İKİ KABİR AÇILMAMALIDIR
Ord. Prof. Dr. A. Süheyl ÜNVER
Kim bunlar?
Birisi şu bizim İstanbul’u alıp ta her daim yenileşen İstanbulluyu bir türlü yola koyamıyan Fatih, diğeri biçare Genç Osman.
Bunların kabirleri açılacakmış. Neden, niçin?
Neden? Çünkü Fatih zehirlenerek ölmüş. Acaba onu hangi madde ile zehirlemişler?
Bunu bulacaklarmış ve bir ölü toz haline bile gelse bulunabilirmiş. Bundan tarihe kazanç ne? Neyi, hangi yanlış kanaati değiştirecek?
Genç Osman boğulmuş mu, kafası kesilerek mi öldürülmüş. Şu muhakkak ki biçâre, tarihlerin yazdığı uydurma sebeplerle boğulmuştur. O da ölmüştür. Yok bilmem elbisesinde kan lekesi varmış, bu da kesilmeğe delâletmiş. Boğulmak kâfi gelmemiş de kesilmiş. Sorarım tarih bu keşiften ne fayda görecek?
“-Amma Efendim, tarihte yanlış kalmasın, herşeyi doğrulamalı.”
Uzak ve yakın tarihlerimizin hangi yanlışları düzeltilebilmiştir. Bugün bile yapılan yanlışları ne yapmalı?
Tarih bugün bir ilim halini almıştır. Onun da yazılış usulleri bize tekâmül ederek yeni girmiştir. Bundan sonrasına bakalım. Geçmişleri bugünkü kendi hallerimize bakmayarak düzeltmeğe kalkıyoruz. Devletlerin hususiyetleri bilinmeden böyle teferruatı ele almak tarihi doğrulamaktan ziyade dedikodusunu yapmaktır. Ve yaptırmakla bazı mütecessis hislerimizi tatmine uğraşmaktır. Böyle şeyleri düşünmek bile hakiki tarih görüşüne muhaliftir.
Sonra her ölü, toprağa gömüldükten sonra âlemin maskarası olmak için tekrar açılamaz. Yeni adli bir vak’a aydınlanacak değildir.
Birde milletimizin tarihî bir rabıtalığı vardır. Bu ona muhaliftir. Fatih’in kabri açılıp ta teşhir olunamaz. “Gizli bir heyet yapsın”, o daha kötü. Bu sefer neler uydurulacaktır, doğru değildir. Milletimizin necib ve vakur yaradılışına aykırıdır. Bunu konuşmak bile yersizdir.
Biz seneler önce Bursa’da tamir esnasında açılmış olan ufak kapısından Yeşil Türbesinin altına tesadüfen Mimar Ali Saim Ülgen’Ie girdik. Ne gördük? Hiçbir şey…
Burası beş asır her kış su istilâsına uğramış. Muayyen bir seviyeye kadar çıkmış. Yazın boşalmış. Duvarda bıraktığı çamurlar gösteriyor. Yerde ince süzülmüş toprakla balçıklaşmış. Bu arada Çelebi’nin sandukasının paslı birkaç çivisinden ve iki mermer sanduka ayağından başka bel kemiğinin yere sanki tebeşirle çizmişsiniz gibi birkaç kemiğinin çizgisi… O kadar. Hiçbir şey kalmamış, hepsi erimiş. Yanında medfun kızı, yani Fatih’in halası Selçuk Hatun (Sultan)’ın köprücük kemiğinden bir ufak kabartı
kalmış, parmağımla dokundum, o da söndü.
Şimdi mesele yüksek kurullara kadar sanki başka işleri yokmuş gibi iki padişahın kabirlerini açma izni almağa getirildi. Yanlışlıkla da izin verildi, biz de girdik bunları gördük. İşte pek iyi bundan tarih ne kazandı?
Yine seneler önce idi. Mimar Koca Sinan’ın Antropolojik bir mülâhaza ile gizlice Süleymaniye’de medfun olduğu lâhdi açıldı. Orada bulunan bir değerimize sordum: Ne çıktı? “Hiçbir şey bulamadık”, dediler. Mazbut ve 4 asırlık bir kabir içinde birşey çıkmıyor.
Bu hevesten vazgeçelim, daha ciddi mevzulara yönelelim.
Tarihin hiçbir sayfası yok ki dedikodusu olmasın. Bir de Anibal mezarı hikâyesi var. Zaman zaman hortlar. Bir zaman da Yunus Emre’mizin kabrini açtılar. Tam bir iskelet çıktı. Resmini de çıkardılar, gördüm, utandım, bunlar iş değil.
Fatih’in resimleri birer canlı vesikadır. Bunların mukayesesini yapmalı. Bellini’nin en son yaptığı resimde ne kadar zayıftır. Karaciğer hastalığı yüzünden belli. Bizim araştırmalarımız ki neticesini ilk defa 1940’da neşrettiğimiz Fatih Külliyesi ve Zamanı İlim Hayatı eserinde, ortaya koyduk. Karabacek de onun hasta halinde en son resmini veriyor. 40 yaşında bu muazzam adamın dişleri bile kalmamış. Daha fazla teferruata girmiyorum.
Âşıkpaşazâde “Fatih zehirlendi” diyor. Pekâlâ her insan tedavisi esnasında şarabı fariğ içse ondan mı ölür, yoksa hastalığından mı? Onu tedavi eden hekim bizce bir şarlatan ise de madem ki onun elinde öldü, elbette bugün olduğu gibi hastalığı değil o itham olunacaktır.
Tarihlerde bu hususlarda kâfi dedikodular vardır. Ona bir yenisini katmayalım.
Genç Osman’a da ilişmeyelim. Her ikisinin kabirlerini açtırmayalım ve bugünün zavallısı o iki tarihi adamımızı fena teşhir ile kimseye de hürmette kusur ettirmeyelim.
-AKŞAM-
KAYNAK: Tohum Dergisi, Sayı:13 Ekim 1964-İstanbul, s.25-26.