+++Dr. Hayati BİCE: Mehmed Akif Şiirinde Milliyet Kavramı

“Türk tarihinin en büyük ülkücülerinden Mehmed Âkif ERSOY”u, vefatının yıldönümünde rahmetle anıyoruz.

Ruhu şad olsun.

ÜLKÜ~YAZ
***

                                                                                                         B İ R    B A Ş K A    S A F A H A T *

 – Mehmed Akif  Şiirinde Milliyet Kavramı –

Dr. Hayati BİCE

 

ŞİİR1

 

“Nevruz’ a

İhtiyar amcanı dinler misin, oğlum, Nevruz ?

Ne büyük söyle, ne çok söyle; yiğit işde gerek.

Lafı bol, karnı geniş soyları taklid etme;

Sözü sağlam, özü sağlam, adam ol, ırkına çek!”

Hilvan,15 Teşrinisani 1348 (1932)

***

Mehmed Akif’in bu kısa ve sade şiirini tahlil için seçişimizin sebeplerini açıklamamız, incelememizin temelini teşkil etmesi dolayısiyle bir mecburiyet olarak önümüzdedir. Bu şiirin tahlilinden hareketle bir eserin,bir şahsiyetin oluşumunda etkili olan, ancak dikkat edilmezse hemen fark edilemeyen , sosyal muhit ve tarihî vetirenin önemini vurgulayacağız. Böylesi bir inceleme için hayatı ve eserleriyle ‘bulunmaz’ bir örnek teşkil eden Akif’in diğer bazı şiirlerinden de hiçbir yorumlamaya tabi tutmadan iktibaslar yapacağız. Ancak şiirlerin yazıldığı yılların belirleyici olaylarını ortaya koyduğumuzda varılacak yorum okuyucuya bırakılmıştır.

Eserleri veya icraatlarıyla arkalarında ‘iz bırakmış’ devlet ve fikir adamlarıyla ilgili subjektif eğilimlere göre belirlenen lehde ve aleyhdeki tavırların ne kadar yanlış hükümlerle sonuçlandığı ötedenberi dikkatimi çekmiştir.Bir kişinin ömrünün bir yerinde ulaştığı bir sonuç,yine aynı kişinin başka bir ömür noktasında vardığı noktada çelişebilmektedir.Bu durumda sözkonusu kişiyi daha sonraları çok farklı eğilimler ömür çizgisinin -kendi işlerine gelen- bir noktasından tutarak yüceltmekte ve bir başka noktadan da salvo atışlarına tutmakta beis görmemektedirler. Bu tavrın pekçok örneğini yakın-uzak Türk tarihine dair değerlendirmelerde de görebilmekteyiz.

İnsanın şahsiyetini ve onun en önemli kısmını oluşturan fikrî muhtevası ile duygu dünyasını donmuş, değişme kabul etmez yapılar olarak ele almak kolaycı, dogmatik ve çoğu defa tefekkür cehdine yabancı kafalar için ‘uygun’ bir çözüm yolu olmuştur. Dogmaların şablonlarına göre ‘doğrular-yanlışlar’ zaten ‘büyükler’ tarafından belirlenmiştir. O halde bir kişiyi hayatının bir noktasındaki bir hareketinden, sözünden, davranışından ele alarak şablonla karşılaştırmak ve buna göre “iyi-kötü” diye sathî bir değerlendirmeden sonra ‘hükmünü vermiş hakimlerin rahatlığı’ ile o şahsiyeti zihninin ‘şahane’ çöplüğünde bir yere atıvermek ne kadar da kolaydır…

Ama gerçek böyle midir? İslam’ın bize her konuda en ’emin’ metodu verdiğine iman ettiğimize göre kendi beşerî değerlendirmelerimizi bir kenara koyarak İslami kıstasları gözden geçirelim: İslam’a göre ‘insan kendi içinde tekamül üzre’dir (Buradaki tekamülü şu mahut “türlerin tekamülü” ile karıştırmayın lütfen!) Buna işaret eden Hadis-i nebevî’de şanlı Peygamberimiz (S.a.v.) “İki günü birbirine denk olan ziyandadır.” buyurmaktadır. İnsanın hep iyiye,hep güzele doğru, hergün bir önceki günden daha ileride olmağa teşviki ne de güzel formüle edilmiştir. İslamî tebliğ ve yaşayışın bir mektebi olan tasavvuf ehlinin ‘seyr ü sülûk’ olarak adlandırdığı da bundan başka bir şey değildir. En global bazda İslam’ın iman hususundaki hükmü nihai noktadaki duruma göre belirlenir. Bu konudaki en çarpıcı örnek olarak -hepimizin bildiği- Hz.Ömer (R.a.)’in ömür safahatını hatırlatarak geçiyorum.

Sınırları muhakkak ki, iman kadar net ve kesin olarak konulamasa bile fikir bazında da  insan ötürünün değişik yönlenmeleri olabileceğinden yola çıkarak şiirin tahliline geçmeden önce şu hususu da açıklamak yararlı olacaktır.Dogmatik bir şablonculuğa göre bir kişinin “böyle” düşünüyorken bazı ‘şeyler’i farkederek “şöyle” düşünmeğe başlaması fanatik taraftarlarca ‘ihanet’ olarak da vasıflandırılagelmiştir. Halbuki yaşadığı günler ve tarihin ortaya koyduğu gerçeklerden hisse alarak büyük bir yüreklilikle nefs muhasebesi yapabilen kişinin mücahedesi ne güzeldir!

Bu genel izahat ile Mehmed Akif’in bir küçücük şiirinin hayat çizgisi ve tarih perspektifinde değerlendirilmesi arasındaki ilişkinin çözümü olarak özetlenebilecek tahlilimize geçebiliriz:

Mehmed Akif ülkemiz ve insanımızın çok köklü değişikliklere maruz kaldığı bir zaman periyodunda çok büyük acıların, büyük hasretlerin, büyük ülkülerin boy attığı buhranlı günlerini yaşamıştır yakın tarihimizin… Bu arada Berlin örneğinde Batı dünyasını Mısır ölçeğinde de Arab alemini müşahede  imkanı bulmuştur. O’nun birçok şiirinde bu müşahedelerin izleri kolayca görülebilir.Böylesi çalkantılı dönemlerde bir ‘tek insan’ın kendisine çizdiği rotayla vardığı noktanın ne idüğü sadece ve sadece kendisini ilgilendirir. Ancak sözkonusu ‘tek insan’ Mehmed Akif gibi birisi olduğunda işin vechesi  -ister istemez- değişmektedir.

Bu çalışmada öncelikle, Mehmed Akif’in “milliyetçilik” konusundaki tavırları şiirlerinden yola çıkılarak ele alınmıştır. Bu şiirlerle tarihî gerçeklerin üstüste projeksiyonu sonucunda ortaya çıkacak tablonun okuyucuya çok şeyler anlatacağı görülecektir.

1873 yılında doğmuş olan Mehmed Akif, Osmanlı imparatorluğunun son günlerini tükettiği yıllarda, I. ve II.Meşrutiyet dönemleri ile II.Abdulhamid devri İstanbul’unda  gençliğini geçirdi. Veteriner Fakültesi’nde tamamladığı tahsiliyle  çağının maddî ilimlerine vakıf olurken, diğer yandan gayet köklü bir İslami eğitim almıştır. Böylece 1912 yılına geldiğimizde 39 yaşındaki Akif’le beraber “Safahat”ında ‘seyr’imize başlamanın zamanıdır.

1911-1912 Osmanlı-İtalya savaşı, Rusya’nın desteğini alan Balkan halklarına 1908’den beri aradıkları fırsatı vermiştir .Böylece 8 Ekim 1912’de Balkan Savaşı başladı. 6 Mart 1915’de Yanya, 22 Nisan 1915’de İşkodra, 26 Mart 1915’de Edirne sırasıyle Yunan, Karadağ-Sırp ve Bulgar kuvvetlerine teslim oldu. Balkanlarda bir kısmı müslüman olan Osmanlı tebaasının ‘isyan’ hareketlerinden müteessir olan Akif, İtalyan-Türk savaşı esnasında Arab asıllı müslüman kardeşlerimizin de aleyhimizdeki tutumlarına şahid olmuştu.Balkan savaşı sonunda kurulan Arnavutluk Arnavutların yarısını barındırıyordu; Arnavutların diğer yarısı ise Sırbistan (Yugoslavya)da kaldı. İşte bu yıllarda Mehmed Akif vargücüyle ‘İslam ümmeti ‘nin kavmiyetçi duygularla -Batılı emperyalistlerin kışkırtması sonuucu- ayrılık derdine düşmesine engel olmak için kalemine yol veriyor ve şöyle diyordu:

“…

Müslümanlık sizi gayet sıkı, gayet sağlam,

Bağlamak lazım iken, anlamadım, anlıyamam,

Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize

Fikr-i kavmiyyeti şeytan mı sokan zihninize?

Birbirinden müteferrik bu kadar akvâm,

Aynı milliyyetin altında tutan İslam’ı,

Temelinden yıkacak zelzele, kavmiyyettir.

Bunu bir lahza unutmak ebedî haybettir…

Arnavutlukla, Araplıkla bu millet yürümez…

Son siyasetse bu! Hiç böyle siyaset yürümez.” 2

 15 Ramazan 1330 , 15 Ağustos 1328(1912)3

“…

Hani milliyyetin İslam idi… Kavmiyyet ne?

Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyyetine.

“Arnavutluk” ne demek? Var mı şeriatte yeri?

Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri!

Arab’ın Türk’e,Laz’ın Çerkes’e yahud Kürd’e;

Acem’in Çinli’ye rüçhanı mı varmış? Nerde!

Müslümanlıkta “anâsır” mı olurmuş? Ne gezer!

Fikr-i kavmiyyeti tel’in ediyor Peygamber.

En büyük düşmanıdır ruh-u Nebi tefrikanın;

Adı batsın onu İslam’a sokan kaltabanın;

Ne Araplık,ne de Türklük kalacak aç gözünü!

Dinle Peygamber-i zîşanın ilahî sözünü.”

28 Rebiülevvel 1331 , 21 Şubat 1328(1915)4

Fırka, milliyyet, lisan nâmiyle daim ayrılık;

En samîmî kimseler beyninde en ciddi açık;

Enseden aslan kesilmek, cepheden yaltak kedi…”

20 Haziran 1329(1915)5

Mehmed Akif inandığı fikirlerini yalnızca şiirlerinde işlemekle kalmıyor, halka verdiği vaazlarda da dile getiriyordu. Bayezid Camii kürsüsünden “cemaat-i müslimîn”e şunları söylüyordu:

“…Gerçekten ırkı, dili, muhiti, adetleri, kısaca herşeyi bir diğerine zıt olan bu kadar milleti müslümanlık kardeş yapmıştı, milliyetçiliği(kavmiyet), ırkçılığı(cinsiyet) aradan kaldırmıştı. Fakat son zamanlarda biz müslümanlar bu hakikatten gafil olduk. Aramıza sonsuz tefrika girdi. Bırakalım yabancı memleketlerdeki müslümanları, Osmanlı memleketinde bu kadar millet var: Öyle ya Arnavud, Çerkes, Boşnak, Arap, Türk … kısaca daha birçok milliyetler mevcut.

Pekala! Hepsinin arasındaki bağ nedir? Diyanet bağı! Şimdiye kadar bu bağ sayesinde kardeş gibi yaşadık. Türk, Türklüğünün ne olduğunu bilmiyordu. Arnavud milliyetinden dem vurmuyordu. Zaten Müslümanlıkta milliyetçilik yoktur. Hz.Peygamber buyuruyor ki: “Milliyet gayreti güdenler bizden değildir” yani müslüman değildir, milliyet sebebiyle vuruşan da bizden değildir, milliyet güderek ölenler de bizden değildir…”

…Şimdiki felaketin sonsuz sebepleri var ki en birincisi milliyetçilik yüzünden meydan alan tefrikadır. Yalnız 4-5 senedir bu yüzden ne hale geldik? Milliyetçilik gayretiyle ayaklananları ıslah etmek için ordumuzu yorduk. İhtilâlden çıktık,ihtilâle girdik; müşkilattan çıktık, müşkilata düştük! Çünkü yabancılar böyle istiyor, memleketlerimizi elimizden almak için programları bu. Bir taraftan alıyor, sürekli alıyor; hem emin olmalı ki, Allah korusun, memleketimizi tamamiyle bitirmeyince rahat olmayacaklardır…” 6

Balkan Savaşı sonrasında iyice keskinleşen kavmiyetçi eğilimlerin tebaada yaygınlaşması karşısında sesini yükselten Türkçülük akımını hedef alan şiirleri; Mehmed Akif’i nihaî planda “ümmetçi” olarak şablonlaştıranlar elinde bayrak olurken, O’nu “millî şair” olarak seven Türk milliyetçileri tarafından da görülmezden gelinmiştir. Her iki tavır da aynı ‘dogmatik’ görüşün iki yansımasıdır ve aynı oranda yanlıştır. Devrin şartları içinde ve müktesebatının uyarınca Akif’in samimî feryadları olarak kabul etmemiz gereken bu şiirlerin en ‘meşhuru’nu verelim:

“…

Cem’iyyete bir fırka dedik, tefrika çıktı:

Sapsağlam iken milletin erkânını yıktı.

“Tûran İli” nâmiyle bir efsane edindik;

“Efsâne, fakat, gâye!” deyip az mı didindik?

Kaç yurda vedâ etmedik artık bu uğurda?

Elverdi gidenler, acıyın eldeki yurda!”

Kanunuevvel 1334(1918)

Mehmed Âkif bu yıllarda yazdığı bazı şiirlerinde ise -belki de bir sevk-i tabiî ile- İslam ümmeti içerisinde en mümtaz mevkii Türkler için ayırmış görünmektedir:

Ah,biz hayra yarar unsur-u iman değiliz…

Hind’in İslam’ını pek Türk’e kıyas etmeyiniz.

Onların ruh-u şehametle coşan kanları var;

Bizde yok öyle samîmî asabiyyet, o damar. ”

15 Ramazan 1330 , 15 Ağustos 1328 (1912)8

“…

İsterim sizlerde görmek ırkınızdan yâdigâr,

Çok değil,ancak necib evlada layık tek şiar.

Varsa şayet, söyleyin, bir parçacık insafınız:

Böyle kansız mıydı -hâşâ- kahraman eslafınız?

Kahraman ecdadınızdan sizde bir kan yok mudur?

Yoksa: istikbalinizden korkulur, pek korkulur!”

15 Haziran 1329(1915)9

Bu şiirlerin yazıldığı günleri takib eden aylarda Osmanlı imparatorluğunun kaderini noktalayacak I. Cihan Harbi’nin ilk satırları tarihe yazılmağa başlanmıştı. Türk Devleti 3 Kasım 1914’de İtilaf Devletleri olan Almanya Avusturya-Macaristan yanında savaşta yerini aldı. Türkler cepheye çıkınca İngilizler Basra’ya çıkartma harekâtını başlattılar.11 Mart 1917’de IV. Türk ordusu çok üstün İngiliz-Hind kuvvetlerine yenilerek Bağdat’ı bıraktı. Müteakiben 9 Aralık 1917’de İngilizler ve müttefikleri Filistin cephesinde de mübarek Kudüs’ü işgal ettiler.

Üstüste gelen felaketlerin kararttığı bu günlerin tablosunda Çanakkale’de ‘kahraman Mehmedçik’in kanıyla-canıyla yazdığı destan tek ışıklı noktaydı. Bu ‘tek’ nokta bile Akif’in İslamî doktrin yönünden oldukça cür’etli mısralar yazmasına yol açacak kadar O’nu coşturuyordu:

“…

Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!

Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhidi…

Bedr’in arslanları ancak,bu kadar şanlı idi…”

18 Mart 1333(1915)10

I. Cihan Harbi mevzii zaferlerimize rağmen bizim de yer aldığımız İtilaf Devletleri’nin mağlubiyeti ile sonuçlandı. 30 Ekim 1918’de imza altına alınan Mondros Mütarekesi ile de bu durum tescil ediliyordu. 13 Kasım 1918’de İstanbul işgal edildi. Artık İslam’ın son kal’ası olan Türk’ün anavatanı Anadolu toprakları da ‘ehl-i salib’in işgali bahtsızlığına maruz kalıyordu.Yunan ordusu 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgal etti. Parçalanan vatanımız değil de sanki Mehmed Akif’in yüreğidir:

“…

Yurdu baştan başa vîraneye dönmüş Türk’ün;

Dünkü şen, şatır ocaklar yatıyor yerde bugün…

Nerde Ertuğrul’u koynunda büyütmüş obalar,

Hani Osman gibi, Orhan gibi gürbüz babalar?

Bugün artık biri yok… Hepsi masal, hepsi yalan!

Bir onulmaz yaradır, varsa yüreklerde kalan.

Sıtmadan boynu bükülmüş de o dimdik Türk’ün,

Düşünüp durmada öksüz gibi küskün küskün.

Değişik sanki o arslan gibi ırkın torunu!

Bense İslam’ın o gürbüz, o civan unsurunu,

Kocamaz, derdim, asırlarca; sorulsaydı eğer!..”

22 Zilhicce 1337, 18 Eylül 1935(1919)

6-7 yıl öncesinde bir kısmını  örneklediğimiz şiirlerinde, hitabelerinde “Ümmet-i İslam”ın akıbetini kaygı eden Mehmed Akif artık yaşadığı günlerin etkisiyle yüzünü Türk’ün yurduna çevirmiştir. Temelde bir biyoloji ilmi olan veterinerlik tahsil etmiş olan Akif’in şiirlerindeki “gürbüz babalar”, “dimdik Türk” “arslan gibi ırk”,”civan unsur” gibi deyimler son derecede dikkat çekicidir.

Bir edebiyat adamı olduğu kadar -belki de daha fazla- bir aksiyon adamı da olan Mehmed Âkif artık sadece yazmakla yetinemez hale gelmiştir.1920 Şubat’ında Balıkesir’e giderek hitabeler iradetti. Bu gibi faaliyetleri işgal altındaki İstanbul’daki ‘güçler’in gözünden kaçmıyordu ve ‘Dar-ül Hikme’deki görevinden azledildi. Aynı yılın Nisan ayında Ankara’ya gelerek Birinci Millet Meclisi’nde Burdur milletvekili olarak yerini aldı.Bir yandan Millî Mücadele teşkilatlanması hızlanırken Anadolu’daki işgalciler de ilerlemeğe devam ediyorlardı.Osmanlı’nın beşiği Bursa 9 Temmuz 1920’de Yunanlılar tarafından işgal edildi. Nihayet 10 Ağustos 1920’de dayatılan Sevr Andlaşması ile Türk vatanının yağması kağıt üzerinde tamamlandı. Millî Mücadele artık Türk’ün kurtuluşunun tek yolu ve teşkilatıydı; Mehmed Akif de onun mümtaz bir neferi!

17 Şubat 1921’de tamamladığı İstiklâl Marşı’nı “Kahraman Ordumuza” ithaf etti. İstiklal Marşı T.B.M.M. tarafından 12 Mart 1921’de kabul edildi. Millî Mücadele 9 Eylül 1922’de Türk Ordusu’nun İzmir’e girişiyle ‘askerî’ alanda zaferle noktalandı.14 Ekim 1922’de imzalanan Mudanya Mütarekesi ve 24 Temmuz 1925’de imza altına alınan Lozan Andlaşması ile Millî Mücadele nihai siyasi sonuca ulaştı. Böylece Mehmed Akif’in İstiklal Marşı’ndaki ümidleri de bir yerde gerçek oluyordu.

“…

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!

Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.

Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:

 

Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;

Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklal.”

Ankara,17 Şubat 192112

Millî mücadele’den sonraki yıllar Mehmed Âkif’in hayat safahatının “yeni” bir safhasını teşkil eder. Âkif zaferden sonra teşekkül eden İkinci Millet Meclisi’nin dışında bırakıldı. Türkiye’nin Batıcı istikametteki ‘yönelişleri’ ile O’nun idealleri ve dünya görüşü birbirine uymuyordu, hatta zıttı…13 1923-1924 kışlarını Mısır’da geçirdi. 1925 yılında ise Prens Abbas Halim Paşa’nın himayesinde devamlı ikamet etmek üzere Mısır’a gitti. Mısır’da ilmî ve edebî faaliyetini sürdürdü.1926 yılından itibaren Kahire’de ünlü Cami-ül Ezher(Ezher Üniversitesi)’de Türkoloji dersleri verdi.

Ağustos 1936’da Mısır’dan Hatay’a geldi, ancak hasta olarak Mısır’a döndü. 1936’nın sonlarında hastalığının ciddiyeti sebebiyle son günlerini ‘vatan’ında geçirmek arzusuyla Türkiye’ye geldi ve “Ben de Peygamberimin yaşında ölüyorum.” diye sevinerek 27 Aralık 1936 Pazar günü 63 yaşında vefat etti.

Mehmed Akif’in incelememizde ele aldığımız şiiri ömrünün işte bu son safhasında Mısır’da 1932’de kaleme alınmıştır. Bu küçük ve ilk bakışta ‘basit’ düşünülebilinen şiirin önemi de bu sebeple artmaktadır. Bu şiiri yazdığı sırada Akif 59 yaşının olgunluğunu yaşıyor ve arkasında dolu dolu yaşanmış nice yılların kazandırdıkları bulunuyordu. Bu arada yıllar süren Kur’an-ı Kerim tedkiklerini de tamamlamıştı. Büyük acı, sevinç, hicran, hüzün dalgalanmaları yaşayan gönlü ise tasavvufa meyletmişti. Öte yandan Mısır’da Abbas Halim Paşa’nın izzetli bir misafiri ve Ezher’de kürsü sahibi idi. Ezher örneğinde birçok İslam alimi ile tanıştı, münazaralarda bulundu. Ayrıca 1926-1932 yılları arasında halkın durumunu tedkik ederek Arap kavminin ‘hali’ni de yakından müşahede etti. Mey’us ve mahzun ayrıldığı ‘vatan’ındaki değişimleri de takibediyordu.

İşte bu şartların oluşturduğu bir vasatta yazılan şiirin, bu “back-ground” gözönüne alınarak okunursa çok şey anlattığı ‘fark’ edilecektir. El üstünde tutulan, ancak vatanından ayrı bir İslam mütefekkiri olarak yazdığı bu yalın şiir kadar Mehmed Akif’in safahatını özetleyen bir başka şiire ‘Safahat’ta rastlanmaz!..

“Nevruz’a

İhtiyar amcanı dinler misin,oğlum, Nevruz?

Ne büyük söyle, ne çok söyle; yiğit işde gerek.

Lafı bol, karnı geniş soyları taklid etme;

Sözü sağlam,özü sağlam,adam ol,ırkına çek!”  

Hilvan14 , 15 Teşrinisani 1348(1932)

 

DİPNOTLAR:

__________________________

(l) Ersoy, Mehmed Akif: Safahat,Yedinci Kitap,Gölgeler, Sh.509, 11.baskı, İstanbul 1977.

(2) İlk baskılardaki şekli :”Son siyasetse Türklük, o siyaset yürümez’.”

(3)Safahat,Süleymaniye Kürsüsü’nde, Sh. 178-179.

(4)Safahat, Hakk’ın Sesleri,sh.205-206.

(5)Safahat, Hatıralar,Sh.320.

(6)İsmail Kara: Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi-I- Risale Yay. Sh.378, 1986. “Mehmed Akif, Hutbe ve mevaiz, Bayezid kürsüsünden vaaz”

Sebilürreşad, IX.sayı:230, 29 Safer 1331 (1915). Metinde geçen Hadis-i şerifin kaynağı belirtilmemiştir

(7)Safahat,Gölgeler, sh.462

(8)Safahat,5üleymaniye Kürsüsünde, sh.l73

(9)Safahat,Hatıralar, sh.311

(l0) Safahat, Asım, sh.426

(11) Safahat, Asım, sh.380-381

(l2)Safahat, Safahat Dışında Kalmış Şiirler, sh.526.

(13)Yeni Türk Ansiklopedisi, Cild:5, sh.832

(14)Hilvan,Kahire’ye yakın bir kasabadır.Mehmed Âkif’in Mısır’da kaldığı sürede ikametgâhı orada idi.

(15)Safahat,Gölgeler,sh.509

—————————————

 

(*) Bu inceleme  Türk Edebiyatı Vakfı tarafından akademisyenler arasında düzenlenen “Mehmed Akif” konulu inceleme yarışmasında ikincilik ödülü almıştır.