On Birinci Asr-ı Hicride
TÜRK MENÂBİ’-İ İRFANI
I
Ahmed Hikmet Müftüoğlu
Osmanlı Türkleri, tarihinde Hicri on birinci asrın nısf-ı evveli intizam ve istila devirlerinin nihayeti, teşdit ve tevkif zamanlarının bidâyetidir. Nısf-ı ahiri ise ayak takımının başa geçmesinden dolayı kuvve-i fikriye ve idâriyenin sükût-ı avânıdır.
Devletin tarih-i teşekkülü olan [1]299 senesinden 1000/ 1591 tarihine kadar geçen üç yüz seneyi mütecaviz bir zaman süreden harb-i mahşerînin akıbeti, sükûn cenneti yerine herc ü merc duzâh olmuştur.
Denilebilir ki üç yüz yıl mütemadiyen genişleyen vatan sahasının garbındaki, şarkındaki, şimalindeki, cenubundaki kavimleri kovmak, kovalamak için serhadden serhadde durmaksızın seğirten, erişen millet didişmekten, boğuşmaktan yorulmuş ve yıpranmıştı. Fakat yine garp hududumuz din düşmanları, şark serhadlerimiz Türk düşmanları ile muhat idi. Kal’alarda miktar-ı mahdut muhafızlarla, yurdumuzun kapılarını bekleyen uç beyleri kan ve ateş içinde yüzüyorlardı.
Özi (Dinyeper), Turla (Dinyester) ve Tuna suları Türk kanıyla bulanıyor, Macar, Leh, Bucak (Besarabya), Kafkasya ve Kerbelâ yaylalarında yeniçeri naraları ulanıyordu. Onuncu ve on birinci asırda Türk saldırışlarından, Tatar akınlarından bu hâliyle bu badiyelere üşüşen ve düşen gazi ve şehit kemiklerinden arş-peymâ barular, burçlar yapılabilirdi, yapılmadı.
Bu hengâme-i medîd-i kıyametten elimizde bugün, Macar ganaîminden iki şamdan kaldı ki, Ayasofya Camii muhtedisinde ervâh-ı şühedâ için hazin ve gamkîn yanan iki kandil hizmetini görüyor. İşte o kadar !…
Nefî bu sıralarda 17 yaşında bir çocuğa, II. Osman’a:
Aferin ey rüzgârın şehsuvar safderî!
Arşa as şimden geru tiğ-i serya cevheri!
Kaside-i mutantana ve müdebdebesini söylüyordu.
Bu tiğ-i ecel-i arşa asılmadan evvel başkalarının ellerinde Madehk’te, Memduhk’te hayat-ı riştelerini kesmişti.
Bu asrın mühim kısmı, çocuklarla büyük hükümdarların idâresinde tebah oldu. Ahmed-i Evvel 14, Osman-ı Sâni 13, Murad-ı Râbi’ 11, Mehmed-i Râbi’ 7 yaşında[1] padişah olmuşlardı. Mustafa ve İbrahim ise iki bîçare idi. Haddizatında çocukların zaman-ı tufûliyeti ve diğerlerinin devr-i saltanatı kadınlar ve darüssaâde ağaları vesayetinde geçmişti.
Kâh bu çocukların ellerinde oyuncak olan vatan, kırılmış ve parçalanmış ve kâh haremle harem ağaları yüzünden millete rahat haram olmuştu. Harem ve harem ağaları ekseriyetle ecnebi ve zenci ve bunların sahabet-dideleri ise memlekete yabancı idiler. Türk Saltanatını idâre için zekâ değil, riyâ lâzım idi. Bu sebepten civan-merd olan Türkler devlet kapısından uzak kalıyorlar ve yalnız harp meydanlarında şehit oluyorlardı.
Şarkta bitmek bilmeyen İran cengi, garpta on beş sene süren Nemçe, Macar, Eflak, Boğdan ve Lehistan muharebesi, dâhilde Celaliler belâsı, merkezde kadızâdelerin bidat davası ve her sınıf memur ve her sınıf halk arasındaki rekabet ve fesat iptilâsı şehirlide köylüde refah ve huzur bırakmamıştı.
Bu devirde iki kuvvet vardı: Biri asker ile ulema ve vüzera, diğeri saray ve kurenâ idi. Kitle-i millet dâhili hesap edilmezdi. Bu iki nevi icra altında birindeki kuvvet ve vahşet bazen diğerindeki rikkat ve necabete galebe eder. Bazen birinciler kahhar, İkinciler cebbar olur. [627] Her iki taraf da hilekâr kesilirdi. Bir tarafta ihtiras ve iğvâ, diğer tarafta gaflet ü a’mâ zavallı milleti ezer, öğütürdü.
Vüzarâ, ulemâ, yeniçeri ağaları menfaatleri için askeri galeyana getirir, saraya hücum ettirir,’ mütegallibe valiler ahâlîyi isyana sevk eder, serdarlara kırdırırlardı. Bu kargaşalıkta, devlet daima hariç ile de cidal içinde idi. Harpte şehit olanlarla, isyanda kırılanlar adetçe hemen müsavi idiler. Her tarafta ateş ve demir her tarafta zulüm ve ölüm!…
Bu devirde mâder-i vatanın doğan evladından ziyade ölen oğulları vardı.
Bu dehşet ve vahşet arasında terakkiyât-ı fikriye ve mülkiye durmuştu. Memleketi idâre edenler arasındaki rekabet mütemadiyen kendi emeğiyle geçinen halk tabakasını perişan ediyordu. Rical-i mülkiye askere düşman, askerler de ulemâdan müteneffir, ulema herkese muhalif, hattâ yayalar atlılara hasm-ı can idiler.
Çocuklar büyükleri, kadınlar erkekleri, cahiller âlimleri idâre ediyordu. Dillerde intizam vaatlerinden ziyade intikam vaatleri dolaşıyordu. Münevver geçinenler mutlaka ya saraya veya bir devletliye çatarak temin-i refah ederler ve fazl u irfana dalkavukluğun mülevvin ve mütelevvin libasını giydirmeye mecbur olurlardı. Kâtip Çelebi, Okçuzâde gibi ilm için âlim olanlar ender idi. Artık Sadrazamlar sahib-i devlet, şeyhülislâmlar veliyyü’l-enâm, kızlarağaları ricâl-i hükümet ve vezir-i a’zamlarla hem-menzilet olmuşlardı.
Bulgar, Sırp, Rum, Hırvat, Rus, Ermeni, Arnavut devşirme çocukları, acemi oğlanları, mütefessih ağa, paşa kapılarında müteşevviş yeniçeri ocaklarında yetişerek, gelişerek ne aile ne vatan duygusu, ne din ne namus kaygısı beslemeyen birer canavar kesilirler ve halis Türkün başına bela olurlardı.
Müderrislik, kazaskerlik birer pâye-i ilmiye değil, birer rüt-be-i resmiye idi. Padişahlar ve vezir-i a’zamlar, valiler katledecekleri masumlar için Şeyhülislâmlardan, müftülerden fetvalar alırlardı.
Köprülü Mehmet Paşa altı sene Sadaretten sonra Edirne’de doksan yaşında vefat etmiş ve yerine vasiyeti üzerine yirmi yedi yaşındaki oğlu Fazıl Ahmed Paşa geçmişti (1075/1664-65).
Dördüncü Sultan Mehmet, bir gün huzurda bulunan Şeyhülislâm Bursalı Mehmed Efendi ile Köprülü’nün hidemâtında ve oğlunun makâm-ı Sadarete intihabı isabetinden bahsetti.
Şeyhülislâm:
“Fazıl Ahmed Paşa henüz gençtir. Fakat fatin ve sadıktır. İnşallah mülk-ü millete babasının gittiği kabil-i yoldan gitmeyerek hüsn-i hizmet eder” dedi.
Avcı Sultan Mehmet Şeyhülislâm’ın bu telmihini izah ettirmek istedi. Halife-i İslâm ile, müftiyü’l-enâm arasında şöyle bir muhavere geçti:
-Kanlı yol dediğiniz hangi yoldur?
-Merhum altı senelik Sadaretinde nahak yere otuz bin bigünahı boğdurdu ve kestirdi.
-Bu günahsızları hod be hod mu katlettirdi? Sizden fetva istemedi mi?
-Evet istedi.
-Neden verdiniz?
-Korkumdan verdim.
-Sadrazamdan korktunuz da Allah’tan korkmadınız mı? [2]
Denilebilir ki, evâilde bir iftira veya bir kin uğruna haksız idamların mesuliyeti ve vebali, padişahlardan, vezir-i adamlardan ziyade müftülere terettüb etmektedir.
Bu devirde ekseri münevverlerin endişeleri din ü millete hizmet değil, cebr-i menfaat… ve meşgaleleri kayd-ı ma’lûmâttan ziyade sayd-i kafiye veya gasb-ı rütbe idi.
Geçen asrın sonlarında (962/1555) Halep’ten kahve ve bu asrın bidâyetinde[3] İngiltere’den tütün geldi. Bu sayede büyük şehirlerde kahvehaneler açılarak, Sultan Süleyman-ı Kanunî zamanından beri yasağına, mesâına mütemadiyen hükümler ısdar edilen meyhanelere bir de kahvehaneler ilave edilmiş, kadehle fincan arasında tedricen tekellüfsüz cemiyet hayatı başlamıştır.
Osmanlı Devleti’nin teşekkülünden beri, hattâ ondan daha evvel Selçuklular zamanından kalma menâbi’i tahsil, resmî ve gayri resmî olmak üzere, ekseriya cami harimlerindeki ibtidâî mahalle mekteplerinden başka iki idi:
- Tekke ve medrese
Bu iki mektebe bilahare bir üçüncü ilave edildi: Enderun.
- Tekke [ler]
Tekkelerde tefeyyüz gayri resmî ve gayri muntazam idi. Buralarda her müntesib, istidadına göre feyzyâb olurdu. Tekkede kaselis (dalkavuk) ile müstefeyyiz arasında fark görülmez idi. Hangâhdaki mürşidden irfan-ı maddî, ilm-i dünyevî değil, irfan-ı nefs ve ilm-i ledün beklenirdi. Buna vasıl olmak da Yunan felasife-i kadimesinden Yamlihos’un nev Eflatunî denilen zâtü’l-vahiye, serr-i vahdete ait tetebbularının asr-ı ba’d asr-ı Araplara ve oradan İran tarikiyle Anadolu Türklerine ‘tasavvuf nam-ı mağribiyle geçen felsefeyi takip etmeye vabeste idi.
Tekkeler menşe-i itibariyle üçe ayrılabilir:
- Bektaşî ve tevâbi’ gibi Türk tekkeleri
- Mevlevî ve tevâbi’ gibi İran tekkeleri
- Bedevî ve Rufa’î misillû Arap tekkeleri
Bu asırda en ziyade revaç bulan Bektaşî, Mevlevî ve Nakşibendî tarikat ve tekkeleri idi.
Bu feyz menba’larına ‘ham’ varan ‘can’lar pişer, erir, erişir, inceleşirdi.
Bektaşi tekkeleri en ziyade askerin, Mevlevihaneler erbab-ı fıkr ü kalemin ve Nakşibendî dergâhları memurînin feyzgâhları idi.
Burada lisan-ı tahsil Farisî idi..
Medrese ile tekke biri abus, diğeri beşûş iki üstad idi.
Medrese mütemadiyen cehennem ve nâr ile tehdit, tekke daima cennet-i didâr ile teselli ederdi. Biri her zaman nehî, diğeri ekseriyâ affederdi. Birinde vaid, diğerinde vaat galip idi. Biri Allah’ı Şedidü’l-‘ikab, zâtü’l-İntikam ve Kahhar isimleri ile yâd ve diğeri ondan ya Latif, ya Gafûr, ya Rahîm tazarruları ile istimdat ederdi. Medrese için dünyada inhimak-ı aşk ve incizab-ı hüsn, meyl-i neşe, fıkr-i mehâsin, tahsîl-i kam bütün haram idi. Tekke için aşk, şevk, nağme, raks tamam helâl idi. Hülâsa medrese yumruklar, tekke okşardı.
Mehmed-i Râbi’ saraya müdavim ressamlardan birine, berâ-yı latife, bir ‘cennet’ resmi yapmasını emreyler. Birkaç gün sonra musavver, ravzası, havz u kevseri, tubası, mülk ü hurisiyle tasvir ettiği cennetin mutena bir köşesine müfti-i zaman Yâni Efendiyi oturmuş olarak tersim ve padişaha takdim eder. Padişah kendisinin dahi dâr-ı na’imden hariç bırakıldığına alınarak:
-Cennete müftü efendiden başka girecek ehl-i İslâm bulunmadı mı? Diye sual etmesi üzerine ressam:
-Efendi-i dâiniz ile çömezleri her gün bi’l cümle ehl-i imanı cehenneme sürüp durduklarından ortada cennetlik kalmadı, demişti.
Bu menkıbecik medrese zihniyetini tamamıyla gösterir.
Post ile kürsü, şeyh ile vaiz, zamanımıza kadar mütemadiyen çarpışmışlardır. Kâh biri kâh diğeri mağlup, kah suhteler sürülmüş ve kâh tekkeler kapanmış olduğu hâlde bu dava sakin ve sakit bugüne kadar devam etmiştir.
Bu asrın nısf-ı ahiri nihayetlerinde zuhur eden kadızâdeler meselesi medresenin irticaına en büyük delildir.
1040/1630 tarihlerinde Birgivî Mehmed Efendi talebesinden Sultan Selim vaizi Kadızâde Mehmed Efendi ile Meşâyih-i Halvetiyeden Şeyh Abdülmecid Sivasî’nin temsil eyledikleri medrese ve tekkenin münazaaları hadd-ı ma’rufu tecavüz etmişti.
Tekkelerde kürsü vaizleri zemm edilir ve kürsülerde tekke şeyhlerine lânet okunurdu. Gayr-i makûl bid’at addiyle münâzi’ fıh olan mesâilin bazıları şunlardır:
- Hakâyık-ı eşyadan bahseden ulûm-ı akliye ve riyaziyenin men’i tahsili.
- Hızır Aleyhisselâmın hayatına iman.
- Avaz-ı latif ile Kur’an tilavet etmek ve ezan ve ilahi okumak ve kamet getirmek.
- Bazı tarik eshabı devr ve sema gibi raksa benzer hareketten men’ olunmak.
- Savt-ı bülend ile tasliye ve tarziyeye cevaz verilmemek.
- Tütün ve kahve vesâir mükeyfât tahrim kılınmak.
- Hazret-i Resul-i Ekrem Sallallahüaleyhivesellemin ebeveyni bahsi.
- [631] Firavunun imanı ile vefat edip etmediği bahsi.
- Yezid’e lânet caiz olup olmadığı.
- Bid’atlara cevaz verilip verilmemek.
- Ziyaret-i kubûrun cevaz ve adem-i cevazı.
- Şeyh Muhyiddin-i Arabî’nin tekfir veya tekrimi bahsi
- Nafile ve leyle-i Regâib ve Berat ve Kadir namazlarının cemaatle kılınıp kılınmaması.
- Büyüklerin el, ayak ve eteklerini öpmenin ve selâm alırken eğilmenin cevaz veya men’i
- Emr-i bil ma’ruf nehy-i ani’-l-münker bahsi.
- Rüşvet bahsi.
Bu bahislerin hâili senelerce ta Köprülüzâde Mehmed Paşa’ nin Sadaretine kadar devam etmiş ve nihayet 1066/1655 senesi Zilhiccesinin sekizinci Cuma günü Sultan Mehmed Camii’nde Cuma namazı eda olunurken müezzinle mahfelde ni’met-i risaletpenâhiyi usûl ve nağme ile tegânni ettikleri sırada kadızâde taraftarları müezzinleri susturmaya kalkışarak büyük bir arbede zuhura gelmiş ve bu vak’adan asabileşen medrese uleması ahâlîyi teşvik ile isyan çıkararak dinî ve içtimâi bi’l-cümle bidatların ilgası ve Selâtîn camilerdeki ikişer minareden birer tanesinin hedmî ve mülkün her tarafında mevcut tekkelerin yıktırılmasıyla beraber buralarda intişar eden fukara ve dervişana tecdîd-i iman ettirilmesi zımmında etrafa tasallut etmek için Fatih Camii’nde beş on bin baldırı çıplak toplanarak saraya hücum etmek üzere iken Köprülü’nün tedbiri ile cemiyetleri dağıtılmış ve Kadızâde avânesi Kıbrıs’a nef’ edilmiştir.[4]
Bu sûretle milletin feyz-i fıtrisine ve terakkisine sed çekmek ehemmiyetini haiz olan medresenin saye-i kuvvetini bir dereceye kadar teleke kesrediyordu. Çünkü medresenin koynundaki kitaba mukabil tekkenin elinde kalem vardı. Şiir ve inşâ hemen tekkegâhlara mahsus gibiydi. Medreselerde yalnız kitap okunur, yazı yazılmazdı. Şiir-i kadimimizi dolduran zâhid, vâiz, salûs, huttab ve serzenişleri dergâhın medreseden birer intikamı idi.
Sana her meclisinde söylerim, sen mülzim olamazsın
Değil kürsüye vaiz! Arşa gıksan adam olmazsın.
Sabit. [632]
Zahid, ol sıklet ile uçmağa hazırlanma,
Çıkar ol cübbe ve destârı biraz heft bul!
Bâkî.
Hakaretleri bu intikamın en bariz hulasâ-i münâferetidir. Tekkelerin en feyyâzı Mevlevîhâne ve feyzin üstadı mesnevînâme idi. Pek fasih bir Farisî lisanı ile yazılmayan kitab-ı Mesnevî pek derin ahlâkıyâtı, ilâhiyâtı, hikemiyâtı cami’ idi. Bu kitabı okumak anlamak için, birçok şeyleri tahsil etmek lâzımdı. Bu hâli mesnevîhanların tenvirine, tecrübeye sebep oluyordu.
Tekkelerde aşçıdan, işçiden, müride, mürşide kadar elh-i dil olmak, ehl-i hâl olmak, ehl-i yakîn olmak, nihayet ehlullah olmak için daima çalışmak, daima kesb-i feyz eylemek elzem idi. Bu hâl medreselerin abus ve meftur ettiği nasiye-i İslâmiyet’e biraz ıtr-ı ibtisam, tehdit naraları ile tıkadığı sımah-ı imana bir iki nağme-i nevaziş serpiyordu.
Pek tabiîdir ki fıtrat-ı beşerin müncezib olduğu nağme ve rayihadan mest olan medrese terbiyetgerdeleri dahi zuhur ettiler. İstisnalar bu güruhun erbâb-ı asaletinden veya sivrilmiş eshâb-ı fetânetinden idiler. Şeyhülislâm Bahâi, Yahya ve Karaçelebizâde Abdülaziz ve Kadıasker Bâkî Efendiler bu perde-i siyah gafleti yırtan keskin zekâlardan idiler.
Bu asırda tekkeler şiir ve musikî ve ma’nevî hünerlerin hamisi olduğu gibi, medreselerde mimarlık, tıb, riyaziyât misillû fünûn-ı maddiyenin menabi’i idi.
Kemâl-i teessüfle şurası da itiraf olunmak lâzımdır ki, Türklere ve Türkçemize inceliği ve şiir ve musikî gibi hünerleri telkin eden tekkeler, edebiyatımızın en derin bir yarası kıyamete kadar silinmeyecek en siyah bir lekesi olan ‘hatt u mahbûb’ rezaletini İran’dan alarak ‘tasavvuf’ enbubesiyle şiirimize ve daha doğrusu nazmımıza -neşirde nispeten bu çirkinlik yoktur- aşılamaya sebep olmuştur. Tasavvuf bornozuna bürünen mübalâtsız şairlerin faziyh ve gayr-i tabii efkâr ve hayâlâtı nezih edebiyatımıza ithâl etmişlerdir. Hâlbuki bu küstahlıklarda tasavvuftan eser aramak abes ve günahtır. Bu yüzden eski edebiyatımız, erkeklere has bir hüner olmuş ve kadınlar bundan bi’t-tâbi uzak kalmışlardır. Onun için akvâm-ı cihan içinde bugün edebiyât-ı kadimesinden en az behredâr olan kadınlar, Türk kadınlarıdır.
[633] Medrese dahi ahlâk cihetiyle bîşaibe değilse de, ‘takiyye’ hasebiyle, kebâiri mahfî tutmak, o mesleğin adâbından addedildiğinden kisve-i ulemâ bir sütre-i uyûb hizmetini görmüştür.
Medrese ile tekke arasındaki bu ihtilaf-ı telâkki ve terbiyeden dolayı o zaman da halk ‘vahdet-i hiss ü nazar’ vücut bulamamış, tekkenin tertibgerdeleri olan zarif ve mütevazı, sıhhî, halîm bir kitle mukabilesinde medresenin yetiştirdiği haşin, cidalci, imsakkâr, maddî bir zümre-i nâs teşekkül ve bu zamana kadar devam eylemiştir.
__________________________________
[1] Mehmed-i Râbi validesi Turhan Sultan daima vakur, muhîb ve ciddi olmasını ve Sadrazamı korkutmasını tembih ederdi. Hilkaten hoppa ve sath-i nazar olan 4. Mehmed ninesinin bu ‘korkutmak’ ihtarını harfiyen tatbik etmek istemiş. Bir gün Topkapı Sarayı’nda has odanın karşısındaki sünnet odasının kapısının arkasına saklanarak, bi’l-intizam çağırttığı sadrazam Kara Murat Paşa içeri girince, ‘puuuu-aaaa’ diye kapı arkasından fırlamış. Ve ihtiyar vezirin ‘ne var sultanım’ sual-i hayretine çocuk, ‘anam seni korkutmamı tembih etmişti’ cevabını vermişti.
[2] Gülşen-i Maârif.
[3] Naima’ya göre 1015/1606 ve Peçevi’ye nazaran 1007/1598.
[4] Naima, C. 6.
KAYNAK: Müftüoğlu Ahmed Hikmet, “On Birinci Asr-ı Hicri’de Türk Menâbi-i İrfanı”, Mihrâb, 1340/1924, S. 19-20, s. 625-633.