Nejdet SANÇAR: Arif Nihat Asya’ya Ait Hâtıralar

Arif Nihat Asya’ya

Ait Hâtıralar

Nejdet SANÇAR

 

Arif Nihat Asya ile tanışmamız, 1954’te, Anka­ra’ya yerleşmemizden sonradır. Nerede ve nasıl tanış­tığımızı hatırlayamıyorum. Fakat, Ankara’da geçirdiğimiz yirmi yıl içinde, birbirimizi yakından tanıya­cak derecede çok temasımız olmuştur.

Bu temasların bir kısmı, ailece gidip gelmeler şeklinde, diğer bir kısmı ise Ankara’da veya başka şehir­lerde düzenlenen günlere birlikte katılmamız sonucu olmuştur. Bu yazıda, işte bu yirmi yıllık yakınlığa ait hâtıralardan bazılarını dile getirmeye çalışacağım.

Arif Nihat Asya, şiirlerini, hiç naz etmeden okur­du. Ankara’daki aile toplantılarımızın gündemsiz gündeminde yer alan maddelerden birisi de. Hoca’nın şiir okumasıydı. Şiir kitaplarından bir kısmı veya henüz kitaplara girmemiş şiirlerinin yazılı bulunduğu def­terler, ceplerinden hiç eksik olmazdı. Zamanı gelince kitaplar veya defterler cepten çıkar ve Arif Nihat Asya okur, okur, okurdu. O okumaktan yorulmaz, bizler dinlemekten sıkılmazdık.

Salonlarda yapılan toplantı günlerinde okuduğu şiirlerin havası da, kendine has bir hava idi. Kürsüye, bazen elinde çantası, bazen koltuğunun altına sı­kıştırılmış kitaplarla çıkardı. Okumak istediği şiirleri elindeki kitabın veya defterin sayfalarını uzun uzun karıştırdıktan sonra bulur ve öyle okurdu. Ken­disini tanıyanlar ve sevenler, bu bekletmeyi hiç ya­dırgamazlardı.

Arif Nihat Asya’nın, ancak —ve belki— kendisini çok yakından tanıyanların bilebileceklerini umduğum bir özelliği vardı. Bu özellik, yakınlarıyla birlikte bulunduğu ve sohbetlere katıldığı sıralarda, arasıra, cebinden çıkardığı bir küçük deftere birşeyler yazması ve sonra defteri yine cebine sokmasıdır. Hoca’nın bu hareketleri, en çok talihsiz Afşın’ın ölüm yıl dönümlerinde Ankara’daki evimizde okunan mevlûtlerde dikkatimi çekerdi. Kendisine bunu, biraz da değişik şekillerde birkaç kere sorduktan sonra, al­dığım müphemce cevaplardan anlamıştım ki, deftere yazılanlar; ya kesin şeklini almamış bir mısraa eklen­mek için o anda doğmuş güzel bir buluş, ya da her­hangi bir mısrada kullanılması mümkün olabilir düşüncesi ile yine o anda yakalanmış bir güzel mânâ veya nüktedir!

Arif Hoca’nın özelliklerinden birisi de, hakkında çıkmış bazı rivayetlerin doğru olup olmadığı yolun­daki sorulara kesin cevaplar vermeyip, »özü edilen hâdiseyi bir müphemik havası içinde bırakmasıdır. Malatya Lisesi’nde edebiyat öğretmeni ve müdür bulun­duğu yıllara ait bir rivayet, bunun en güzel örneği­dir:

O yıllarda millî eğitim bakanlığının başında şu malûm Hasan Ali bulunmaktadır. Bir Malatya gezisi sırasında, Lise’yi de ziyaret eden Hasan Ali’nin, mü­dür Arif Nihat’ın pantolonunun paçalarını çamurlu görüp, okuldan ayrıldıktan sonra, kendisine, bir lise müdürünün çamurlu pantalon ile gezmesinin uygun olmadığı yolunda haber saldığı, Hoca’nın da bu habe­ri getirene: “Onun ağzının benim paçamda işi ne?” gibilerden bir cevap verdiği yolundaki hikâyeyi başka başka kişilerden dinlemiştim. Bu rivayetin doğ­ruluk derecesini, ayrı ayrı tarihlerde kendisine sordu­ğumu hatırlıyorum. Ama hiç birisinde, ne “doğru!” ve ne de “doğru değil” şeklinde kesin bir cevap ile karşılaşmadım. Hemen her soruşumda : “Sen nasıl yakıştırırsan öyle olsun!” gibi cevaplar almışımdır.

Ankara Türkocağı’nın üst kattaki büyük salonunda yanılmıyorsam bir bayram günü yapılmış bir toplantıya Arif Nihat Beğ ile birlikte ben de katılmıştım. Afşın’ı kaybettikten sonra felç olan sağ baca­ğım, o sıralarda beni çekmekten çok bana yük du­rumda idi. Bir sohbet havası içinde geçen toplantıda, gençlerin sormakta oldukları sorulara da, kıdemliler cevaplar vermekte idiler. Bir ara, tanımadığım bir genç, Sivas’ın Öğretmen Okulu’nda edebiyat öğret­meni olarak vazife gördüğüm yıllarda, o sıralarda millî eğitim bakanı olan Hasan Ali ile yaptığım tartışmayı sordu.

Hasan Ali, Sivas Öğretmen Okulu’na geldiği sı­rada, ben okuldaki yatak odamda, o sıralarda nişanlı bulunduğumuz eşim Reşide Sançar’a mektup yazmak­ta idim. Dolayısıyla kendisini okul kapısında karşılayanlar arasına katılmamıştım. Hasan Ali, müdür ve diğer idarecilerle okulu gezerken, odada olduğumu bilmeyen müdür tarafından yatak odasının kapısı açılınca, stajı henüz tasdik edilmiş sıradan genç bir öğretmenin koca Hasan Ali’yi karşılamaya çıkmadı­ğı meydana çıkmıştı. Ve az sonra çağırıldığım müdür odasında da Hasan Ali ile hiç çekinmeden tartışmış­tım. Bu yüzden de Hasan Ali, hususi kalem müdürü­ne, Ankara’ya dönünce hemen bakanlık emrine alın­mam yolunda emir vermişti. Soruyu soran gence, hâ­diseyi kısaca anlattıktan sonra, daha sonraki yıllarda “Hasan Ali ile Hesaplaşma” adlı bir broşür çıkar­dığımı bildirmiş. Milli Kütüphane’de bulabileceği eseri okursa Hasan Ali’yi de yakından tanımış olaca­ğını bildirmiştim.

Verdiğim kısa bilgiden sonra, soruyu soran genç:

-Efendim, vaktiyle bir arkadaşım bana, o tartışma sırasında Hasan Ali’nin kızıp size bir tokat at­mış olduğunu söylemişti!

dedi. Gülümsedim ve:

-Evladım! Bana o sıralarda tokat atmaya yel­tenecek adamın alnını karışlardım!

dedim. Bu sözüm üzerine Arif Nihat Beğ, bir­den ayağa kalktı. Sağ elinîn şahadet parmağını sal­laya sallaya:

-Böyle bir işe bugün yeltenecek olanın alnını da ben karışlarım!

dedi. Rahmetli Hoca, benim, söze “o sıralarda…” diye başlamamdan, o konuşmayı yaptığım andaki bir-buçuk bacaklık, âciz halime bir telmih hissetmiş ve bana karşı beni savunmuştu.

Bir yaz, Erdek’teki bir kampta Asya ailesiyle birlikte bir tatil geçirmiştik. Kampta, öğle yemeğinden sonraki birkaç saat uyku zamanı olarak ayrıldığı için, bazı günlerin o saatlarında Hoca ile dereden tepeden konuşur dururduk.

Çok sıcak günlerden birisinde idi. Arif Nihat Beğ mutasavvıflardan, şeyhlerden söz ediyor, bazılarına alt menkıbeler anlatıyor, böylece birlikte bir “mânâ âlemi” gezisi yapıyorduk. Bir şeyhe ait rüyalı bir menkıbeyi dinlerken, aklıma çok yıllar önce gördü­ğüm garip bir rüya geldi ve ben de kendisine o rüyayı anlattım:

İstanbul’un İşgal altında bulunduğu yıllarda İlkokul çağlarında bir çocuktum. O yıllarda evimizde okunmakta olan gazetede (yanılmıyorsam Vakit gazetesi idi) Tagor’un “Yurt ve Dünya” adlı eserinin tercümesi yayımlanmakta idi. Eser, vaka kahramanlarının hayat hikayelerine göre bölümlere ayrılmıştı. Her bölümün başına da, çevirici tarafından, hikayesi anlatılan kişinin hayatinin akışına uygun Türkçe mısralar veya beyitler konulmuştu. Hayatı sıkıntılar ve ıztıraplar ile dolu bir çocuğa ait bölümün başında da:

Sana mev’ud olan ancak bu semânın gamıdır,

Bu soğuk kış gününün akşamıdır!

beyti vardı. O fakir çocuğun hayat hikayesini dinlerken çok, ama pek çok üzüldüğümü hatırlıyorum. Her­halde bu sebepten olsa gerek, mânâsını tamamen anlamama imkân olmayan o “gam”lı ve “akşam”lı beyti de ezberlemiştim.

İstanbul Erkek Lisesi’nde okurken gördüğüm rü­ya, herkesin kaderinin gök yüzüne yazılarak ilân edi­leceği bir geceye aitti. Ben de kalabalık altısında hakkımda verilmiş hükmü beklerken, sıram gelince göğe:

Sana mev’ud olan ancak bu semânın gamıdır,

Bu soğuk kış gününün akşamıdır!

beyti yazılmıştı.

Ben rüyayı gülerek anlatmıştım. Fakat, Arif Nihat Beğ’in yüzünde, göğe yazılan beytin iz veya akis­lerini bulmakta gecikmedim. Üzülmüştü. Ve galiba şeyhlerden, evliyalardan söz açtığına da pişman ol­muştu. Beni oyalayarak içine girdiğimiz havadan çı­karmak için olsa gerek, şeyhleri ve evliyaları bir yana itip, günlük hayattan fıkralar veya hikâyeler anlatmaya başladı. Bunlardan birisi. Adana’da bulunduğu yıllara ait şu yaşanmış vaka idi:

Adana’da Hacı adlı veya öyle anılan bir zat var­mış. Dindarmış. Fakat fazlaca da içermiş. İşte bu Hacı Bey’in, aklımda yanlış kalmadıysa, bir borcu kapatmak üzere üç veya dört bin liraya ihtiyacı ol­muş. Umduklarından kime başvurduysa hep eli boş dönmüş. Son bir ümit kapısı da yüzüne kapandıktan sonra, yüzü asılmış, bedbin ve perişan bir halde cad­dede yavaş yavaş yürürken, geçmekte olduğu bir bankanın önünde duran o başka mensuplarından birisi tanıdığı ve sevdiği Hacı Bey’e ne derdi olduğunu sormuş. Ve derdini öğrenince de

-Ne üzülüyorsun! Gel, ben sana lüzumlu parayı vereyim! demiş Hacı Bey, cebine yerleştirdiği paralarla sokağa çıktıktan sonra, başını ve ellerini göğe kaldırmış:

-Ulan! Varsın be!

diye bağırmış…

Arif Hoca bu hikâyeyi anlattıktan sonra, bunu bir yerde yazmamamı, kendisinin iler­de hikâyeyi bir fıkra konusu yapacağını söylemişti.

Hikâyenin Hoca tarafından bir yerde yazılıp ya­zılmadığını bilmiyorum. Yazdı ise isteği yerine gel­miştir. Yazmadı ise, bu satırlarla, iznini almadan kendisine yaptığım bu vekâlet dolayısıyla, ruhundan, be­ni bağışlamasını diliyorum.

Arif Nihat Beğ’in dostlarına ve yakınlarına armağan ettiği kitaplarının “ithaf”ları, klâsik ithaf şekillerine pek benzemez. Onların çoğu Arif Nihat Hocaya, ait “arifâne” sözlerdir. Bunlar toplanıp bir araya getirilse, orijinal bir esercik ortaya çıkar sa­nırım.

Bendeki eserlerinin bazılarının “ithaf” ları şunlardır:

“Basamaklar”ın İthafı : Şu bizim Sançar’ların Nejdet’e…

“Aynalarda Kalan”ın İthafı : Bu kitapçığı Nejdet’e mi versem, Sançar’a mı diye düşündüm. Arala­rında anlaşıversinler dedim

“Yürek”in ithafı : Necdet’e iki yürek…

“Avrupa’dan Rübâiler”in ithafı: Kısacası Nejdet’e, kısacası Arif’ten…

“Kanatlar ve Gagalar”ın ithafı : Asya’dan San-Çar’a, kabulü ricasıyla…

“Tehdit Mektupları”nın ithafı : Bu tehditler Nejdet’e değildir…

“Terazi Kendini Tartamaz”ın ithafı: Evet Nejdet, demek sen de kendini tartamazsın, ben de kendimi tartamam…

“Dualar ve Aminler”in ithafı : Yeni ağıza eski taam olarak, bir gericiden..

“Divânçe-i Arif”in ithafı : Ey Sançar’lar! Bu ki­tapçık Asya’lardan bayram tebrikidir, malûm ola…

Bu toplamayı, hem Arif Nihat Asya’yı, hem de dostlarını ve yakınlarını tanıyanlardan birisi, meselâ, Radyo’da kendisi hakkında o güzel konuşmasını dinlediğimiz Yavuz Bülent Bakiler yapabilir.

Arif Nihat Asya Hoca’mıza, Tanrı’dan rahmetler diliyorum.

Bostancı, 20.0cak.1975  

***

ARİF NİHAT ASYA’YA AİT HATIRALAR
NEJDET SANÇAR’IN KALEMİNDEN

YUNUS BUĞRA YILMAZ BELGELİĞİNDEN
ÖTÜKEN
AYLIK TÜRKÇÜ DERGİ
KURULUŞ TARİHİ: OCAK 1964
DÖNEM:12
SAYI:2(134)
SAHİBİ : ATSIZ
SORUMLU MÜDÜR: ERDOĞAN SARUHANOĞLU
SAYMAN: İZZET YOLALAN
TARİH: ŞUBAT 1975
YAYIN YERİ: İSTANBUL