Abdürreşid İBRAHİM: İSLÂM İNTİBAHI

İSLÂM İNTİBAHI (1918)

Abdürreşid İBRAHİM

“Kur’an’ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız.”* Âyet-i celîlesinde cumhur-ı müfessirîn “zikr”den murad Kur’ân’dır demişler. Kur’ân-ı Kerîm ise din-i mübîn-i İslâm’ın esası olup tebdil ve tağyirden masun, her nev‘ tecavüzden mahfuz olduğu Hâfız-ı mutlak tarafından va‘d ü beyan buyurulmuştur.
Din-i mübîn-i İslâm ile mütedeyyin olan bütün müminler bu sûretle iman etmiştir. Ve bu imanları esas itibariyle berâhin-i kâtıaya müstenid olduğu cihetle lâ-yetezelzeldir.
Hiçbir sûretle itiraz kabul etmez ve iştibah olunacak noktası yoktur. Mümin muvahhid olan bütün Müslümanların bu husustaki kanaatleri (ister âlim ister cahil derece-i imanda müsâvî) gayet samimi ve derûnîdir. Her mümin İslâmiyet’in saadet-i dünyeviye ve uhreviyeyi mütekeffil bir din olduğuna bir îtikad-ı tam ile kânî, bir iman-ı kâmil ile mümindir.

İmanın şu noktasındadır: Kelâmiyyun ينقص وال يزيد ال االيمان diye kaydediyorlar.
Yani esâs-ı din olan Kur’ân-ı Kerîm’in hiçbir gûnâ tesir-i harici ile tagayyür ve tebeddül etmez îtikadı hususunda kâffe-i ehl-i imanın derece-i tasdikleri ziyade ve noksanı kabul etmez.
Kur’ân-ı Kerîm’in ve dolayısıyla din-i İslâm’ın min-tarafillah mahfuz olması hususunda ulemâ-i İslâm’ın nokta-i nazarı İmam Bukâî diyor: Kur’ân mahfuzdur. Zira hakikattir.
Hak ve hakikat ise daima mahfuzdur; yani lâ-şey ve mechûl-i mutlak âleminde gayb olamaz; uzun ve kısa bir zamanlar için mektum olabilir; âlem-i nisyanda asırlarca da kalabilir; lakin külliyen mâdum olmak ihtimali yoktur; zira hayat-ı beşer hak ile kâimdir.
İbnü’l-Arabî de diyor: Kur’ân mahfuzdur; zira haktır, nizâm-ı âlem ise hak ile kâimdir; nizâm-ı âlem mevcut iken Kur’ân mahfuzdur. İnsanların bâtıla saptıkça hakka karşı kin ve husumet beslemeleri; hakkı inkâr olmayıp, belki haktan inhiraf ettiklerinden nâşî vicdanlarında hissettikleri âlâm-ı mesuliyete mukabil bir teskin-i nefs ve tesellidir; yoksa esas itibariyle hakkı inkâr değildir. Basiretten mahrum olanların hakkı görmemeleri basardan mahrum olanların ziyâ-ı şemsi görmekten mahrumiyetleri gibidir.

Öteden beri bedhahân-ı İslâm’ın yirminci asırda İslâmiyet’e ve dolayısıyla Müslümanlara karşı aldıkları vaziyet bihakkın tetkik olunup da her cihetten etrafıyla mülâhaza olunduktan sonra; mûterizlerinde ahvâl-i ruhiyeleri nazar-ı itibara alınarak ister dost ister düşman sıfatıyla bu bâbda meydana koydukları kavlî ve fiilî eserler kemâl-i basiretle tahkik edilecek olursa; silsile-i vekâyi; hakikate din-i İslâm’ın min-tarafillah mahfuz olduğunu tamamıyla ispat edeceği âşikârdır: Krallar; kraliçeler; rical-i düvel ü hükümât, cemiyetler; şirketler kanunlar; muahedeler; papazlar? Profesörler, hatta tüccarlar377 ve bankalara varıncaya kadar [1160-6] kâffesi din-i İslâm aleyhinde birer vazife ile muvazzaf oldukları gibi bütün ciddiyetleriyle İslâmiyet’in mahvını gaye ittihaz ederek asırlarca sarf-ı mesai ettikleri halde, elhamdülillah, sümme elhamdülillah, İslâmiyet yine bâkî, kendileri mahv u muzmahil olmakta olduklarını ayne’l-yakin müşahade ediyoruz. Artık burada bu hakikati muhakemeden acz derecesinde teannüd etmek âdeta cinnettir. Bu bâbda yalnız izah olunacak cihet esasen din-i İslâm’dan mahrum olup da bedhah olanlar ile, dost olduğu halde bedhahlar sırasına geçenlerin beynini tefrik etmek icap eder. Zira bunlar meyânında gayet mühim fark vardır: Birincileri haktan inhirafta teannüdü ihtiyar ve taabbüd etmekte olduğu ekânimi de göz boyası makamında istîmal sûretiyle vicdanı iğfâl ve nefsini teskin ile uğraştığı gibi, herkese gelişigüzel, gülünç ve mânâsız mugalatalar serdetmekle muhakemesizliği sayesinde hak kazandığı ve dûçar-ı mukavemet olduğu takdirde kuvvetle hak kazanacağını bir kanaat-ı kâmile ile ileri sürmektedir.

Şu sebebe müsteniddir ki: Hıristiyan papazları şark milletleri meyanında dinlerini telkin ve tebliğ ettikleri sırada her şeyden ziyade nasrâniyetin ulviyetine şahit olarak din-i nasârâya mensup devletlerin kudretinden bahs ile; şarka tasallut ve istila etmekte olduklarını serd ederek; avâmın ezhanına tehdit kapusundan hulûlu esas meslek ittihaz etmişler. Bilâhare bu zihniyetin yalnız avam muhitinde değil. Şarkın havassı ezhanında dahi icrâ-yı nüfuz etmekte olduğunu bi’l-müşahade sırası geldikçe hükûmetlerinin fiilen müzaheretlerinden dahi istifade etmişlerdir. Umum Hıristiyan devletlerinin şarkta takip etmekte oldukları siyasetleri ve bilhassa şarklılara karşı muameleleri nazar-ı itibara alınırsa bu müddeayı tamamıyla ispat eder. İkincileri ise öteden beri kendinin sâlik ve ananâtıyla [1161-7] merbut bulundukları din-i Ahmedî ile mesut olduğu cihetle İslâmiyet aleyhinde garbîler tarafından tenkit şeklinde müfsidane telkinâtın devamı tahdiş-i ezhanı bâis olacağını zihninde büyüttükçe havsalasına sığdıramayıp hakka karşı iştibahın ihtimalini dahi tasavvur edememekte fevkalade hassas bulunarak îtidalini muhafaza edemediğinden, bazen muteriz ve bazen müctenib sıfatıyla galiba bilâ-muhakeme ortalığa atılanlardır.

Aynı zamanda bir diğeri de yine aynı hassaslık neticesi olarak öbür kardeşini tekfire kadar cesaret eder. Bu hâl-i esef-i iştimâl her iki tarafa da esasen hariçten sirayet etmiş mefkûrelere mağlubiyetten nâşî biri mûteriz diğeri muhteriz vaziyeti mecburiyetinde kalmış olduklarından güya İslâmiyet’e bir noksan ârız olmuş yani olacakmış hülyasıyla ıslah ve ikmâline kadar yeltenmek derecesinde sarf-ı efkâr ederek küstahâne cesarette bulunurlar. Bazı âharlar da kimi müçtehit ve kimi mülhem olarak İslâmiyet’te ziyade ve noksan mâkul ve gayr-ı mâkul gibi şeyler aramaya kalkışırlar. Umumiyetle bu gibi ahvâl-i ruhiye tetkik olunursa hariçten gelme manevi bir tasarruf neticesi olduğu tebeyyün eder.
Ekseri nefislerinde hissettikleri taksirâtı din-i İslâm’a isnat ile kendini teskine çalışırlar.
Biz bugün için akvâm-ı İslâmiye’nin inhitâtını itiraf etmekle beraber, din-i İslâm’da inhitat sözünü hiçbir zaman kabul etmeyeceğiz. Zira esâs-ı din bidâyet-i İslâm’da ne ise yine odur. İnhitat dinin sâliklerinde olabilir. [1167-5] Amma dinde değil. Hurâfâta din ıtlâkı câiz olamaz hurâfat ile dine itiraz olunamaz.
Akvâm-ı İslâmiyenin sebeb-i inhitâtında yani asr-ı hâzırın terakki ve teâlî nâmına kabul ettiği hısal-ı medeniyle ve ulûm-ı hâzıradan mahrumiyetine gelince, bu bâbda dahi yalnız İslâmları muâheze etmek de zaten doğru olamaz, zira umum akvâm-ı şarkiyenin aynı inhitâta mahkûm oldukları gibi, seksen milyon büyük Rusların yüzde doksanı muhakkak aynı mahrumiyetle müpteladır. Diğer akvâm-ı medeniye-i garbiyenin ekseriyet-i külliyesi umumiyetle Hıristiyan oldukları halde yine o mahrumiyette bizimle müşterektirler.
Şu sûretle mülâhaza olundukta din ile inhitat ve irtikâ meyânında alaka aramak tamamıyla doğru olamayacağı gibi akvâmı dahi doğrudan doğruya muâheze etmek biraz da muhakemesizlikten ileri gelir. A‘dâmızın din-i İslâm’a karşı bilâ-şuur bir kin ve husumet ile müptela olduklarından, şüun ve hâdisât-ı şarkıyeyi kendi zihniyetlerine göre tefsir ederek Müslümanlarda görmek istedikleri meskenet-i hazaleti bilâ-perva şerîata atfederek,
kendi özürlerine muvâfık bu meseleyi bir safahat-ı edebiye, felsefe-i ilmiye gibi icat ettiler. Şüphe yoktur ki itikatlarını takviye edecek şeyleri de tabiatlarında bulunan akvâm-ı İslâmiye’de buldular veya icat ettiklerini bedhahâne bir nazariye ile vahyi münâkaşata boğarak hurdabîn olan ezhanı teşvîş, tağlîte muvaffakiyet ibraz ettiler. Zira karşılarında bulunanların ekseri ruh-ı meseleyi idrakten âciz, kendi dininin dahi künhüne vakıf olacak
derecede muhakeme meziyetlerinden mahrûm olduklarından mâadâ, bazıları inkâr olunamaz îtikadât-ı diniyenin hâdisat-ı içtimada tesiri olabilir, fakat istidâd-ı beşeriyeyi mahv ve mahiyet-i tabîiyesini tebdil edecek derecede değildir.
Mesrûdat-ı mâsebak hakku’l-insaf mülâhaza olunduktan sonra nazar-ı itibara alınacak cihet, din-i İslâm’ın hiçbir gûne irtikâya mani ve inhitâta bâis olmadığı gibi hiçbir cihetten ıslaha dahi ihtiyacı olmadığı tebeyyün eder. Yalnız Müslümanlar nefislerini ıslah etsinler, bi-hakkın Müslüman olsunlar, en iyi bir adam olurlar. Değil yalnız Müslümanların, umumiyetle akvâm-ı şarkiyenin bugünkü hali gayr-ı tabiîden istihlâsı için her şeyden mukaddem garbın tasallut zihniyetinden halâs olmaları lüzumu mübremdir. Zira milletlerin irtikâsı için zihniyetin müstakillen inkişafı şart olduğu gibi, irtikânın tâmimi de milletin ruhunda tecelli eder.
Şu noktayı nazar-ı itibara aldıklarından dolayı, Japonlar milletlerinin teâlîsi için en kısa zaman zarfında en büyük muvaffakiyâta mazhar olmuşlar. Çinlilerin Hintlilerin teâlîsine mani olduğu zannolunan Buda ve Konfüçyüs mezhepleri Japonların terakkisine mani teşkil etmemiştir. Zaten şarkın gayrimüslim akvâmında olan ittihad ve inhitat esbâbını teftişte Avrupa mütehassisîn-i ilmiyesi o kadar tehâcüm ve tehâlük göstermiyorlar. Şu
noktayı dahi nazar-ı dikkate alacak olursak, ulemâ-i garbiyenin, esbâb-ı inhitâtı yalnız Müslümanlarda arayarak İslâmiyet’e isnat etmeleri, ne maksada mebnî böyle bir felsefe icadına lüzum hissettiklerini pek açık gösterebilir. Şu halde İslâmiyet’in bu gibi tecâvüzâta hedef olmasından o kadar endişeye lüzum olmayacağı gibi, Müslümanların da inhitat ile inhidâmından dolayı fazla merak olunur bir şey yoktur. Asıl endişe olunacak
cihet: Bugün Müslümanların İslâmiyet’ten uzaklaşmalarıdır. Esasen Müslümanların münevveru efkârı İslâmiyet’ten uzaklaştıkça mahrumiyete katlanacaktır. Bugün başımıza gelmekte olan felaketlerin kısm-ı küllîsi İslâmiyet’in adem-i müsaadesinden değil bi-hakkın Müslüman olmadığımızdandır

KAYNAK: İSLAM Mecmuası (1918), Sayı:61-62

____________________________________________

(*) Kur’ân-ı Kerîm, Hicr-XV, 9: Kur’an’ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız.