Ahmet B.Karabacak: OSMAN YÜKSEL SERDENGEÇTİ

OSMAN YÜKSEL

SERDENGEÇTİ

Ahmet B.Karabacak

 

Gençlik yıllarımızın örneklerindendi Osman Yüksel. Uzaktan bakanlar, sadece yazılarından tanıyanlar bir heyecan adamından başka bir şey göremezlerdi belki. Yakından tanıyanlar için öyle değildi o. Evet o, bir aksiyon adamıydı. Daha üniversite yıllarında başlattığı ve okulundan son sınıfta atılmasına sebep olan atılganlığını ömrünün sonuna kadar devam ettirdi. Ama o bir kültür adamı idi. Ankara’da, Denizciler caddesindeki kitabevinin üst bölümünü kendi kütüphanesi olarak kullanır, zamanının büyük bir kısmını okuyarak geçirirdi. Sanatçıydı. Nefis şiirler ve yazılar yazardı. Bir sohbet adamı idi. Gençler ve onu sevenler etrafında toplanır, sıkılmadan saatlerce, bazen sabahlara kadar dinlerler, şakalaşırlar, geçirdiği zor günleri nasıl zarif bir şekilde mizahileştirdiğine gülerlerdi.

Bir 29 Mayıs günü Sultanahmet meydanında İstanbul’un fetih yıldönümü kutlanacaktı. Konuşmalar yapılacak, sonra bir yürüyüşle Cağaloğlu’nda bulunan Millî Türk Talebe Birliği konferans salonunda törene devam edilecekti. Bu açık gündemdi. Gizli gündem ise, bizim o zamanki Kızılelma’larımızdan (Benim için bugün de öyle)olan Ayasofya Camiine halkla beraber girmek, namaz kılmak, bir oldubitti ile burasını ibadete açmaktı. Bundan Osman Yüksel’inde haberi vardı ve o zaman milletvekili olduğundan, yani dokunulmazlığı bulunduğundan bize öncülük edecekti. Meydana gittiğimizde Ayasofya’nın çevresinin Çin setti gibi üç-dört sıra polisle sarıldığını gördük. Osman ağabeyin elinde milletvekili kimlik kartı, arkasında biz, polisleri sözde korkutacağız. Ama ne mümkün, bizi ite-kaka uzaklaştırmağa çalışıyorlar. Osman ağabey, kimliği göstererek ‘’Mebus, mebus ‘’ diye bağırıyor, fakat dinleyen yok… Yani biz içeriye giremedik. Sonra, o önümüzde, Cağaloğlu’na doğru yürüdük. Eskiden Hürriyet Gazetesinin bulunduğu binanın önüne gelince gençler, gazete binasına bayrak asılması için tezahürata başladılar.  Ne olduğunu anlayamadık. Birden yüzlerce toplum polisini, başlarında o günkü müdürleri, iktidar şakşakcısı Yaşar Okçuoğlu’nun emri ile halkın üzerine saldırdılar. Talebe birliği başkanı, rahmetli Ufuk Şehri’yi, geldikleri arabaya çıkararak kıyasıya dövdüler. Zannediyorum Osman Yüksel’de o arada epey darbe aldı. Sonra ne mi oldu? Hiç… Biz yediğimiz dayakla kaldık. Ayasofya açılmadı. Süleyman Demirel seçimleri gene kazandı…

Osman ağabey anlatıyor: “Ankara’da bizim çocukları polis içeri almış. O zaman Adalet Partisi’nden milletvekiliyim: Hemen bizim partinin iç işleri bakanı olan Faruk Sükan’a gittim, bizim çocukları bıraktırmasını söyledim. Sükan, onlar bizim değil, Türkeş’in gençleri dedi. Kanım beynime fırladı. Sen, dedim Sükan değil, sırıtkansın. Onlar milliyetçi çocuklar. Şu parti bu parti olur mu?” dedim. Zaten Osman Yüksel fazla duramadı orada, istifa ederek  M.H.P. ye geçti.

Osman ağabey, Adalet Partisi’nden ayrıldığı sırada, o partinin milletvekillerinden ve genel başkan yardımcısı, kıymetli tarihçi Prof. Osman Turan ile Süleyman Arif Emre de ihraç edilmişlerdi. Osman Yüksel, onları da alarak bize gelmek istiyordu. Osman Turan ve Süleyman Arif Emre’nin niyeti ise yeni bir parti kurmaktı ve Osman ağabeye, biraz dur, diyorlardı. İstişareler de çoğunlukla bizim yayınevinde oluyordu. Bir gün gene üçü bizim orada toplandılar. Osman ağabey bir süre onları dinledi, sonra ayağa kalkarak Osman Turan’a “senin dur durundan”, Süleyman Arif Emre’ye “senin dırdırından bıktım. Ben M.H.P’ye ( O zaman C.K.M.P) geçiyorum,” dedi, ertesi gün de beraber il merkezine gidip, bir basın toplantısıyla kaydını yaptırdık.

1977 seçimleri öncesinde idi. İstanbul’un kıymetli eğitim ve kültür adamlarından, edebiyat doktoru, Doçent Sakin Öner bey, memleketi Denizli’den milletvekili adayı oldu. Oradan bana, mümkünse halka inebilecek konuşmacı göndermemi istedi. Aklıma, o sırada İstanbul’da olan, bazen bizim evde yatan, yatmaktan ziyade sabaha kadar sohbet ettiğimiz Osman ağabey geldi. Ona haber vermeden Denizli’ye bilet aldırdım. Akşam bizim yayınevinden çıktıktan sonra, o zaman Topkapı’da olan otobüs terminaline gittik. O, ne oluyoruz, falan derken, “ağabey, Denizli’ye Sakin’e yardıma gidiyorsun” dedim. Otobüse bindirdik. Halâ inanamıyor. Otobüs kalkmak üzere, şaka yaptığımızı zannediyor. “Yahu Karabacak, sahiden mi gidiyorum” diye soruyor.  Onu üzerindeki bir gömlek, bir pantolonla yolcu ettik. Seçim sonuna kadar orada çalıştı. Osman ağabey böyle bir gönül ve ideal adamıydı da…

Bir gün Cemal Kurnaz adlı milliyetçi, Prof. Dr. bir öğretim görevlisi aradı. Esas ihtisas sahası divan edebiyatıymış. Fakat yakın dostları Osman Yüksel için bir araştırma yapmasını, bunu kitap haline getirmesini istemişler; kabul etmiş.(Kitap, Deli Rüzgâr adıyla Kurgan Edebiyat yayını ile neşredildi.) Benden de, daha önce yayınladığım Millî Hareket dergilerinde yayınlanmış Osman ağabeyin yazılarını ulaştırmamın mümkün olup olmadığını sordu. Elbette, vefalı insanların günümüzde de bulunduğunu da görerek, severek, isteğini yerine getirdim. Cemal bey de bana, Osman ağabeyi, uzun yıllar içinde pek az Serdengeçti dergisi yayınladı diye tenkit eden bir gence,  “Bir heveskâra” başlığıyla nasihat şeklinde yazdığı, hayatının bir bölümünün envanterini göndermiş. İşte o envanter:

    “Serdengeçti’nin ilk sayısı 1947 Nisan ayında çıktı. Çıkar çıkmaz ortalığı yıktı. Gürültüsü fakülteden Meclise kadar sirayet etti. O zamana kadar Türkiye matbuat tarihinde görülmemiş bir sürüme, alâkaya mazhar oldu. Aynı sayı üç defa tekrar tekrar basıldı. İkinci sayıdan sonra hapishaneye girdik. Üçüncü sayımız çıktı. Dördüncüde tekrar hapishaneye girdik. Beşinci sayımız çıktı. Altıncı sayıda tekrar hapishaneye girdik. 7, 8, 9. sayılarda iki tecilli mahkûmiyet geçirdik. 10, 11, 12. sayılarımızda da 4 defa mahkemeye verildik. Beraat ettik. Mütemadi mahkemeler, kovuşturmalar, mahkûmiyetler, hapishaneler devamlı çalışmamıza mani oldu. 1950’de asker olduk. Askerlik faslı 1,5 yıl sürdü. Terhis olunca 13. sayıdan başladık. 13. sayıdan 20. sayıya, Malatya hadisesine kadar 7 sivil, 2 askerî mahkemede, hakkımızda 9 kovuşturma yapıldı. Bunlar devam ederken Malatya hadisesi, tevkif… Kollarımızda kelepçe, Malatya hapishanesine. Sonra Malatya’dan, tekrar Ankara’ya. 11 ay hapishanedeyiz. Beraat ve tahliye. 11 gün sonra tekrar tevkif. İki ay daha yat bakalım… Böylece 1954 yılına geliyoruz. 1954 seçimleri. Seçimlerde neşrettiğimiz beyannameden dolayı üç yerde mahkeme. Nihayet beraat! 1954’ten 1958’in başına kadar altı sayı: 21, 22, 23, 24, 25, 26. sayılarımız ve 8 kitap. Bu kitaplar: Sonsuzluk Kervanı, Malatya Faciası, Bir Nesli Nasıl Mahvettiler?, Bir Yağmur Başladı, Gülünç Hakikatler, Bir Millet Neden Ağlar( 3 baskı), Mevlâna ve Mehmet Âkif, Şeyh Şamil.

    Şimdi neticeyi okuyucularımızın insaf ve idrakine bırakıyorum. 10 senede 26 sayının macerası budur. Bu 10 senenin aşağı yukarı 3,5 yılı hapishanede, 1,5 yılı askerlikte geçmiştir. Bu beş senedir; beş yıllık faaliyetimizin neticesi şöyledir: 875 bin adet mecmua, 10 bin gazete(Bağrıyanık),101 bin kitap.

    Bütün bu mecmua, gazete ve kitapların hepsi noktasından virgülüne kadar teker teker elimden geçmiştir. Mecmualardaki yazıların hemen onda dokuzu, kitapların onda yedisi tarafımızdan yazılmış, para temini, kâğıt temini, matbaa işleri, paketler, sevkiyat, sonra, başlı başına bir dert olan bayiler. Bu arada 54 mahkeme.. 6 defa hapishane.. Kazalar, cezalar, belâlar, mahrumiyetler…”

Benim için unutulmaz bir kahramandır Osman Yüksel Serdengeçti.

OSMAN YÜKSEL ANLATIYOR

    “Malatya’da Hüseyin Üzmez adlı bir lise öğrencisi, o zamanki Vatan gazetesinde yazı yazan, Yahudi dönmesi ve mason Ahmet Emin Yalman adlı gazeteciyi tabanca ile yaralamış. Bir anda Türkiye’de insan avı başladı. O zamana kadar masonlar aleyhine yazı yazan, kitap yayınlayan aydınlar tutuklanmağa başladı. Necip Fazıl, Cevat Rıfat Atilhan İstanbul’da, ben Ankara’da, sadece kitapçı olduğu ve bizim kitaplarımızı satan, çevresinin çok saygı gösterdiği Mustafa Bağışlayıcı Samsun’da, pek çok kişiyle beraber tutuklandık. Benimki bir garip: İstanbul’da idim. Beni yakalayıp Sirkeci’de bulunan Emniyet Müdürlüğü’nün en tepesinde bulunan karanlık bir odaya tıktılar. Ufacık penceresinden Haliç’i gören izbe bir yer. Duvarlar sıradan suçluların tükürükleriyle leş gibi. Yattığım ranzadan ya tavana bakıyorum, ya da o ufacık pencereden denize. Günler geçti; ne gelen var ne giden,  ne de sorgulayan. Bir akşam kararırken bir polis geldi, “ hadi çık, serbestsin” dedi. Çıktım dışarıya, köprüye kadar gittim… Ankara’ya gideceğim, ama cebimde beş kuruş yok. O saatte gidip nerden para isteyeceğim? Tekrar emniyete gittim, “ben bir gece daha burada yatayım” dedim. Polisler şaşkınlıkla bana bakıyorlar. Oradaki bir komiser “yatsın” dedi. Ertesi gün bir tanıdıktan borç para alarak Ankara’ya gittim. Gider gitmez bizim kitabevini bastılar. Adamlar tutuklamak için bekliyorlarmış. Beni doğru Malatya’ya, diğerlerinin yanına postaladılar. Sorgu, sual, mahkeme… Epey yattık orada. Beraat ettik ama, neler çektiğimizi gel bize sor…”