ZİYA GÖKALP’İN VEFATI
Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU
Fikri ve edebi hayatımda kendisine birçok zevk ve coşkunluk anlarını borçlu olduğum büyük bir Frenk edibinin Anatol Frans’ın vefatı münasebetiyle bazı insani teessürlerimi anlatmaya hazırlanırken kim derdi ki sınırını henüz tayin etmekte âciz bulunduğum bir memleket yası ve bir milli elem ile karşı karşıya geleceğim ve Ziya Gökalp’in mersiyesini yazmak talihsizliğine uğrayacağım? Gerçi üstadın ölümü ani bir surette olmadı. Kendisinin yalnız öğrencisi ve hayranı değil, aynı zamanda dostu da olanlar uzun zamandan beri aziz vücudunu kaplayan derdin ağır, karanlık ve fakat kesin yürüyüşünden haberliydiler Bu bahtsızlardan biri de benim. Geçen yıl Ankara’da yatağa düşüp bir hayli acı çektikten sonra İstanbul’a şifa aramaya giden ve ne yazık ki hastalığının adını bile öğrenmeye muvaffak olmaksızın her gün bir parça daha mezara doğru yürüyen Ziya Gökalp’i bu şehrin çeşitli yerlerinde ve çeşitli tarihlerde gördüğümü hatırlıyorum. Meğer bunlar onun için hayat yolunun son duraklarıymış. Bu feci sırrı onun yüzünden anlamak kabil değildi. Çünkü O, bu ölüme götüren yol üstünde bile olgun ve derin düşünceli insanların çehresine mahsus ezeli durgunluğunu bir dakika kaybetmedi. Hatta, kendisini son görüşümde -ki bir sedye içinde hastaneye taşınıyordu ve belinden aşağısı artık ölmüştü- gözleri ve alnı aynı sessizlik ve dayanıklılığını korumaktaydı. Bir tarafında Afyonkarahisar Mebusu Ruşen Eşref Bey, bir tarafında ben, onu sedyesiyle beraber Ada’dan İstanbul’a götüren vapurda tıpkı bir zamanlar Türk Ocağı’nın bir köşesindeki hasbihal tavrıyle konuşmuştuk. Ölüme hiç inanmıyordu ve bütün hayatında bir mabut gibi tapındığı ilmin tıp adını verdiğimiz koluyla mutlaka kendisini kurtaracağına emin görünüyordu. Mutludur o kişiler ki, son nefeslerine kadar herhangi bir şeye karşı besledikleri emniyet ve itimadı kaybetmezler. Ve gülerek, bekliyerek ümit içinde can verirler.
Hiç şüphesiz Ziya Gökalp bu mutlu insanlardan biri idi. Ve onun felsefesini bir kelime ile özetlemek gerekirse buna ancak “Ümit felsefesi” denilebilir. Bütün ömrü ta gençlik anlarından beri hep acı ve mahrumiyet içinde geçen ve bütün büyük adamlar gibi bahtı dram halinde olan bu adam her şeyden evvel emsalsiz bir optimist – iyimser idi. Lâkin ondaki bu optimizm ne Lavbniç’inki gibi mistik ve sofiyane, ne de Niçe’ninki gibi destansı ve şairane bir optimizmdi. Bunu ancak ilim sevgisinin ve ilim duygusunun kalbe bağışladığı bir nevi iman kuvveti suretiyle tarif etmek lâzım gelir. Nice fikri meseleler gibi nice milli hadiselere de daima bu kuvvetin kalesi içinden bakmıştır. Bunun içindir ki, ona göre hayatta çözümü imkânsız bir problem olmadığı gibi başarılması imkânsız sayılabilecek güçlükler de yoktu. Onu belirsiz ve korkulu şeylere çevrilmiş bulduğumuz anlarda görenler pek iyi bilirler ki Ziya Gökalp için ilmi bir kuralın şifa veıemiyeceği hiç bir dert, aydınlatamıyacağı hiçbir karanlık yoktur. Zira bütün dış olayların ve bize kaza ve kaderin ürünü gibi görünen felâketlerin onun gözünde değer ve mahiyeti nihayet bir ilim gerçeğini, yani, soyut bir düşünceyi ispat ve ifade etmek hassasından ibarettir. Bu hassaya malik olmayan açlık ve susuzluk, uykusuzluk, parasızlık ve evsizlik gibi şahsi ve gündelik olaylar bundan dolayıdır ki, Ziya Gökalp’i bir dakika işgal etmemiş ve etkileri kafasının üstünden kayıp gitmiştir.
Ziya Gökalp’in her zaman tekrar etmekten yorulmadığı “Fert yok cemiyet var” düsturu işte bu anlayışın ve bu ruh halinin ürünüdür. Millet denilen ebedi varlıktan başka bir şeye önem vermeyen bir insan için acının, korkunun, tasanın ve endişenin manası olur mu? Bunun içindir ki, Ziya Gökalp, İngilizlerin pençesinde Malta’ya sürülürken “Bizim işimiz bitti, milletin içinden başkaları çıkıp yapacak” diyordu. Mutlaka çıkacak, çünkü milletler bizzat yaratış hassasına sahip olan küçük âlemlerdir. Bunların göğsünde tıpkı kâinatın ve tabiatın göğsünde olduğu gibi her gün, her dakika, her saniye, yüzbinlerce zerreler ölüp, yüzbinlercesi doğuyor. Eğer sürgüne giden ve bir daha dönmeyen Ziya Gökalp ve arkadaşları, bu mahvolan zerreleri temsil ediyorlarsa ne ziyan! Arkada o sınırsız yaradılış devam edip gidecek.Bu ilmi ve felsefi görüşten mahrum olan bazı kimseler onun içindir ki, kendi başlarına bir felâket geldiği vakit her şeyden ümitlerini keserler ve bütün cihan için kıyametin koptuğuna hükmederler. Ne yazık ki her millette ve her toplulukta çoğunluğu meydana getiren bu çeşit kimselerdir. Ve urnumî panikler, umumi ihtilâller de bunların yüzünden olur. Yazık o milletlere ki, tam o sırada, tam böyle bir fırtına sırasında varlıklarının ufkunda bir yıldız, gibi parlayarak yol gösteren ve kurtaran dehalardan mahrumdurlar.
Ziya Gökalp, gerçi en geniş anlamıyla bu dehâlardan biri değildir. Fakat bütün hayatında Türk gençliğine bunun doğacağını haber veren ve doğduğu gün “İşte” diye haykıran müjdecilerin en kutsalı, en inandırıcısı idi. Diyorlar ki, o genç yaşında ve kendisinden beklenen eseri tamamlamadan hüzün ve ıstırap içinde öldü. Hayır, bir defa Ziya Gökalp için hüzün ve ıstırap yoktur. Yukardan beri söylediğimiz gibi, kendi nefsi onu alâkadar etmezdi, o çoktan milletin varlığı içinde yok olmuş bir ruhtu. Öyle bir ruh ki, bir ışık gibi aydınlatır, bir alev gibi ısıtır. Ve hepimizin ruhuna karışmıştır.
En büyük eseri mi? Lâkin Ziya Gökalp, onu çoktan yarattı. Bugünün Türk gençliği onun eseri, onun şaheseridir.
CUMHURİYET 29 Ekim 1924