Tür­kiye’ye tek bir puan verdi mi? Amma durun İsrail belki Türkiye’den bu puanı koparmak için Norveç’ten Türkiye’­ye puan temin etti ve kendisi Türkiye’ye puan verir görün­mekten de kurtuldu. Şu anda bütün Arap talebeler Tür­kiye’nin İsrail’e verdiği oniki puanı «ayıp» bir şey «Arap davasına saygısızlık» olarak kabul etmektedirler ve Tür­kiye’nin Arap petrolüne ihtiyacı vardır.

İstihbaratsız, hedefsiz, gayesiz progapanda da olmaz.

Tam bir «üstünlük» stratejisi güden İsrail bir taşla bir çok kuşları vurmuş bulunmaktadır. Bu kuşlar arasında Türkiye’nin TRT’si ve Dış Politikası da vardır.

Türkiye bir propaganda çemberi ile çevrilmiştir. Aleyhte bir propaganda… İslâm ülkelerinde «Türkler Arap ve İslâm düşmanıdır»… Avrupa’da ise, «Türkler barbar­dır, Ermenileri kestiler vs.» Türkiye bu çemberi kırmak için hiç bir şey yapmamıştır. «Yurtta Sulh, Cihanda Sulh» demekten başka…

Türkiye’nin başarılı olduğu nokta iç propagandadır. Türkiye halkım bazı gerçeklere inandırmıştır. Daha doğ­rusu aydınını. Meselâ, Türk çocuklan mektepte Atatürk’ün büyüklüğü hakkında öyle, doldurulur, bütün dünyanın Atatürk’ü tanıdığı hakkında öyle mübalâğalı şeylerle bü­yütürler ki, Avrupa’ya gidip de kimsenin Türkiye’yi de, Atatürk’ü de tanımadığını görünce bütün kıymet hükümleri sarsılır.

Çünkü, o buraya gelen her yabancı devlet adamının Anıtkabiri ziyaretinin, bizim tarafımızdan yapılmış prog­ram ve protokol gereği değil ve fakat yabancının büyük hayranlığının eseri olduğu, şuuraltı imajına sahiptir… Son­radan gittiği yabancı ülkelerde bu imajının yıkılması her- şeyin tepetakla olması demektir.

Bir propagandanın ilk şartı, gerçekçi ve şartlara uy­gun olmasıdır. Göbels’in propagandası devrini kapamıştır. Bu bakımdan, sadece, Türkiye aleyhindeki iftiraları yalan­lamak veya daha çok unutturmak bile kâfidir. Bu arada, Türk dış politikasının Milletlerarası Hukuk’a tam riayet, adalete tam itaat tarzında tecelli etmesi en büyük avantaj olacaktır. Bazen spektaküler davranışlar göz kamaştırma­lar, dünya efkârını allak bullak etmeler de lâzım gelecek­tir. Meselâ, Kıbrıs’la, Filistinliler’in durumu birbirine ben­zemektedir. İsrail’de, Türkiye’de B.M. kararlarım tatbik etmemektedir. Türkiye İsrail’e çağrıda bulunarak, «su*f şeklen de olsa Milletlerarası hukuka saygıyı yeniden tesis için bu karara uyacağım ilân etse ve Arap âlemine de bu fedakârlığı sırf Filistinliler’in haklarım kurtarmak için Türklüğün fedakârlığı olarak takdim edebilse, .bütün men­fi propagandalar bitebileceği gibi «statüko» da değişmez.. Amma, propaganda dengesi Türkiye’nin lehine değişir.

Propaganda da bugün bir tekniktir, bir san’attır. Malî imkânlar isteyen bir iştir. Amma zaruridir de… Bunun için lisan bilgisi, büyük kültür, hususi teknik ve mali imkânları hemen temin cihetine gitmek gerektir.

Tekrar Eurovision’a dönüyorum. İki defa da Türkiye bu müsabakaya o kadar masrafla İsrail’e rey vermek için gitmiş bulunuyor. Ve hiç sempati tezahüratına da malik olamadan dönüyor. Dereceyi bırakınız… Halbuki «Karayı­lan» davulunu alıp gitse, davul solosu yapsa, gösterisini alkışlarla tamamlayacağına emin olabilirsiniz…

  1. KADRO MESELESİ

Bu istihbaratı, bu propagandayı, bu prestij stratejisinin esaslarını ve metodlarını hangi kadro tayin edecek? İşte asıl mesele. İşte işin can alıcı tarafı. Bunun ismini «Dışişle­rinin millileşmesi» de koyabiliriz. Bizim Dışişleri kadromuz da elli seneyi aşkın devam eden Statüko stratejisi yüzün­den «kökleşmiş» dunundadır. Dışişlerinde, en mühim me­sele artık sadece protokoldür. Protokolde de en mühim me­sele, imtihan suali, hatta memur namzedinin kıratım orta­ya koyan soru nedir biliyor musunuz? Çok güzel bir ka­imiz var, bilmem nerenin elçisi hovardalığı ile tanınmıştır. Karınızı yalnız yakalayınca sarkıntılık ediyor, hadise çıkarır mısınız? «Yahut Türk elçilerinin astları hakkında verdikleri en mühim not mevzuu nedir biliyor musunuz! «Sofrada üç erkek, iki hanım var, başkâtip davetli değil, fa­kat hanımını boşluk doldursun diye davet ettik, misafir­lerden birisi suludur diye hanımını göndermedi, bize ya­ramaz» Bunlar defalarca olmuş, gazetelere geçmiş şeyler­dir. Bu zihniyette, bu noktada çakılmış kalmış bir kad­rodan herhalde şu günkü halden başka bir şey beklene­mez.

O halde. Prestij diplomasisini temsil edecek, memleke­tin menfaatlerini de, şahsi haysiyetini de, karısının şerefi­ni de korumayı becerecek diplomatlar yetiştirmek gerek­tir.

Bu gün Dışişleri Bakanlığı’mıza en fazla memuru Si­yasal Bilgiler vermiştir. Hukuk ve diğer fakültelerden de vardır. Galatasaray menşeli olanlar ayrı bir klik halinde birbirlerini tutarlar. Mülkiyeliler cuntasından bahsedilir. «Önce mülkiye, sonra Türkiye» diyecek kadar bu konuda mutaassıp oldukları söylenmiştir.

Osmanlı devrinde devlet adamları Enderun’da yetiş­tirilirdi. Başka memleketlerde de böyledir. Devlet adamla­rı yetiştirilir. Türkiye’de bu hususu yeniden ele almak ge­rektir. Diplomasi Koleji ve Fakülteleri kurulmalı ve «pres­tij diplomasisine geçişi temin edecek diplomatlar yetişti­rilmelidir. Ayrıca kültürel enformasyon için, Diplomatik araştırma merkezleri enstitüleri kurulmalıdır. «Marksizmi Araştırma Enstitüsü», “İslâm Dünyasını Araştırma Ensti­tüsü”, «İktisadî Coğrafya Araştırmaları Enstitüsü» «Türk­lük Dünyasını Araştırma Enstitüsü*- Ve her kıt’a için «Af­rika’yı Araştırma Enstitüsü» gibi enstitüler mutlaka kurul­malıdır.

Türk diplomatları için «bilingual» olmak kâfi değildir. Bu mecburi olmalıdır. Türk diplomatları için mecburi olması gereken iki lisan İngilizce ve Arapça olmalıdır. Ayrıca, hususi sahaları için Japonca, Rusça, Almanca, Çince gibi lisanları öğrenmelidirler. Her diplomat mutlaka bir saha­da «üstat» denecek seviyeye gelmelidir. Barem de yüksel­mek kadar ve hattâ ondan çok meslekte yükselmek şart olmalıdır. Elçiliklerdeki konsolosluk işleri mümkün oldu­ğu kadar basitleştirilmelidir. Her Türk diplomatı gittiği ülkede parmakla gösterilen insan olmalıdır. Herkesin say­gısını sevgisini kazanmış bulunmalıdır. Türk diplomatla­rının yabancı kadınlarla evlenmeleri adeti mutlaka kaldı­rılmalıdır. Ancak bir yabancı prenses —faraza- ile evlenme­sine Devlet Başkanı izin verebilmelidir. Yani her şey pres­tij diplomasisine göre ayarlanmış olmalıdır.

O kadar ki, Bir Türk elçisi öldürülürse, bütün dünya ona saygısından ötürü ayaklanmalı ve onu öldürenler hak­lı bir dava bile gütseler, dünya efkârında mahkûm olma­lıdırlar. Prestijleri onları polisten daha fazla koruyabil­melidir.

Bunlar muhakkak ki, çok zor iştir. Amma, devlet ol­mak, devlet idare etmek, diplomasi de öyle kolay bir iş değildir.. Her «yiğit neye talipse, pahası odur» denmiştir…

Bunlar olunca, Türk Diplomasisi “Müessese”leşebilir.