Sultan Hüseyin Baykara Dönemi
Kültür Tarihi ve Onu Yüceltenler:
Molla Cami ile Ali Şir Nevaî*
Arazgül RECEPOVA
ezizhan26@yandex.com
Öz
Sultan Hüseyin Baykara’nın Horasan topraklarındaki hükümdarlığı Emir Timur’un kurduğu
devletinin Orta Asya’daki son dönemleriydi. Bu dönemde Timurlu siyaseti çökmeye doğru
ilerlemekle birlikte kültürel açıdan en doruk noktaya ulaştığı dönemdi. Bu kültürel gelişime
Hüseyin Baykara hem maddi hem manevi katkıda bulunmuştur yani âlim ulemaları
destekleme ve onlara hamilik yapmakla birlikte kendisi de bir divan hazırlamıştır. Bu divan
Çağatay edebiyatında Ali Şir Nevaî’den sonra önemli sayılan eserler arasında ön saflarda yer
almaktadır. Bu kültürel zenginliğe en az Hüseyin Baykara kadar katkıda bulunan iki isim
daha vardır. Onlar Abdurrahman Cami ve Ali Şir Nevaî’dir. Bu üç isim yakın arkadaş olmakla
birlikte bu dönemin kültür tarihinin zirveye ulaşmasında büyük katkı sağlayan kişilerdir.
Hüseyin Baykara genelde bu iki âlim ve şairin desteği ile kendi saltanatının şöhretini tarih
sayfalarına yazdırmayı başardı. Orta Asya kültür tarihinin incileri olan Molla Cami ve Ali Şir
Nevaî, Hüseyin Baykara saltanatını da taçlandıran yıldızlar olarak kabul edilebilir.
Anahtar Kelimeler: Hüseyin Baykara, Ali Şir Nevaî, Molla Cami.
*“Timurların Sosyal ve Kültür Tarihi, (Sultan Hüseyin Baykara Dönemi)”, Yüksek lisans tezinden üretilmiştir.
Sultan Hüseyin Baykara Dönemi Kültür Tarihi ve Onu Yüceltenler:
Molla Cami ile Ali Şir Nevaî
BEÜ İİBF AİD., 4(2), 210-221.
GİRİŞ
Hüseyin Baykara Haziran 1438 de Herat’ın, Kuzeydoğusunda yerleşen Devlethane sarayında dünyaya geldi. Sultan Hüseyin Baykara’nın babası Gıyasettin Mansur
Mirza, Baykara Mirza’nın üçüncü oğlu idi. Baykara Mirza ise Emir Timur’un ikinci oğlu olan Ömer Şeyh’in en küçük oğludur. Hüseyin’in annesi Firuza Begüm ise Emir Timur’un büyük kızı Ağa Begüm’ün oğlu Sultan Hüseyin’in kızı idi. Firuza Begüm’ün annesi yani Sultan Hüseyin’in eşi Kutluğ Sultan Begüm Miranşah Mirza’nın kızı idi.
Sultan Hüseyin Baykara Emir Timur’un oğulları Ömer Şeyh Mirza’nın ve Miranşah Mirza’nın torunudur. Bu cehitten bakıldığında Sultan Hüseyin Baykara hem anne hem
baba tarafından Timurlu soyundan gelmektedir (Fayzıyev, 1995: 104).
Bununla ilgili Ali Şir Nevayı da kendi şiirinde bahsetmiştir (Yıldırım, 2006:101).
Şah Sultan Hüseyin bin Mansur:
Kim birip nusratı cihanga sürür
Han bin han ata atası anıng
Hem ata han u hem anga han
Yok, cihanda anın gibi yana han.
Timur Öldüğünde Hüseyin’in dedesi Baykara 12 yaşında olduğu bilinir. O kendisine verilen Fars hâkimliğini 1415 yılında amcası Saruh’a karşı kaybetmiştir. İlk
başta Kandahar hâkimliğine tayın edilen Baykara burada da entrika çevirmek ile suçlanarak kendisi Hindistan’a sürgün edilmesi istenilmiş. Fakat bu karardan
vazgeçilerek onu 1417 yılında Semerkant’a göndermişler, daha sonra burada ölmüş ve ya öldürülmüş olduğu malumdur (Aka, 2010: 111).
Hüseyin Baykara’nın dedesi Baykara Mirza Belh tahtına oturduğu dönemlerinde aynı öbür Mirzalar gibi âlim ve ulemaları saygıda kusur etmediği bilinir.
Selefleri gibi sürekli alim ve ulemalar ile meclisler düzenleyen Baykara Mirza’nın bir meclisine Mevlana Burunduk’ı Buharî’de katılmıştır. Baykara ona yazdığı bir
methiyeden dolayı beş yüz dinar verilmesini emretmiş. Fakat pervanacı onu iki yüz dinar olarak yazmış. Bu durumdan dolayı Burundukı Mirza Baykara’ya şöyle bir
mektup yamaktadır. “Padişah bana beş yüz altın verilmesini emretmişti. Padişahın lütfu bu kuluna pek çoktur. Fakat bana verilen beratta iki yüz altın yazılmıştır. Ya ben
yanlış işittim yahut pervaneci yanlış yazdı. Yoksa Türkçede beş yüz altın iki yüz dinara mı denk gelir. Baykara bu mektubu okuduğu vakit güldü ve “Evet Türkçede
beş yüz altın bin dinara denk gelir” diye hemen orada Mevlana Burunduk’a nakit olarak bin altın vermiştir. Burunduk aynı meclisinde şu şiiri söylemiştir (Semerkandî,
1977: 440).
“Padişahın gönlü sanki bir Umman denizidir
O’nun eli inciler yağdıran Nisan bulutudur.”
Fakat Şehzade Baykara’nın evladı Mirza Mansur bunun gibi ihtişam sahibi olamamıştır. Babası öldüğünde de pek küçük yaşta olan Mirza Mansur Timurlu
sülalesinde pek fazla ihtimal gören kimse olmamış ve hatta Herat’ta sıradan, fakir bir vatandaş olarak yaşadığı bilinir (Aka, 2010: 111).
Sultan Hüseyin Baykara’nın annesi Firuza Begüm’de oğluna sürekli ecdatları ile ilgili hikâyeler anlatırmış. Çünkü Firuza Begüm eşinin de kendisinde Timurlu
soyundan olmasına rağmen, bu sülalenin içerisinde yeterli ilgi görmediği için oğlunu önemli soydan geldiği bu yüzden de onu hak edecek bir konuma yani, Timurlu
saltanatında hükümdar olamasa bu toprakların önemli merkezlerden birisine hâkim tayın edilmesini arzulamıştır. Bu yüzden oğlunu önce Horasan hükümdarı Ebul Kasım
Babür’ün sonra Mâverâünnehir Hükümdarı Ebu Sayıt Hanın hizmetine girmesi için girişimlerde bulunmuştu (Fayzıyev, 1995: 105).
HÜSEYİN BAYKARA DÖNEMİ SOSYAL VE KÜLTÜREL HAYAT
Hüseyin Baykara birçok taht mücadelelerinden üstün çıkarak 1370 senesinde Herat tahtına oturmuştur. Bu yıllarda Timurlu saltanatı Semerkant merkezli Mâverâünnehir
ve Herat Merkezli Horasan toprakları olarak ikiye ayrılmış vaziyette idi. Hüseyin Baykara’nın saltanatı Horasan topraklarında olmakla birlikte topraklar doğu sınırları
Belh, batısı Bistam ve Damgan, kuzeyi Harezm, güneyi ise Kandahar ve Sîstan topraklarını kapsamaktadır (Babür, 1970: 257).
Sultan Hüseyin Baykara saltanatının ilk yedi sekiz yılında İslam dininin kurallarını tamamıyla uyan, Müslüman bir padişah olarak bilinir. Fakat bir süre sonra
hastalığını bahane ederek namaz kılmamış, oruç tutmaz ve her gün öyle namazından sonra içki içmeyi adet edinmiştir. Buna rağmen her zaman dinin kurallarına saygı
göstermeye meyilli idi, hatta oğullarından biri bir adamı öldürdüğü için kan davalısının eline verip mahkemeye göndermiştir Babür, 1970: 52).
Kendisi sağlık nedenlerini bahane ederek dini görevlerini yerine getirmese de, şeriat kurumlarını sağlamlaştırmak küfür ve zulmü ortadan kaldırmak için çaba
göstermiştir. Seyitlere, ulamalara, âlimlere ve şairlere sürekli destek vermiş onlara maaş bağlamıştır. Haftada iki gün pazartesi ve Perşembe günleri kadıları ve ulemaları
toplayarak önemli meselelerde onların görüşlerini alma gereği duymuştur.
Dervişlerin, seyyahların sohbetlerine katılıp onların vaazlarını dinlemiştir. Cami medrese han gâh, kervansaray gibi dini kurumların inşasına önem verirmiş, Türbeleri
ziyaret etmeyi ve fakirlere sadaka dağıtmayı ihmal etmemiştir (Yüksel, 2009: 37).
Mirza Şahruh’un hükümdarlığı sonrası çöküş sürecine giren Horasan, Hüseyin Baykara hükümdarlığı döneminde yeniden canlanmıştır. Bu dönemde Hüseyin
Baykara imar faaliyetlerine de önem vererek birçok hayır kurumları ve özellikle ilmi merkezler ve mekteplerin açılmasını sağlamıştır. Onun önderliğinde ülkenin önde
gelen varlıklı âlim ve şairleri de medrese, kütüphane aş evleri, eczane, gibi yardım kurumlarının yapılmasına büyük katkı sağlamışlardır (Aka, 2010: 140).
Bu imar faaliyetlerine katkı sağlayan kişiler arasında Ali Şir Nevayî ilk sırada gelir. Horasan ve Herat’da üç yüz yetmiş hayır kurumları yaptırarak bunları yönetmek
için de ayrı bir vakıf kurmuştur. Bu vâkıfın işlerinin aksamaması için de beş yüz bin tümenlik büyük bir servet vakfetmiştir. Onun yaptırdığı İhlasiyye medresesinin ilk
müderrisleri ve talebeleri de, belki o dönemin en yüksek maşlarına ve burslarına sahiptiler (Aka, 2010: 141).
Sultan Hüseyin Baykara’nın Seyitlere olan saygısı “Mezar-ı Şerif” adı ile meşhur olan bir hadisenin gelişmesine neden oldu. XII yüzyıllarda Sultan Sencer dönemlerinde Belh yakınlarında Hz. Ali’nin mezarı bulundu hikâyesi ortaya çıkmıştı. Sultan Hüseyin Baykara döneminde bu iddia tekrardan gündeme geldi. Bayezid-i Bistami soyundan Şemsettin Muhammed’in Sultan Hüseyin Baykara’nın huzuruna gelerek Selçuklu döneminden kalan eserlerde Hz. Ali’ye ait mezarın Belh yakınlarında Hoca Hayran köyünün çevresinde bulunduğu ile ilgili kaynakların var olduğundan bahseder. Sultan bunun üzerine Belh’in şeyh, seyyid, ve kadılarını bir araya toplayarak bu işin aslını astarını öğrenmelerini istemiş. Bunun üzerine Hoca Hayran köyünün çevresinde geçirilen kazı işlemleri sonucunda beyaz mermer, üstü yazılı bir taş bulunur. Bu taşın üzerinde “Bu Allah’ın elçisinin kardeşi, Tanrı aslanı Ali’nin mezarıdır” diye yazı vardı.
Bu ana şahit olan o dönem Belh hükümdarlığına tayın edilen Hüseyin Baykara’nın ağabeyi Baykara, durumu heyecanlı bir şekilde kardeşine anlattı. Hüseyin Baykara da önemli devlet adamları ile mezarı ziyaret etti ve ertesi yıl mezarın üzerine bir türbe yaptırdı çevresine cami han gâh medrese gibi birçok sosyal alanlar yaptırarak Belh kanallarının birini de türbeye vakfetti. Hüseyin Baykara bu olayın sevinci ile ordu ve ahaliye hediyeler dağıttı. Ancak olayın üzerinden uzun süre geçmeden Belh ve Horasan topraklarının bazı bölgelerinden aynı şekilde mezarlar bulundu haberler gelmeye başladı. Bu durumdan rahatsız olan Sultan Hüseyin Baykara artık bunun gibi sahte haberler getirenleri cezalandırmaya başladı (Aka, 2017: 143-144). Fakat bu olay ile meşhur olan Mezar-ı Şerif günümüz Afganistan devletinin ziyaretgâh yeri, en sosyal ve kültürel merkezi olarak kalmasının esas temeli atmış oldu.
Hüseyin Baykara ile ilgili Şah İsmail Safevi’nin oğlu Şam Mirza “Tuhfe-i Şam” eserinde şöyle bahseder. “Sultan Hüseyin Baykara adaletli vatansever, halkına çok
değer veren padişahtır. Onun saltanatı döneminde devlet her zaman bahar günleri gibi şen ve gamsızdı. Hiçbir tekellüfe böyle övülecek bir padişah olmak şerefi pek az
sultana nasıp olmuştur. Onun hayır kurumlarını açtırmak, ilim adamlarına destek vermek, zamanında vazifeli olan on iki bin âlimin günlük ihtiyaçlarını sağlamak,
memleketi bayındırlaştırmak, Halkın refahını düşünmek, hüner sahiplerine ve şairlere riayet göstermek faziletlerinden bahsedilebilir. Hakikatte Ali Şir Nevaî gibi
arkadaşının ve Mevlana Cami gibi ilim erbabı olan kimsenin methiyecilerin övmesine, tarihçilerin tavsifine ihtiyacı yoktur.” (Hikmet, 1991: 38). Bu cümleler Hüseyin
Baykara’nın bilgiye ilme olan desteğini ve saygısını açıkça ortaya koymaktadır.
Bu sözlerin üzerine Molla Cami’nin Sultan Hüseyin Baykara’ya bağışladığı “Tuhfetül’Ahrar” eserinde ondan bahis etiği cümleleri de hatırlamak doğru olacaktır.
“Adı öyle bir taç ve taht incisidir ki, şiirimizin denizi ona dar gelir. Şahlıktan nasip ve şeref bulmuş olan bir kimse varsa o da saltanat tacı altında Hüseyin’in kendisidir” (Hikmet, 1991: 38).
Molla Cami gibi dönemin önemli tasavvuf mürşidi olan bir kimsenin bir hükümdar için bu kadar övgü ile bahsetmesi, o hükümdarın gerçekten bu övgüyü hak etmesi gerektiren bir durumdur. Çünkü Molla Cami Hüseyin Baykara ile değil Hüseyin Baykara zamanı Molla Cami gibi ilim erbabı ile meşhur olmuştur.
Onun ilim uzmanlarına gösterdiği saygı ile ilgili Kemaleddin Baharzî kendi eserinde bahsetmektedir. “Mola Cami’nin yakın arkadaşı Nakşibendi tarikatının önde
gelen isimlerinden, Hace Ubeydüllah Ahrar’ın oğulları Mukaddes Meşhed’i (İmam Rıza türbesini) ziyaret etmek için Horasan’a gelmişlerdi. Ziyaret sonrası babalarını
eski arkadaşı Molla Cami’nin yanına Herat’a da uğramışlar. Cami misafirlerini özen ile karşı alarak ertesi gün saray meclisinde geçirilecek âlimlerin toplantısına
misafirleri ile birlikte gelmişti. Başta Ali Şir Nevaî olmak üzere sarayın önde gelenleri onları saygı ile karşıladılar. Bu toplantıya teşvik eden Sultan Hüseyin Baykara Molla
Cami ve onun misafirlerini dışarıda karşılayarak sohbet meclisine onlar ile birlikte geçmiş ve hürmet ederek kendisine ayrılan döşeğe geçmeden onlar ile aynı safta
oturarak sohbete dâhil olduğu bilinir (Bâharzî, 2016: 251). Bu ve bunun gibi ortamlarda gösterdiği hoşgörülü ve alçak gönüllülüğü onun ilim erbaplarının saygısını
sonuna kadar hak ettiği kanaatini getirir.
Sultan Hüseyin Baykara ilim erbapları ile ilgili kendi risalesinde “Tanrıya şükürler olsun benim saltanatım zamanında Birçok seçkin kişiler yetişmiştir. Bu
bakımdan bu zaman, bütün zamanlardan daha üstündür” (Levend, 1965: 39). cümlesini kurmuştur. Çünkü her zam Molla Cami ve Ali Şir Nevayı gibi önemli
isimlerin desteğiyle saltanatının daha da şöhretlendiğinin gururunu yaşama şansını elde etmiştir.
Sultan Hüseyin Baykara hükümdarlığı ile birlikte “Hüseyin Baykara Divanı” adlı şiirleri ve bir de risaleden oluşan eseri ile de meşhurdur. Şiirlerinde hep Hüseyni
tahallûs’ünü kullanan Hüseyin Baykara’nın divani kendisi hayatta iken toplanarak divan haline getirilmiştir (Aşırov, 2005: 178).
Onun bu divanı içerisinde şiirleri ile birlikte yedi bölümden oluşan risalesi de vardır. Bu risalenin içeriğinde kendi nesebinden, dervişlere saygısından, kurduğu
vakıf ve hayır kurumlarından, Molla Cami’den ve ona saygısından, Ali Şir Nevaî’nin faziletlerinden bahseder (Yıldırım, 2010: 23).
Risalesinde bununla birlikte kendisinin bu makama erişmesini sağlayan Allah’a şükür etme kısmını da içermektedir. Ona göre “ Hayale şöyle fikirler gelir ki Allah’ın
nimetlerine şükür etmemiz gerekir. Allah yüz bin yıl ömür verse ve biz ona her nefeste şükür etsek bile Allah’ın bize sunan imkânlarının bin de birini bile karşılığını
veremeyiz, Bazı hükümdarlar bu gönlü sınık bendesinden (Sultan Hüseyin Baykara burada kendisinden bahsetmektedir) daha çok yurt, mertebe ve hazine nasıp olmuştur.
Fakat bundan dolayı onlar Allah’a şükür etme yerine kendini herkesten üstün görme yolunu gittiler. Ancak bu fakire şan şöhret yerine alçak gönüllülük ve kimseyi küçük
görmezlik gibi güzel huylar nasip etti (Aşırov, 2005: 160). Gibi güzel cümleler de yer almaktadır. Ayrıca bu risalede “Fakir fakir gibi şükür etmeli, Padişah da Padişah gibi
şükür etmelidir” (Aşırov, 2005: 160) cümleleri de mevcuttur.
Ali Şir Nevaî’de “Mecâlisü’n-nefâyis eserinin sekizinci meclisini Sultân-i Sâhib-kırân’ın yani Hüseyin Baykara’nın meclisidir diyerek ondan övgü ile bahsetmektedir ve yine de onunla ilgili Ali Şir Nevayî kendi eserinde “O hazretin güzel şiirleri, beğenilen beyitleri pek çoktur ve bir de divan da tertip etmiştir” (Nevayî, 2015: 526) diye yazmaktadır.
Bu divan XV yüzyılda yazılan Türkçe eserler arasında Ali Şi Nevayî’nın eserlerinden sonra önemli yerde durmaktadır. Bu divanı yazmasına neden olan esas sebepler belki Sultanın aşırı bilgi sahibi ve Cami, Nevayı gibi şairlere özenmesi sonucunda meydana gelmiş olması muhtemeldir. Fakat en önemli nedenlerden biri, Farsçanın yoğun kullanıldığı bu dönemlerde Türkçenin yitip gitmemesine katkı sağlamak amaçlı da kalemi ele almış olması mantıklıdır. Çünkü bir Türkçe aşığı olan Sultan Hüseyin Baykara Ali Şir Nevaî ile birlikte Türkçenin gelişmesi için onun da Fars dilinden geri kalır yanının yokluğunu ispat etmek amaçlı çok çaba sarf etmişlerdir (Aşırov, 2005: 183).
Sultan Hüseyin Baykara Türkçenin unutulmaya yüz vurduğunu, fakat Ali Şir Nevaî gibi birinin ortaya çıkarak onu yeniden canlandırdığını Risale adlı eserinde şöyle
beyan eder. “Türk dilinin ölmüş cesedine Mesih nefesiyle ruh giydirdi ve o ruhu bulanlar Türk usulü sözcüklere atkı ve çözgü iplikleri ile dokunan cennet elbisesi giydirdi. Sözün gül bahçesinde tabiatın ilkbaharında yağan yağmurlarıyla rengârenk güller açtı. Nazım deryasına düşünce bulutlardan ruh besleyici damlalar ile rengârenk inciler saçtı.” (Yıldırım, 2010: 22).
Türk dilinin yeniden canlanmasına Nevaî’nin büyük emeğinin olduğunu bu ve bunun gibi övgülü sözlerle ortaya koyan ve aynı şekilde bu dilin canlanmasında, ister
şiirleri ister risalesi olsun, birkaç eserini bir araya getirerek “Hüseyin Baykara Divanı” ile önemli katkısı bulunan Hüseyin Baykara ile ilgili Zahreddin Babür’de kendi
hatıralarında bahsetmiştir. Babür, Hüseyin Baykara’nın Türkçe şiir yazdığını ve hatta bir divan tertip ettiğini yazmakla birlikte, onun şiirlerinin hep aynı vezinde olduğunu
(Babür, 1970: 253) da hatırlatmıştır. Bu hususu o dönemin tarihçileri ve günümüz edebiyat araştırmacıları da her zaman dile getirmişlerdir. Fakat o dönemde bu şiir
yazma geleneği daha halk diline yakın ve meşhurdu. Bu yüzden Mola Cami ve Ali Şir Nevaî’nin da bazı şiirleri aynı veznede yazılmıştır.
Hüseyin Baykara küçümsetilecek bir şair değildi. Onun kendi dilinde yani Türkçe yazdığı gazelleri birçok şairlerin gazellerinden daha iyiydi ve hatta dönemin
önemli şairleri ile Farsça ve Arapça şiir söylemekte rekabet ettiği dahi bilinmektedir (Hikmet, 1991: 30).
Sultan Hüseyin Baykara’nın en değer verdiği her zaman kendisinden bile daha üstün gördüğü âlim ve şairlerden en önde geleni de Mola Cami’dir. Cami’de ona
hürmet etmiştir. Hüseyin Baykara ve molla Cami arasında yazılan mektuplar da bir hayli önemlidir.
Hüseyin Baykara kutlu seferlerinin birisinden Molla Cami’nin şerefli meclislerine ulaştırılması için ona bir mektup yazar. Mektubun içeriğine özellikle Türkçe beyit te yazmıştır ve şiirin altına şöyle not düşer “Mazur görün, zira aşkın dilini insan en güzel kendi dilinde anlatır”.
Bu mektuba Cami iki satır şiir ile cevap vermiştir (Bâharzî, 2016: 293-294).
Türkçe konuşa(bilen)n bir yâr değilim, ancak yaşadığım sürece
Onun o Türk gözüne, Türk konuşan diline kul olacağım.
Sultan Hüseyin Baykara döneminde ele alınan eserler genellikle Farsça olmuştur. Fakat Ali Şir Nevayı’nın önemli katkısıyla Fars edebiyatının yanında Türk
edebiyatını da canlı tutmayı başarmışlardır. Bununla birlikte Farsça eser yazanlar ile Türkçe eser yazanların arasında bir birlerini küçümseyici rekabetin olmadığı da bir
gerçektir. Her iki dilde de eser yazanlar dil bilgilerine göre değil, yazan eserlerinin önemine göre değerlendirilmiştir. Sultan Hüseyin Baykara ve Ali Şir Nevayı’nın asıl
amacı da Farsçayı küçümsemek değil Türkçeyi unutturmamaktı denilebilir (Aşırov, 2005: 183). Bu açıdan bakıldığında Türk edebiyatına Ali Şir Nevayı kadar otuz a yakın
eser ile katkıda bulunmasa da, Hüseyin Baykara’da kendi divanı ile bu dilin unutulmaması için imzasını atan müelliflerden sayılır.
Sultan Hüseyin Baykara dönemi Horasan ve Türk tarihinde ilmin medeniyetine had safhaya ulaştığı. Bu dönemde en şanslı kısım bilim dalının çeşitli alanlarında çalışan kimseler oldu. Onlar için her türlü çalışma imkânları sağlandı. Yeni medreseler ilim ocakları inşa edildi. Bununla birlikte saltanat sarayında âlimler meclisleri kuruldu.
Burada gündemi ilgilendiren vakalar ile birlikte her türlü ilim dalında çekişmeler ve yeni fikirler ortaya konuldu. Bu durumda haliyle bu saltanat döneminin şöhretini
arttıran en önemli merci oldu.
Sultan Hüseyin Baykara dönemi bilim sistemi ile ilgili Zahreddin Babür kendi hatıralarında şöyle dile getirir: “Sultan Hüseyin Mirza’nın zamanı garip bir zamandı.
Horasan ve bilhassa Herat Şehri, fazilet ehli ve eşsiz adamlarla doluydu. Bir iş üzerinde uğraşan her kes, o işi en yüksek dereceye çıkarmak gayreti ve arzusu ile çalışıyordu.” (Babür,1970: 277).
Bu dönemde, şair ve allameler Molla Cami, Ali Şir Nevayı, muharrirler Mirhond, Hondmir, Hattatlar Sultan Ali Meşhedi, Kıvameddin Behzad, âlimlerden
Hüseyin Kaşifi ve Zeyneleddin Vasıfı öne çıkan isimler idi (Gafurov, 2000: 154). Bu dönemin önde gelen âlimleri ve meclisin başlıca destekçileri Ali Şir Nevayı ve Molla
Cami’dir. Bunların eğitimi ve desteği sayesinde ılım denizine yelken açan binlerce âlim ve şairler mümkün oldukça bu meclislere katılma imkânına eriştiler.
ALİ ŞİR NEVAÎ
Nizameddin Ali Şir 9 Şubat 1441 de Herat’ta doğmuştur. Onun Babası Kiçkine Bahadır ömrünün son yıllarında Ebu’l Kasım Babür’ün hizmetine girmiştir. Aslen Uygur Türklerinden olan Ali Şir’in ataları Emir Timur’un oğlu Ömer Şeyh’in hizmetine girmişler. Ömer Şeyh’in ölümü üzerine Mirza Baykara’nın yanında da önemli görevlere getirilmiştir (Levend, 1965: 29). Ne tesadüftür ki Ali Şir Nevaî de Mirza Baykara’nın torunu Hüseyin Baykara’nın önemli devlet adamlarından biri olma şansını elde etmiştir. Aslında Nevayı Hüseyin Baykara için devlet adamı olmaktan çok daha ötesidir. Onun zamanına şeref veren büyük bir şairdir, Yeni yetişen zihinli gençlerin hamisidir, devletin imar faaliyetlerinin en yakın destekçisidir. Bu yüzden Hüseyin Baykara onu her zaman saygıda kusur etmemiş, hatta risalesinde bile ondan
övgü ile bahsetmektedir (Levend, 1965: 29).
Devletşah Semerkandî “Tezkire-i Devletşah” eserinde Bu dönemin âlim ve ulemalarına önemli destek sağlayan Ali Şir Nevaî’den da övgü ile bahseder. Onun devleti bayındırlaştırmak ile birlikte sanatı desteklemek gibi iki önemli vazifesinde de fevkalade başarılı olduğunu, bunu nezdinde halkın ve ilmiyenin gönlünü fetih ettiğini
ve bu yolda Allah’ın ona her zaman yar ve yardımcısı olmasını dilediğini söyler. Hatta Nevâî hakkında bir şiir yazar ve orada da şöyle demektedir.
“Baykuş onun zamanında viranlıktan eser görmemenin üzüntüsüyle feryat ediyordu” (Devletşah, 1977: 41-42).
Ali Şir Nevaî Sultan Hüseyin Baykara ile arkadaş olsa dahi devlet yönetiminde tavrını her zaman halktan yana kullanmıştır. Onun Hüseyin Baykara’ya yazdığı mektuplarında da sürekli bunlardan bahsetmektedir. Nevaî’nin görüşüne göre “Halk bir bağ ise padişah bu bağın bağbanı olması gerekir, bağban kendi bağına ne kadar
önem verir ilgilenirse, bağı da ona o kadar meyve ve huzur verir” görüşündedir. Bu yüzden bir padişah halkını hiçbir zaman zor durumda bırakmamalıdır. Hatta bir
keresinde Hüseyin Baykara’nın Herat halkından istediği lüzumsuz vergiyi, Ali Şir Nevayî kendi hazinesinden vererek, hem halkın kendisine olan sevgisini daha da
katlamış, hem de padişahı zor durumdan kurtarmıştır (Uygun, 1942: 14).
Ali Şir Nevayî’nın hocası olarak gördüğü Molla Cami de onun eserleri ile ilgili her zaman övgü ile bahsetmiştir. Bir keresinde Ali Şir Nevaî “Hamseyi Mübarek” kitabını Molla Cami’ye göndererek kitap ile ilgili fikrini sormuş ve hatta düzeltme yapmasını eğer beğenmediği halde direk üstüne hat çekip atabileceğini söylemiştir.
Bunun üzerine Molla Cami eserin çok iyi olduğunu söyleyerek sayısız övgülerde bulunmuştur. Hatta eser ile ilgili görüşünü “İskendername” eserinde şöyle beyan etmiştir (Bâharzî, 2016: 290-291):
“Türk dili ile acep bir şey resmedildi”
Ki onun karşısında büyük üfürenlerin ağzı mühürlenir.
Gökyüzünden aferinler olsun onu yazan kaleme
Çünkü bu matbu resim o kalemden türedi
Bunlar sadece Ali Şir Nevayı hakkında bazı düşüncelerdir. Onun ilmi camiada ve devlet siyasetinde gösterdiği önemli faaliyetler üzerinde durulması gerekken ayrı
bir konudur.
Ali Şir Nevayı ile Molla Cami arasındaki arkadaşlığın sıradan daha ötesi olduğunu Kemaleddin Baharzı kendi eserinde şöyle bahseder “Alî-cenap (Nevaî) ile Hakâyık- penah (Cami) arasında birlik ve beraberlik hâkimdi” diyerek onlar ile ilgili bir mısrada “Biz iki bedende bir ruh idik” cümlesi verilmiştir. Bununla birlikte
dönemin en değerli âlimleri olan bu iki önemli isim kendi eserlerinde her zaman bir birinden övgü ile bahsetmişlerdir. Bunlar ile ilgili şu iki satırı yazan Baharzî:
Bu nükteye en güçlü delil Kelamın Emiri olan, Emirin kelamı olsun” cümlelerini kurmuştur. Bu satırlarla şunları ifade etmek ister “Her ikisi de söz
üstadıdır. Bu sözüme en güçlü delil yine bu söz üstatlarının kendi eserleridir (Bâharzî, 2016: 38).
Ali Şir Nevaî ve Hüseyin Baykara Nakşibendi tarikatı mensuplarıdır. Onların bu yolda esas piri ve mürşidi Abdurrahman Cami’dir. Hüseyin Baykara ve Nevâî gönül bağladıkları bu tarikatın önde gelenlerine her zaman saygı ve sadakat göstermişlerdir. Özellikle de Nevayı, Nakşibendi tarikatının kurucusu Hace Bahaüd’d-din-i Nakşibendi’yi tasavvuf ile ilgili eserlerinin hepsinde saygı ile hatırlamıştır (Levend, 1965: 238-239).
Babür hatıralarında Nevaî’den şu satırlarla bahsediliyordu, “Musikide de iyi şeyler beslemiştir. Güzel nakışları ve güzel peşrevleri vardır. Fazıl ve hüner ehilleri için, Ali Şir Bey kadar mürebbi ve hami olan bir adamın hiçbir zaman zuhur ettiği malum değildir. Sazda ileri gelenlerden üstat Kul Muhammet, Şeyh ve Hüseyin Udi, Ali Şir beyin terbiye ve himayesi ile bu derece terakki ve şöhret bulmuştur. Üstat Bihzad ve Şah Muzaffer resimde Ali Şir beyin gayret ve himayesi ile bu derece meşhur ve maruf olurlar. Bu kadar hayırlı işlerde pek az kimse bu derece muvaffak olabilir. Oğlu-kızı ve karısı, ailesi olmamış dünyada tek başına ve bekâr yaşamıştır. Önceleri mühürdardı, orta yaşlarında bey olup, bir müddet Estrabat’ta hüküm sürdü. Sonra sipahi ligi terk etti. Mirzadan hiçbir şey almazdı. Bilakis kendisi her sene Mirza’ya mühim miktarda hediye verirdi” (Babür II, 1970: 267).
Ali Şir Nevayî’nın destek çıkması ile Herat o dönem tam bir ilim erbaplarının zamanı haline gelmiş. Ayrıca şiir yazanların, yani şairlerin sayısı da bir hayli yüksek
olmuştur. Bununla ilgili Zahreddin Babür kendi hatıralarında şöyle rivayet eder. “Ali Şir Nevaî bir gün satranç meclisinde satranç oynarken ayağın uzatmak zorunda kalmış. O an ayağı şair Bennayı’nın arkasına değmiş. Nevayı “Maşallah Herat’ta ayağını uzatsan şaire değiyor” diye esprili konuşmuş, Bennayı da aynı şekilde “evet efendim ayağınızı geri çektiğinizde yine şaire değiyor” diye cevap vermiştir (Babür II, 1970: 282).
Ali Şir Nevâî öncelikle çok sevdiği arkadaşı Seyyid Hasan Erdeşir’in ölümüne çok üzülmüştü. Bunun üstesine 1490 yılında kardeşi Derviş Ali’nin isyanı onu derinden etkilemiş ve artık divan beyliği vazifesini bırakarak sadece sultanın nedimi olarak kalmıştı. Sultan Hüseyin Baykara onun bu üzüntülerinden derinden etkilenerek özellikle de kardeşinin isyanından sorumlu tutularak ona saygısızlık edilmesini önlemek amacıyla bir ferman çıkararak Ali Şir Nevayî’ya kimsenin saygıda kusur etmemesini emir etmiştir (Kut, 1989: 450).
Fakat Ali Şir Nevayî devletin bekası için yaptığı arabuluculuk görevlerinin kalıcı bir etkisi olmadığından ve ya gün güne kötüye giden devlet siyasetine müdahale etmekten yorulmuş görünüyordu. Yaşlılığı da üstüne eklenince sağlık durumu bozulan Ali Şir Nevayî Hüseyin Baykara’nı Estrabat dönüşü (31 Aralık 1500 yılında) kendisini
karşılamaya çıktığı zaman rahatsızlık geçirerek fenalaşmıştı. Hüseyin Baykara onu kendi tahtırevanı ile köşke getirterek onu iyileştirmek için çok çaba gösterdi. Ali Şir
Nevayî’ye yapılan tedaviler iyi sonuç veremedi ve 3 Ocak 1501 senesinde hayata gözlerini yumdu. Kendisi yaptırdığı Kudusiye camisinin yanına defnedildi. Sultan
Hüseyin Baykara üç gün boyunca arkadaşı Nevayî’ nın evinde kalarak yasını tuttu ve taziyeleri kabul etti (Hikmet, 1991: 50).
MOLLA CAMİ
Bu dönemde kültür tarihine önemli katkıda bulunan, aynı zamanda Hüseyin Baykara ve Ali Şir Nevaî’nin mürşidi olarak da bilinen isim Nureddin Abdurrahman b
Nizameddin Ahmed b Muhammed el Cami. 7 Kasım 1414 de Horasan’ın Cami Şehrinin Harcirt kasabasında dünyaya gelmiş olan Cami bu lakabı Cami Şehrine
nispetle ve Ahmed-i Nameki-yi Cami’nin hatırasına saygıdan alınmış bulunmaktadır.
Dedesi Muhammed b Hasan eş- Şeybani neslinden gelen bir kız ile evlenmiş ve babası Nizameddin Ahmed bu evlilikten dünyaya gelmiştir. Babası Herat’ta Nizamiye
medresede müderris olunca ilk eğitimine onun yanında başladı (Okumuş, 1993: 94).
Molla Cami dönemin önemli âlimlerinden Mevlana Cüneydi Üsuli’den Arap dili ve edebiyatı temel eserlerini okudu. Ardından el Teftezani’nin öğrencisi Şehabeddin Muhammed el-Carcemi gibi ünlü bilginlerin dersleri ile devam etti. Uluğ Bey zamanında ise İlimin merkezi Semerkand’a gitti. Burada Bursalı Kadızade-i
Rumi’den riyaziyyat dersleri aldı (Okumuş, 1993: 94). Kadızade’nin en iyi talebelerinden bir Mevlana Ebî Saîd Semerkandî’nin söylediğine göre “Kadızade’nin
Şerh-i Tezkire kitabının haşiyelerine eklemiş olduğu sınırlı yazılarını bazen derslerde okuyordu. Kitabın düzeltmesi gerekken noktalarına dikkat çektiğinde Hazreti Mola
Cami öyle bir hatırlatmalarda bulunuyordu ve bu daha önce kimsenin aklına gelmemiştir. Kadı Hazretleri onu hatırlatmalarını en iyi eserinde kullanmayı uygun
görmüş ve onun hakkında “el Hak Horasan’ın bu bahtiyar musannifi tarafından gösterilen bu örnekler gönlümüzü aydınlattı” gibi övgülü cümleler ile tarif etmiştir
(Bâharzî, 93).
Cami Semerkant’ta eğitim aldığı dönemler Uluğ Bey’in hâkimiyeti dönemine denk gelmekle birlikte talebelik dönemlerinde diğer talebelerin aksine kendini önde
gelen ulema karşısında kendisini küçük düşürecek eylemine başvurmamış, Semerkand ve Herat’taki talebelerin çoğu ünlü âlimlerin peşinden onlara yaranmak için yalınayak
koştuklarında Cami böyle samimiyetsiz hareketlere hiçbir zaman yanaşmamıştı. Hatta bundan dolayı ona verilen harçlık da her zaman diğer talebelerinkinden az olduğu
söylenir (Manz, 2013: 245).
Buna rağmen Mola Cami genç yaşta tüm ilimler konusunda önemli tahsiller görmüş. Hatta bir keresinde Herat’a gelen Ali Kuşçu ona astronomi ile ilgili zor sorular sormuş. Bu sorulara hemen cevap veren Cami Ali Kuşçu tarafından takdir edilmiştir. Ne kadar bilgili olsa da öğrenmeyi hiçbir zaman bırakmayan Molla Cami Nakşibendi şeyhlerinden Sa’deddîn-i Kâşkarî’ye intisap etmişti. Fakat şeyh ölünce onun halefi Hace Ubeydullah Ahrar’a bağlandı. Onun ile birkaç defa görüşen Cami sürekli mektuplaşarak her zaman irtibat halinde oldu (Okumuş, 1993: 94). Hace Ubeydullah Ahrar her zaman ilmi bir müşkül ile karşılaşacak olursa Molla Cami’nin kaleminden dökülmüş “büyük ilimler mecmuasına” başvuruyordu (Bâharzî, 2016: 145).
Hace Ubeydullah Ahrar’ın Horasan topraklarına gösterdiği saygısını şöyle dile getirir, (eserde Hace hazretleri diye bahsedildiğinden Hace Ahrar olabileceği tahmin
edilmektedir) “Horasan iki şekilde Mâverâünnehire tercih edilebilir. Dindar yöneticileri olduğu için; zira İslam şehri Herat o mübarek yöneticilerin sayesinde İran ve Turan’a payitahtı olmuş ve yine onların sayesinde koca bölgenin sınırları genişlemiştir. İkincisi ise Hazret-i Mevlânâ, Din ve Milletin Nûru, Nûreddin Abdurrahman Cami gibi büyük insanın orada ikamet ediyor olmasından ötürüdür. Zira Abdurrahman Cami İlim ve İrfanda yüce bir mertebeye erişmişlerdir .”(Bâharzî, 2016:139).
Devletşah Semerkandî de kendi tezkiresinde ondan şöyle bahseder: “Mevlana Cami’nin hocası Sadettin Kaşkarı’nın vefatından sonra onun sadık ve hayırlı bir halefi olarak onun makamına oturduğunu söyler. Nakşibendi tarikatının bütün mana ve edebi talebelerinin önemli hocalarından biri olduğunu öne sürer. Bütün dünyanın padişahları onun dua ve himmetlerinden faydalanır ve bütün iklimlerin fazilet sahipleri onun meclislerine katılmak için vesile ararlar. Onun divanı Rum diyarı fazıllarının meclislerinin ziynetidir. Onun latif münşeatı Şam ahalisinin Bedialarının dibacesidir. Biz kitaplarımızı süslemek için onun bazı şiirlerini yazıyoruz.” (Devletşah, 1977: 562).
Molla Cami en olgun eserlerini Sultan Hüseyin Baykara’nın saltanatı döneminde yazdığı ifade edilir. Hüseyin Baykara onu hiçbir zaman saygıda kusur etmemiştir. Hatta onu vergilerden muaf tutmak için berat fermanı çıkarmıştır. Bu beratta kısaca, Molla Cami ile ilgili şunları dile getirir. “Men gizli bir hazine idim, tanınmak bilinmek istedim” şeklindeki kutsi hadisin ihtiva ettiği kimse olan ve Allah’ın özel kullarına bağışladığı bilim ve irfan sahibi olan ve bu görevi layıkiyle yerine getiren, şeyhimiz ve mevlâmız Abdurrahman el Cami, Allah şanını ve değerini arttırsın. O Hazretin tüm emlak ve gelir öşründen maaşları dâhil ve divan hakkından muaf tutulmuş. Mali gelirlerini kendi özel harcamalarında kullanmasına hükmedilmiştir. Bununla birlikte binek hayvanlarından da vergi alınmayacak ve bu muafiyet kalıcı olacaktır her yılsonu yenisini almak zorunda kalınmayacak. Vergi memurları bunu özellikle dikkat a alacaklar ve ferman-ı hümayun hükmünü ihlal edecek davranışlardan sakınacaklardır. Bu konuda Hazretin şükrü ve ya şikâyetleri delil olarak kabul edilecektir”. Fakat Molla Cami bu desteği şeriata ters geldiği için kabul etmemiş ve kendini yükümlü olduğu vergi borcunu ihtiyaç sahiplerine veya vakıflara bağışlanmasını istemiştir. (Bâharzî, 2016: 197-198).
Sultan Hüseyin Baykara ve Mola Cami arasında yazılan mektuplar Molla Cami’nin münşeatında da yerini almıştır. Bu mektuplardan bir örnek getirecek olursak; Sultan Herat’a gitmek için en uygun saati bilmek amacıyla Molla Cami’ye bir mektup gönderir. Mektubun içeriği Safer ayının son çarşambasının uğurlu ve ya uğursuz sayılmasındaki sebepleri sormuştur. Molla Cami ona şöyle cevap verir, “Onun için uğurlu saat seçmeye ne hacet, onun doğmasıyla saatlerde saadet hâsıl olur.
Bununla birlikte bu hurafe inanca da bir açıklık getirerek şöyle demiştir. “Mektubunuzda Safer ayının son çarşambası hakkında her tarafa yayılmış olan inancın
nereden geldiğini soruyorsunuz. Bu inanç bazı tefsircilerin Kur’an’da devamlı uğursuz gün olarak bahsedilen Safer ayının son çarşambasından çıkarılan manadan gelmektedir. Bilmek gerekir ki o günkü uğursuzluk kâfir ve münafıklar içindir. Çünkü onların başına gelen musibetler o güne rastlar. Fakat iman ve inanç sahibi olan kişiler ki onlar Peygamber ümmetleridir. Son derece kutlu ve galip oldukları gün aynı gündür. Kuvvetle umarım ki geçen yılda Safer ayının aynı gününe rastlayan Salı günü bu şehre gelmeniz nasıl kutlu ve uğurlu olduysa, bu yıl Safer ayı Çarşambası da mutlu ve mübarek olsun.” (Hikmet, 1991: 42-43).
Hüseyin Baykara kendi risalesinde Molla Cami’ye çok büyük değer verdiğinden övgü ile bahsederken, Molla Cami’de “Risâle-i Sağır der Muamma”, “Silsiletü-z Zeheb”, “Sübhatü’l-Ebrar”, “Yûsuf u Züleyhâ”, “Leylî vü Mecnûn” ve Hırednâme-i İskenderî gibi eserlerini yazarken öncelikle Hüseyin Baykara’dan övgü ile bahsederek başladığı bilinmektedir (Yüksel, 2009: 136).
Timurlu hanedanının kültür tarihine önemli katkılarda bulunan Sultan Hüseyin Baykara, Ali Şir Nevayî, Molla Cami arasındaki arkadaşlık ve gelişen örnek olaylar
bu dönemin ve Türk kültür tarihinin sayfalarına damgasını vurmuştur. Bu yüzden Türk kültür tarihinde iz bırakan önemli hükümdarlardan biri olan Sultan Hüseyin Baykara
siyası tarihinin zayıflığına bakmadan bu dönemin kültür tarihinin önemli hamisidir ve müellifidir.
SONUÇ
Emir Timur tarafından bin bir meşakkat ve kılıcın gücü ile kurulan büyük hükümdarlığın Horasan toprakları kısmı Sultan Hüseyin Baykara’nın vefatı üzerine
sona erdi. Mirzalar arasında paylaşılarak ufalmış sınırları küçülmüş olarak dağılmaya başlayan devlet uzun süre dayanamadan kendi itibarını sona erdirerek Özbek
hükümdarı Şeybani Han’a teslim oldu. Siyasi hayatı hızla çökme noktasına doğru ilerleyen ve en son bu sonucun gerçekleşmesi ile Timurlu hanedanının Orta Asya’daki
oluşumu sonunu getiren taht kavgalarının kurbanı oldu. Fakat bu kavgalara rağmen, Timur ile başlayan Uluğ Bey ile devam eden ve Hüseyin Baykara ile en yüksek
noktaya ulaşan bilim hayatı her geçen gün yükselmeye doğru ilerlemekteydi. Hüseyin Baykara döneminde Ali Şir Nevaî, Molla Cami gibi âlimlerin önemli faaliyetleri
neticesinde hat safhaya ulaşan kültürel ve sosyal gelişim yeni kurulan hanedanlara teslim olmadı. Tam tersine yeni kurulan hanedanlar kendisi bu kültürel zenginliğe teslim olma vaziyetindeydiler. Bundan dolayı Timurlu hanedanında itibar gören bazı ilim ve sanat uzmanları yeni hükümdarlıklarda da itibarlarını sürdürmeyi başardılar.
Bunun en önemli örneği hattat Bihzad’ın Şah İsmail tarafından koruyup kollanması gösterilebilir. Bunun dışından Cami Nevaî gibi isimler sadece o dönemin değil
günümüzün bilim ve kültürünün de alt yapısının sağlamlaşmasında önemli yerlere sahiptir.
Bununla birlikte özellikle Horasan toprakları Şah İsmail’in hâkimiyeti altına girdikten sonra uzun yıllar koyu bir Şii mezhebinin etkisi içerisine girmişti. Fakat
mezhep anlayışında Şah İsmail’e teslim olan millet, Timurlu hanedanı ile zenginleşen sosyal kültür esnasında alışılmış düğün dernek törenleri ve özellikle de Ali Şir Nevaî
ve Hüseyin Baykara’nın eserleri ile hat safhaya ulaşan Çağatay edebiyatı kendi şöhretini uzun yıllar korudu. Günümüzde bile Çağatay dili ağırlıklı konuşan Orta
Asya’nı Harezm ve Mâverâünnehir bölgesinde yaşayan Özbek nüfuzunu arasında bu milli mirasın silinmedik izlerini görmek mümkündür.
KAYNAKLAR
Aka, İ. (2010). Timurlar Devleti Tarihi. Ankara: Berkay Yayınları.
Aka, İ. (2017). Timur ve Devleti, Ankara: TTK.
Ali Şir Nevayı (2015). Mecalisü’n-Nefâyis” (Haz. K. Eraslan), Ankara: TTK.
Aşırov, A. (2005). Sultan Hüseyin Baykara Divanı. Aşgabat: Miras Yayınları.
Devletşah Semerkandî (1977). Devletşah Tezkiresi, (Çev. Necati Lugal), İstanbul: Tercüman.
Fayzıyev, T. (1995). Timurlular Şeceresi. Taşkent: Yazuvçı Neşriyatı.
Gafurov, G. (2000). Şark Cevahirleri. Taşkent: Maneviyat Neşriyatı.
Hikmet, A. A. (1991). Cami Hayatı ve Eserleri. İstanbul.
Baharzî, K. (2016). Makâmât-ı Câmî, (Haz. V. Başçı), İstanbul: Büyüyen Ay Yayınları.
Kut, G. (1989). Ali Şir Nevayî, DİA, II. 449-453
Levend, A. S. (1965). Ali Şir Nevaî Hayatı, Sanatı ve Kişiliği, (c. I) Ankara: TTK.
Manz, B. F. (2013). Timurlu İran’ında İktidar, Siyaset ve Din, (Çev. D. Şendil), İstanbul: İş Bankası Yayınları.
Uygun, Ramise “Ali Şir Nevaî”, SSSR Fenler Akademiysaı Özbekistan Filyalı, Dil Edebiyat ve Tarih Enstitüsü dergisi, Taşkent 1942.
Yıldırım, T. (2010). Hüseyin Baykara Divanı. İstanbul: Hat Yayınevi.
Yıldırım, T. (2006). Ali Şir Nevaî’nin Eserlerinde Yakın Dostu Hüseyin Baykara. Modern Türk Araştırmalar Dergisi, 3(2), 100-107.
Yüksel M. Ş. (2009). Timurlularda Din-Devlet İlişkisi, Ankara: TTK,
Zahireddin Babür (1970). Baburnaâme, Babür’ün Hâtıraları, (Çev. R. R.Arat), İstanbul: MEB.