Kitapları Nasıl Okumalı’nın
Hikâyesi
Okumak, eleştirel okumak demekti. Kitapları sakinleştirici gibi kullanmak bariz bir kayıptı. Matematik kitabı okumak yabancı dilden bir kitap okumak gibiydi çünkü matematik öğrenmekle dil öğrenmek aynı şeydi. Tarihsel gerçekliklerin elle tutulamazlığını bilerek okumak ya da bir oyun okurken bunun henüz oynanmadıkça tamamlanmamış bir eser olduğunu akılda tutmak önemliydi. Bilimsel eserler farklı, biyografiler farklı, felsefi eserlerse farklı okunmalıydı.
A. Erkan Koca
“Kitapları Nasıl Okumalı” (How To Read A Book) benim epey zaman önce çok severek çevirdiğim ve bugünlerde hiç olmadığı kadar okunan bir kitap. Amerika’da bir zamanlar çoksatanlar listesinde uzun süreler kalmış, sonrasında sayısız kere yeniden basılmış ve tüm dünyada milyonlarca satmış bir kitabın bizde de bir biçimde keşfediliyor oluşu şaşırtıcı değil elbette. Daha doğrusu yeterince okunmuyor oluşu beni her zaman daha çok şaşırtmıştır! Çünkü birazdan hikâyesini anlatacağım gibi kitapla ilk karşılaştığımda elimden bırakamamış, her üniversite öğrencisinin okulu bitirmeden mutlaka okuması gerekir duygusuna kapılarak çevirmeye karar vermiştim. Çeviri serüvenine dönüp bakınca üzerinden on yıl geçmiş. Her iki yılda bir yeni baskı yapmış. Çok satmasa da az da satmamış!
Kitap, şimdilerde artan bir ilgiyle karşılanıyor karşılanmasına ama getirilen eleştiriler de o ölçüde artıyor. En çok da kimi maddi hatalara, kitabın adının İngilizcedeki orijinal başlığıyla birebir aynı olmayışına ve yer yer karşılaşılan çeviri yanlışlarına verilen tepkiler türü eleştiriler bunlar. Bir de arkasındaki Batı kanonu listesinin olmayışından duyulan rahatsızlıklar (ki bunda sonuna kadar haklılar!).
Her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki bu kitap Türkiye’de bilinen ve büyük yayınevleri ya da ajanslarca telif hakları satın alınarak çevirmene yapılan bir teklifle “çevirtilmiş” bir eser değil. Öyle olsa ilk baskısı 1942’de yapılan ve ardından milyonlarca sattıktan sonra 70’lerde yeniden gözden geçirilerek bütünüyle yenilenen kitabın ülkeye geliş tarihi 2010 olmazdı. Bilenler ve okuyanlar kuşkusuz vardı ama gerçek bir keşif için gerekli olan fark edici merak yeterince yoğunlaşmış bir halde değildi sanırım. O nedenle bu benim için sıradan bir çeviri olmayıp değerli bir eseri keşfedip ülkeye gelmesini sağlamak gibi hayli tatmin edici duygular da taşır. Sonrasında bir ajansın devreye girerek satın alması bu çeviriyle mümkün olabilmiştir.
Tepkiler meselesine dönersek, getirilen eleştiriler arasında bana ilginç gelen bir anekdotu paylaşmak istiyorum. Yakın zamanlarda Amerika’da yaşayan bir Türk, kitabı çok sevdiği ve Türkiye’deki okurlarla buluşmasını çok önemsediği için gönüllü olarak editoryal bir katkı vermek istediğini belirtmişti. Başlangıçta buna pek memnun olmuş ve bir sonraki baskıdan önce birlikte detaylı bir çalışma yapabileceğimizi, ayrıca bunun gönüllü olmaktan öte profesyonel bir alışveriş de olabileceği söylemiştim.
Buna gerçekten sevinmiştim çünkü çeşitli eksikliklerin olduğunun ben de başından beri farkındaydım ve enine boyuna detaylıca oturup düzeltmeler yapmaya hiçbir zaman fırsat bulamamıştım. Bu duygularıma rağmen olası işbirliğimiz başlayamadan bitti. Çünkü, çeviride en çok nerelere takıldığını sordum bu kişiye. Ne gibi düzeltmelere ihtiyaç olduğunu sordum. Verdiği küçük bir iki örnek ve getirdiği öneriler içime sinmeyince projemiz başlamadan rafa kalkmış oldu. Bu kişinin iyi niyetinden en ufak bir şüphem yoktu fakat ben bu kitabı çevirmeye başladığım sıralarda bir yandan da Behçet Necatigil çevirileri okuyarak kendimce çeviriye dair bir tarz bulmaya çalışıyordum. Knut Hamsun kitapları okuyordum. Dünya Nimeti’nin hem konusundan hem anlatılışından hem de çevirisinden çok etkilenmiştim. Ve bu öneriler tuttuğum yolun aksi istikametini gösteriyordu. Bu benim aslında kaçtığım bir şeydi. Bunları söyledikten sonra Dünya Nimeti’nden de bahsetmeli.
Knut Hamsun’un Necatigil çevirilerini şimdilerde Timaş Yayınları basıyor ve tanıtım kısmında -Necatigil’in kaleminden- şöyle yazıyor: “Dünya Nimeti (Markens Gröde) 1917’de çıktı. Issız toprakları canlandırmak için insan gücünün verdiği imtihanları, tabiat kuvvetleri ile çetin savaşları hikâye eden bu roman, katı ve boş topraklara düşen alın terlerinin önce kıt kanaat, giderek cömert hasadını, bu başarıdaki büyük hazzı dile getirir. Bu kitapta Hamsun yirminci yüzyıl insanının destanını yazmış, önüne bir model almadan başaran insanın büyüklüğünü gözler önüne sermiştir. İçtenlik, sadelik, güzelliktir bu kitabın sanatsız sanatı!”
Bu kitap vesilesiyle tanıdığım bir başka isim Selma Lagerlöf, bu kitapla ilgili Hamsun’a şöyle yazar: “Dünya Savaşı olurken, milletler, ordular, yüzyıllardan miras bunca emeği kırıp parçalarken; yapıcının, çiftçinin, göçmenin yaratmaktan duyduğu hazla dolu kitabın çıktı. Liderlerin, milletlerin yakıp yıkarak, kesip biçerek yeni topraklar, ülkeler peşinde kızıştıkları bir sırada, sen basit bir adamı, eline bir balta, bir de saban vererek kutsal bir savaşa yolladın; evvelce hiçbir kalemin tasvir etmediği bir savaştı bu; toprakla savaş! Senin bu kitabın, dünya kuruldu kurulalı insanoğlunun gönlüne ferahlık veren tek şeyin; zahmetli yorgunluklar, sabırlı çalışmalar olduğunu; insanoğlunun ancak böyle çalışmalarla vücudunu zindeliğe, hayatını mutluluğa, ismini saygıya ve hatırasını ölümsüzlüğe ulaştıracağını ispat etti.”
Sonra da kitapla ilgili şöyle deniyordu: “Bu roman, cahil bir göçmen olan Isak’ın basit, cahil karısı Inger’le birlikte çorak ve haşin toprakları sabırla nasıl bereketli, yeşil bir yurt parçası haline getirdiğini anlatır.” Bence iyi çeviri de bir tür toprakla savaş gibiydi o yıllarda ve çorak ve haşin metinler sabırlı bir çalışmayla bambaşka bir yurt parçasına çevrilebilirdi. Necatigil de tam olarak bunu yapmıştı. Her iyi çeviride olduğu gibi kendinden hiçbir şey katmamış ama kendini olduğu gibi çevirilerine katmıştı. Ve bana, anlamı ve kelimeleri bozmaksızın kendi anlamını ve kelimelerini bulabilmenin çevirinin en önemli gerekliliği olduğunu öğretmişti. Asıl çevrilen şeyin, metnin orijinal dili değil çevrilen dilin ta kendisi olduğunu da anlamamı sağlamıştı. Bu yüzden iyi bir çevirinin sırrı karşı dili değil kendi dilini iyi bilmekten geçiyordu. Necatigil, Almancayı değil Türkçeyi iyi bildiği için çeviri yapıyordu.
Hamsun okumaları bir an önce Norveç’e gitmem gerektiğini hissettiriyordu. Çok geçmeden kısa süreli bir bursla Oslo’ya gittim. Çeşitli yayınevleriyle görüştüm, Oslo Üniversitesi’nden insanlarla tanıştım ve bir hafta kadar kalarak döndüm.
Bu arada da hep yaptığım gibi Oslo’nun her yerini yürüdüm. En çok da kenar mahallelerini, arka sokaklarını ve sıradan insanların en sıradan hallerinin geçtiği anları görmeye çalıştım. Meşhur Karl Johans caddesini defalarca bir uçtan bir uca geçtim. Her defasında fark etmediğim sevimli bir kafeyle, güzel bir mekânla ya da ulusal anlamı büyük bir binayla karşılaştım.
Yine böyle bir Karl Johans gezintisi esnasında görülmemiş bir yağmura yakalandım. Caddeyi bitirmiş kaldığım eski otele oldukça yakınlaşmıştım ama bu yağmurda adım atmak mümkün değildi. Hava bir anda değiştiği için fazlasıyla tedbirsizdim. Dolayısıyla ilk girebileceğim binaya sığınmak yapılacak en iyi şeydi. Başımı çevirdiğimde üzerinde Litteraturhus yazan sarımsı bir bina gördüm. Açık görünüyordu ve dahası içeride mutlu ve huzurlu insanlar kahve içiyorlardı. Hemen girdim, kendime gelmeye çalışıp bir kahve söyledim. Burası bir edebiyat, kitap ve kültür eviydi. Çocuğuyla gelen anneler için çeşitli etkinliker yapılıyor, yazarlar konuşmalar yapıyor, kafede buluşan insanlar okudukları kitaplardan bahsediyor ve her konuda yapılan atölyelere katılıyorlardı. Burası bana göre bir yerdi. Yağmur artık dinmese de olurdu!
Kafe kısmının hemen karşısında, çok büyük olmasa da özenle seçildiğini hissettiren kitapları barındıran bir kitapçı vardı. Kendime geldikten sonra bakınmaya başladım. İlginç ve güzel kitaplardı bunlar. Dahası, kitapların çok büyük bir kısmı İngilizceydi. Aynı şeyi Karl Johans’ın üzerindeki şehrin ve belki de ülkenin en büyük kitapçısında da görmüştüm. Abartı olmasın diye ölçülü davranarak söylemem gerekirse, her bir Norveççe kitaba karşılık İngilizce bir kitap olması beni şaşırtmıştı. Bu ülke ne kadar yerli ise bir o kadar da dünyaya açılmıştı. Böylelikle bakınırken gördüm Mortimer J. Adler ve Charles Van Doren’in How To Read A Book kitabını. İlk başta bir kişisel gelişim kitabı zannettim ve o yıllar bu tür kitaplardan hoşlanmadığım gibi bu tür kitaplardan hoşlananlardan da hoşlanmadığım, en azından uzak durmaya çalıştığım bir dönemdi (Şimdilerde bu kitaplar hâlâ bana bir şey ifade etmez ama okuyanlara yönelik daha hoşgörülüyüm galiba. Olgunlaşmak böyle bir şey sanırım! Gençlik de öyle!).
Kitaba göz atarken ilginç bir eser olduğunu anladım. Okumaya başladım. Hayır, bu kitap hiçbir şekilde bir kişisel gelişim kitabı olmadığı gibi üzerine yeterince düşünülmüşlükten gelen o büyülü sadelikle derinliği edebi bir hazla buluşturan, yazanların büyük bir zevkle kaleme aldıkları hissi uyandıran neşeli bir kitaptı. Şen bir havası vardı. Tıpkı, Dünya Nimeti’nin Isak’i ve Inger’i gibi idiler Mortimer ve Charles Van Doren. Önlerine bir model almadan başarmanın büyüklüğüyle konuşuyorlardı ki büyüklüğün sırrı da tam olarak buydu belki de!
“Birşeyi anlamamız için illa o şey hakkındaki her şeyi bilmemiz gerekmez; pek çok bilgi aynı zamanda, anlayışımızın önünde birer engeldir de. Biz modernler, anlayışımızı sakatlayan bir bilgi bombardımanı altında boğulma hissine kapılmaktayız” (s.12) diyordu açılışta. Okumanın, yazmak kadar aktif ve bir o kadar çetin bir iş olduğunu anlatıyor, bir okuma felsefesi yapıyordu. Kitap okumanın insanın en vazgeçilmez uğraşlarından olduğuna ikna ediyordu sizi. Bilgi sahibi olmakla düşünmek arasındaki korkunç farkı anlatıyordu. Norveç’in kasvetli yağmurlu havasının tam aksine içinde gün ışığı barındıran satırlarla doluydu.
Daha ne yoktu ki? Analitik okuma, inceleyici okuma, aynı anda pek çok kitabı okuma gibi farklı okuma biçimlerini ayrıntılarıyla ortaya koyduktan sonra okur olmanın verili ya da kendiliğinden olan bir şey olmayıp ancak okumakla ve okumayı bilmekle ilgili kazanılan bir şey olduğunu hatırlatıyordu. Bir matematik kitabıyla Shakespeare’nin onca çağrışımlara açılan sonelerini okumak, yemek tarifi kitabından okumakla bir akademisyenin aynı anda bir çok makaleyi okuması nasıl aynı etkinlik olabilirdi? Kurmaca romanlarla kuru raporları aynı şekilde okumak nasıl mümkündü?
Okumak, eleştirel okumak demekti. Kitapları sakinleştirici gibi kullanmak bariz bir kayıptı. Matematik kitabı okumak yabancı dilden bir kitap okumak gibiydi çünkü matematik öğrenmekle dil öğrenmek aynı şeydi. Tarihsel gerçekliklerin elle tutulamazlığını bilerek okumak ya da bir oyun okurken bunun henüz oynanmadıkça tamamlanmamış bir eser olduğunu akılda tutmak önemliydi. Bilimsel eserler farklı, biyografiler farklı, felsefi eserlerse farklı okunmalıydı.
Hemen satın aldım elbette. 149 Norveç Kronuydu (16.99 Dolar). Okudukça görüyordum ki kitap bir kişisel gelişim kitabı olmadığı gibi buna ve her türden hızlı okuma tekniğine karşıydı. İnsanların kolayca gelişeceklerine değil Dünya Nimeti’ndeki gibi bir çalışmayla ancak hayatın -ve de kitapların- tadına varabileceklerine inanıyor ve bunu anlatıyordu. Ucuz reçetelerden kaçınıyor, ileri sürdüğü bütün görüşleri ve savları insanlığın büyük eserlerine dayandırıyordu.
Özetle, bu benim çok sevdiğim bir kitap ve çeviri oldu her zaman. Eksiklikleri vardır elbette ve bunlar tamamlanabilir şeylerdir ama getirilen önerileri dikkate alabilmem için aynı ruhu taşıyan bir içerikte olması gerekir. Kitabın başlığının neden birebir aynı olmadığına gelince bu başlık İngilizcedeki çağrışımını Türkçede tam olarak yapamadığı, yapamayacağından endişe edildiği için böyledir ve şunun da bilinmesi gerekir ki yayınevlerinin belki de yegâne müdahale etme haklarının nereye kadar olabileceğine ilişkin iyi bir örnektir.
Çeviri, sanılanın aksine kitabı yeniden yazmak değil yeni bir dille yazmaktır ve Selma Lagerlöf’ün eşsiz satırlarında dediği gibi, “insanoğlunun gönlüne ferahlık veren tek şey; zahmetli yorgunluklar ve sabırlı çalışmalardır” ve bu çeviride bütün bunlar fazlasıyla vardır.
ALINTI: https://serbestiyet.com/featured/kitaplari-nasil-okumalinin-hikayesi-42051/