Ali Rıza BAYZAN: ENDİŞE, ANLAMSIZLIK VE NARSİSİZM

ÇAĞIMIZ İNSANININ PSİKOLOJİSİ: ENDİŞE, ANLAMSIZLIK VE NARSİSİZM


Ali Rıza BAYZAN

 

Çağımızı bilgi çağı, atom çağı, uzay çağı olarak görenler var; ama varoluşçu insancı filozoflar ise çağımızı endîşe çağı olarak tanımlıyorlar. Yâ’ni çağımızın en karakteristik özelliklerinden birisi insanların aşırı endîşeli olması. Tabiî, aşırı endîşe aslında olayın sâdece bir tarafı. Başka bir taraftan bakıyoruz. Meselâ, Victor Frankl isminde bir terapist diyor ki:

“Çağımızda insanları psikologlara/ psikiyatristlere yönlendiren en büyük faktör varoluşsal boşluk. Yâ’ni yaşamı anlamlandıramama.”

Bu sözden de anlayacağımız üzere bir yanda endîşe çağı, öbür yanda da bir anlamsızlık çağı var. Yine başka bir açıdan baktığımızda, çağımızın en yaygın psikolojik sorunu “Narsizm”.

Narsizm nedir? Narsizm “benmerkezcilik”tir. Tasavvuftaki nefs-i emmâre kavramına karşılık geliyor aşağı yukarı. Bu bencillik sâdece diğer insanlara karşı değil, kendine karşı da insanı yabancılaştırıyor. Yâ’ni, insan benmerkezci oldukça kendine yabancılaşıyor ve insâniyyetten uzaklaşıyor. Bunların yansıması olarak çağımızda inanılmaz bir depresyon ve benzeri rûhsal hastalıklar salgını, intihâr vak’aları, uyuşturucu, alkol vb. madde bağımlılığıyla ilgili büyük bir sorunlar tablosu çıkıyor karşımıza. Dolayısıyla tüm zamanlar açısından baktığımızda psikolojik sorunların tavan yaptığı bir devirde yaşıyoruz. Her ne kadar bilim ve teknoloji çok gelişmiş olsa da; insan Ay’a çıkmış, Mars’a gitmek için bir program yürütüyor olsa da.

İşte; yeryüzünde internet aracılığıyla –neredeyse- saniyesinde bir yerden başka bir yere haber, mesaj ve görüntü ulaştırabiliyor olmasına rağmen insan kendine yabancı hâlde. Kalbine yabancı kalmış bir durumda.

SORUNLARIN KÖKENİ MODERNİTE

Bütün bunların arka planında rönesans çağı ile aydınlanma felsefesiyle birlikte gelen, insanı sâdece duyuları ve aklıyla sınırlayan bir yaklaşım vardır. Kastettiğimiz kısaca şu; insan gözünü, kulağını dahi aklını da kullanıyor; ama kalbini kullanmıyor. Şimdi, meselâ; susadığımızda, acıktığımızda vücûdumuzdaki sinirler aracılığıyla beynimize mesajlar/ uyarılar gelir. Acıktığımıza ve susadığımıza dair. Kalbimiz de aslında bize bir mesaj veriyor. Yâ’ni, çağımızın karakteristik özelliklerini sayarken endîşe çağı olduğundan bahsettik ya. İşte o endîşeyi kalbin bir çığlığı olarak görmek gerekiyor. İnsan kalbinden uzak düştüğünde büyük bir boşluk içerisinde kalıyor. Düşünün ki duyu organları ya da aklî melekesi çalışmayan bir insan, insâniyyetini ne kadar yaşayabilir? İşte; kalbi olmadığı zaman da insanoğlu, insâniyyetten uzaklaşıyor. Bundan kaynaklı olağanüstü sorunlarla karşılaşıyor.

Bununla birlikte bir internet bağımlılığı da uyuşturucu bağımlılığının yerine geçmektedir. Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki meselâ; eskiden insanlar, zaman öldürmek isterdi. Yâ’ni boş zamanlarını bir şekilde doldurmak isterdi; ama şimdi yaşadığımız şehirden, köyden tutun etrâfımızdaki -hemen hemen- birçok insanın cebinde cep telefonundan başlayarak o kadar çok uyarıcı var ki insanın bir durup nefes almaya, bir ân durup sükûnetli zihinle düşünmeye bile zamânı kalmıyor. Bir aşırı uyarı bombardımanı ile karşı karşıya kalarak kendi iç dünyasına dönüp düşünmek için zamânı bile olmuyor insanın. Harala gürele gidiyor. “Bindik bir alâmete gidiyoruz kıyâmete” diyordu ya rahmetli Cem Karaca, işte o minvâl üzere bir tablo var karşımızda.

Bu saydıklarımızı en aşırı olarak görebileceğimiz ülkelerden birisi Amerika Birleşik Devletleri’dir; lâkin ABD’ de en çok satılanlar arasında Mevlânâ Celâleddîn Rûmi Hazretleri’nin kitapları yer alıyor. Bir yandan alacakaranlık içindeyiz; ama bir yandan da hakîkat nûru parlamakta. Aslında, ABD’deki insanlar bile kalbini arayışa çıkmış. Bu arayış içinde Batılı insan ya Hz.Mevlânâ’yı mükâşefe etmiş yâhut da Mevlânâ’nın mesajı ilâhî bir seyâhât ile onlara ulaşmış. Tasavvuf demek, İslam’ın kalbi demektir. İslam’ın kalbi, insanı da kalbine çağırıyor.

TASAVVUF’UN ÇAĞIMIZ İNSANINA MESAJI
Burada tabi sûfî çevrelere düşen, Tasavvuf’un mesajını günümüz insanının anlayacağı dil ile onlara ulaştırmak. Tasavvufla meşgûl olanların bu konuda bir borcu var. Örnek verecek olursak; “Sûfî ile Terapist”. Sosyal medyadaki sayfamıza en çok gelen sorulardan bir tanesi “Mesnevî’yi kimin tercemesinden okuyalım?”dır; ama bakıyorsunuz Mesnevî’nin çevirisi bile günümüz okurları için ağır bir dile sahip.

Buna diğer tasavvuf kaynaklarını da dâhil ettiğinizde daha büyük bir problemle karşılaşırsınız. Bu kaynakların günümüz insanının anlayacağı dile dönüştürülmesi gerekiyor Yeni Dünya dergisinde olduğu gibi. Burada günümüz insanı derken özellikle kastettiğim, tamamen modern kültürle yetişmiş olan insanlardır.

Psikolojik tedavi sistemlerinde dördüncü dalga olarak ortaya çıkan bir şey var. O da Transpersonal Psikoterapi. Transpersonal psikoterapi’nin başlıca kaynaklarından bir tanesi, Tasavvuf’tur. Günümüzde yaşayan, bu sahada önemli isimlerden bir tanesi Stanislav Grof dur. Mr. Grof, Mevlânâ’dan çok geniş ölçüde istifâde etmiştir. Neden tasavvuftur peki? Çünkü psikoterapistler, günümüz insanının sorununu çözme konusunda büyük bir kriz içinde.

Çağımız insanının en büyük sorunlarından bir tanesi, yaşamı anlamlandırma sorunu. Diyelim ki üniversiteyi bitirmişim, iş güç sahibiyim, eşim dostum, akrabalarım, arkadaş çevrem var. Gayet nezih bir hayatım var. İyi, güzel, peki; ama niye? Yani bu ne anlama gelmekte?

Bunu felsefî bir tartışma ile çözemiyorsunuz, burası önemli. Çünkü entelektüel meseleden ibâret değil. Aklınızla bilmeniz yetmiyor. Ne yapmanız gerekiyor? Kalbinizle sindirebilmeniz gerekiyor. Psikoterapi ve psikiyatri bilime dayanıyor. Bilim ise ‘niçin yaşıyoruz’ sorusuna yanıt vermiyor. ‘Niçin’ sorusuna yanıt vermiyor; ama insanın problemi tam olarak da bu. Bu durumda psikoterapi ve psikiyatri yaşamın mâ’nâsı konusunda, bu krize bir karşılık veremiyor. İşte tasavvuf tam burada devreye giriyor.

Çağımızda en yaygın hastalıklardan birisi belki de en yaygın olanı “Narsizm”dir. Yâ’ni ‘ben’ merkezli Egosantrizm’dir. Narsizm psikoterapi ve psikiyatride –neredeyse- iflâhı mümkün olmayan bir maraza olarak görülüyor. Ama ilginç olan, tasavvuf bu konuya nasıl bakıyor? Narsizm’i yenme konusunda tasavvufun bir formülü var mı? Bir sûfî hikâyesi anlatalım:

“Genç bir sûfî intisâb etmek için bir Şeyh’e gidiyor. Şeyh sûfî gence soruyor:

Sen hiç âşık oldun mu?

Yok, diyor sûfî.

İşte o vakit Şeyh Efendi:

Git! Âşık ol, öyle gel, diyor.”

Neye âşık olacak, hiç önemli değil. Börtü böceğe, yıldızlara, insanlara olabilir. Bunları daha da çoğaltmak mümkün. Sonuç olarak âşık olmak, insanın aşkınlığını beraberinde getiren bir hâldir. İnsanın kendi benliğinde açılmış bir gediktir yâ’ni. Ego duvarından, o narsist benlikten dışarıya bu aşkın duygu ile bir pencere açılmış olur. Burada vurgulamak istediğim nokta şu; tasavvufta, psikoterapide olmayan bir tedavi biçimi var. O da ‘Aşk’. Aşk dediğimiz şey ise kalbin, gönlün bir eylemi. Hâsılı, gönül meselesi.

Nihâî olarak psikoterapi ve psikiyatride ‘Gönül’ kavramı yok. Tasavvufî anlamda bir ‘Aşk’ kavramı yok. Orda da bir aşk kavramı bulursunuz da bu -National Geographic’in kapak konusu olmuş bir zaman- hormonal bir aşktır. Tasavvufta bahsedilen ‘Aşk’ ise bir aşkınlığı, insanın kendi benliğini aşmasını gerektiren ulvî bir kavram.

Psikoloji’den gidelim şimdi. Hastalıklar -kabaca- nevrotik ve psikotik diye ikiye ayrılıyor. Nevrotik rahatsızlıklar hafiftir. Psikotikler ise ağır vâkıâlardır. Nevrozlar kendi kendilerini tedavi edebilir. Meselâ, börtü böcek korkun vardır. Örümcek fobisi meselâ, bunlardan sen kendi kendini kurtarabilirsin. Ancak psikotik bir vâkıâ yâ’ni ağır bir hastalık söz konusu ise manik depresif/ paranoya/ şizofreni olabilir. Bu durumlarda da muhakkak, terapist şarttır. Dolayısıyla dedik ki sûfî yolu, kalp merkezli’dir.

Kur’ân-ı Kerîm’de Bakara Sûresi 10. âyette geçen “فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ” Kelâmullâh’ı, kalplerinde hastalık olanlar mâ’nâsındadır. Demek ki insanlarda, bedenî olduğu kadar kalbî hastalıklar da vardır. Bir insan kalbî hastalıkların üstesinden gelebiliyor, kendi kendini tedavi edebiliyor ise: “Eyvallah!”

Peki, bu bahsettiğimiz kalbî hastalıklar nedir? Şeytanı yoldan çıkartan kibirden tutun; riyâdır, gururdur, hasettir, Allah’tan korkmamaktır. Allâh’ı sevmemektir, sabırsızlıktır, şükürsüzlüktür vs. Yâ’ni bütün bunlar, birer kalbî hastalıktır. Ama dikkat edelim ki bu kalbî hastalıklar kalpte kalan hastalıklar değildir. Bunların hep toplumsal yansımaları vardır. Diyelim ki haset ediyorsunuz. Bu kıskançlık sâdece sizin içinizde kalmaz, insan ilişkilerinize de yansır. Son derece incitici, gösteriş üzerine kurulu, rekâbetçi, başka insanları ezen bir iletişim biçimine girersiniz. Dolayısıyla sûfîler, bunun için bir üstâda bağlanmayı zarûrî görürler. Diğer taraftan psikoterapi de insanın, temelli, sorunlarından kurtulması için terapistin gerekliliğini şart koşar. Bu durumu, psikoterapide normal görüp tasavvufta garipsemek sağlıklı bir tavır değildir.

Nasreddîn Hoca’nın türbesi geliyor aklıma. Mimâr, büyük ermiş Nasreddîn Hoca’nın tam da nüktedanlığına uygun bir türbe yapmış. Türbenin kapısı kilitli; ama dört bir tarafı açık. Şimdi, sen bir kapıya gelmiş olabilirsin. O kapıda çabalasan, uğraşsan kapıyı açamayabilirsin; ama Allâh’ın sana başka açık tuttuğu kapılar var. Biz ne yapıyoruz? ‘İllâ bu kapı, illâ bu hayâl’ diyoruz. Hayâllerimiz bize âittir. İnsanîdir hayâllerimiz. Umut ise Allâh’ın rahmetinden bir parçadır. Hayâllerimiz bize âit olduğu için kırılgandır. Allâh’ın rahmeti umut ise Allâh’ın rahmetinden bir parça olduğu için, sonsuzdur. Dolayısıyla, insanın hayâlleri yerle yeksân olabilir. İnsanların hayâlleri kırılabilir; ama insan Allâh’ın rahmetine, umûda sarılarak başka hayâller peşinde koşabilir. Sözün özü; umut, Allâh’ın rahmetinden bir parçadır ve her dâim insanın gönüldaşı olmalı, diyerek bitirebiliriz.

(Alıntı)