BAŞBUĞUM!..
Asena Kınacı Moral
Başbuğumu ilk 1975 yılında kırklı bir bebekken görmüşüm. Babam, Ülkü Ocakları’nda görevli iken Atatürk Spor Salonu’nda yapılan bir toya annemi ve beni götürmüş. Annem bu olayı ve beni anlatırken “cin gibi bakıyordun sanki anlarmış gibi o kalabalıkta sus pus dinliyordun” der. Türkeş aşkı o gün mü düşmüştü yüreğime bilemem ama o karşılaşmanın uğuruna ve derinlerde yer ettiğine inandım hep.
Şu hayatta bir istediklerimiz vardır, bir de nasibimiz vardır. O’nu görmek ve tanımak isteyişim ortaokul yıllarında başladı. O’nu, elimi uzattığımda dokunabileceğim kadar yakından görmem ise liseli yıllarımda nasip oldu bana.
Liseli yılları bilirsiniz… Sebepsiz heyecanlar, mutlu gülüşler, umutlu telaşlar… vardı içimde benim de…herkes gibi… Bahar aylarıydı herhalde. Dersim bitti. Arkadaşlarım ile güle oynaya eve gidiyordum. Yolda bir afiş dikkatimi çekti. Kocatepe Konferans Salonu’nda “Bizim Ocak” dergisinin Alparslan Türkeş’in katılımı ile düzenlediği bir programı vardı. Yanımdaki arkadaşlarıma fark ettirmeden yazdım aklıma afişte tüm yazılanları.
Beklenen gün geldi. Okuldan çıktım. Belirtilen saatte Kocatepe Konferans Salonu’ndaydım. Ocaklı gençler bugün olduğu gibi tek tip giyinmiş misafirleri karşılıyorlardı. Telaşları yüzlerinden belli oluyordu. Bana yer gösterdiler. Oturdum. Bekliyorum herkesle birlikte ama kalbim nasıl çarpıyor, bıraksanız yerinden fırlayacak. Tüm salon sessiz bir heyecan içerisinde Başbuğ’u bekliyor… Ben de bekliyorum bir elim kalbimin üzerinde.
Salon ve görevli gençler hareketlendi. Başbuğumuz salonun koridorunda göründü. Hepimiz ona hayranlıkla bakıyorduk. Tüm koltuklarda oturan misafirler tek yöne, O’na doğru –Mete’nin askerleri disiplini ile- bakıyor, sağ eller havada Bozkurt yapılıyor, “Başbuğ Türkeş” sloganı ile yer gök inliyordu.
Başbuğumuz gökleri delen sloganlar eşliğinde kürsüye çıktı. Salonu selamladı. Vakurdu.
O görüş… O bakış… Ben yerde miyim, gökte miyim? Rüyada mı, gerçekte mi? Kirpiklerimi kırpmadan bakıyorum Başbuğuma, her sözünü yazıyorum hafızama. O güne kadar okuduğum kitaplardan, dinlediğim anılardan, içimdeki vatan, millet, bayrak aşkından tanıdığım ülkücülük, ete-kemiğe büründü, Alparslan Türkeş’te can buldu.
Tüm ömrümüzde gördüğümüz, göreceğimiz en güzel rüya gibi yaşadığım bu karşılaşmada, O, kürsüde konuşuyor, tatlı, haklı… Ben çocuk aklımla her cümlesi bittiğinde, iç sesimle “İşte ben de öyle düşünüyorum!” “ İşte ben de öyle inanıyorum!” diyerek büyük bir sevinç ve keşif yaşıyorum. Ben o gün az aklım, küçük yüreğim ile Alparslan Türkeş’i bulmanın sevincini yaşıyorum.
O gün ki bu aşk çarpılması beni önce Ankara Ülkü Ocakları’na götürdü. Ülkü Ocakları, ocaktır gerçek. Orada aşkın ateşi tüter. Anadolu’nun her köşesinde bir evin bacasının tüttüğü gibi tüter… Vatan aşkından yanarsınız, o yanığın ateşi köz olur, kor olur, yanar da Türklük davasının ateşini sonsuza dek söndürtmez. O Ocak’ta fakirlik gani, gönüller çok zengindir. O Ocak’ta dava arkadaşlarınızla öksüz Türkün kaderini birlikte yaşarsınız. Aç kalırsınız, yorulursunuz. Pankart asarsınız, çay demler, yerleri süpürürsünüz. Yeter ki o Ocağın ateşi tütsün, sönmesin, söndürülmesin diye…
Ocağın isi, tozu, dumanı bağımlılık yapar diye kinaye yapardı Başkanlarımız bize… O da gerçekmiş meğer… Üniversiteye başlayınca da ülkü aşkıyla tutuşan yüreğim beni Ülkü Ocakları Genel Merkezi’ne götürdü.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi’nde görev almak da nasip oldu bana. Orada yüreği kocaman, güzel adamlar vardı. Onlar benim yol arkadaşım, dava kardeşim, ülküdaşlarımdı. Sevgileri, başımın üstünde taçtı. Amma… Başbuğumu anlamak, tanımak, görmek arzusu ile yanıp tutuşuyordum. Kitaplarını okuyor, sohbetlerini dinliyor, ona yakın olabilmek için çabalıyordum. Başbuğumun üniversite öğrencilerine yönelik “Özel Eğitim Dersleri” varmış. Üniversiteye başladığım ilk yıl benim derslerden haberim olduğunda, dersler başlamış, devam ediyormuş. Başvuruyu kaçırmışım. Özel Eğitim sorumlusu başkanıma ne kadar yalvardımsa da kabul edilmedim. Nasıl üzüldüğümü anlatamam. Bugün bile hâlâ derinden üzülür ve etkilenirim.
Ertesi yılı dört gözle bekledim. Yeni açılan ikinci Özel Eğitim Grubu’na girmeyi başardım. Öyle kıymetlidir ki o günlerimiz, derslerimiz, eğitimde bulunan öğretmenimiz olan, olmayan başkanlarımız… Eğitimde bulunan kırk yiğit…
Bu kırk yiğidin gönlünde vatan aşkı, millet aşkı, bayrak aşkı, velhasıl Türklük aşkı vardı. Bu kırk yiğit Kızılelma’nın peşine düşmüş alperenlerdi. Zümrüd-ü ankasını arayan aşıklardı. Ama bu kırk yiğidi bir araya getiren öyle bir aşk daha vardı ki; bu Türkeş aşkıydı. Hepimizi bu istek, bu hayâl, bu özlem bir araya getirdi: Başbuğumuza en yakın olmak, en yakınında olmak!
Başbuğumuz katıldığım ilk özel eğitim derslerine yoğun programından dolayı gelememişti. Üniversitenin son sınıfında iken yine bir Özel Eğitim Grubu oluşturulduğunu duydum. Çok ısrar ederek, yalvararak yine gruba dâhil oldum. İyi ki de ısrar etmişim, iyi ki de bu gruba dâhil olmuşum… Çünkü Başbuğumuz uzun süre her dersimize kendisi katıldı. Ben ondan ülkücü olmaya çalışmayı öğrendim. İşte bu kader ben ve ailem için büyük onur, çocuklarım ve torunlarım için de en büyük mirastır.
O derslerde, 44’lerin onuru, 60’lar ve 70’lerin çilesi, 80’lerin işkencesi vardı. Neler görüp geçirmiş, hapislerde yatmış, idam sehpalarını aşmış ama hiç devletine, milletine kırgınlığından bahsettiğini duymadım. Hiç yaşadıklarından dolayı birini suçladığını, küstüğünü, dertlendiğini, sızlandığını duymadım. Daha önemli yerlerde olması gerektiğini vurguladığını duymadım. Bazen eseflenecek olurum da yaşadıklarımdan, Başbuğumdan utanırım bu yüzden. Türklük davası için ne çileler çekmiş, ne günler görmüş, ne kavgalar vermiş de ülküsünden vazgeçmemişti.
O dersler… O dersler… Not yok! Kayıt yok! Ordu disiplini var. Başbuğumuz az konuşur, öz konuşur. Okunmasını istediği kitaplar olur. Türk tarihinin dönüm noktalarını anlatır. Nasıl ve neden zarar görür milletim? Nasıl koruruz, nasıl yüceltiriz vatanı? Nasıl yükseltiriz bayrağımızı? Türklük düşmanları ile nasıl mücadele edilmeli? Onu dinlerken, onu düşünürken, onu anlamaya çalışırken yüzyıllar ötesinden miğferi başında, topuzu elinde, oku sadağında yenilmez Türk, büyük Türk, kahraman Türk çıkıp gelir tarihin derinliklerinden sanki. Hiç boş konuşmaz. Şefkat var, sevgi var sesinde… Esir Türk yurtlarının kurtuluşu var, umudu var… En önemlisi iman var.
İleri yaşına rağmen hep ayakta, dimdik bize zümrüd-ü ankasını anlatırken gökler gürler, şimşekler çakardı o derslikte. O ses şimdi rüyalarımda:
“Evlatlarım!!!” der…
“En güçlü silah imanlı insandır.”
“Ülkücüyse benim çocuklarım, herkesten çok çalışkan olacak, herkesten çok bilgili olacak, herkesten çok ilim ve teknolojiye önem verecek!” der.
“Beni dinlerken içiniz uyumayacak, gözünüz kulağınız ateş gibi olacak!” der.
Biz kırk yiğit çakmak çakmak bakarız Başbuğumuza… Kirpikler birbirine değmeyecek! O kirpiklerin birbirine değdiği an Başbuğumuzu daha az görmekten, daha az anlamaktan korkarız.
“İnsan yalnız Allah’a kul olur, kula kul olunmaz!” der
“Hak haklınındır, hak kuvvetlinin değildir. Ancak hakkı hâkim kılmak da kuvvetli olmakla olur.” der.
“O yüzden kınalı kuzu postunda bozkurt olacaksınız evlatlarım.” der
“Hak ve hukuk gözeten bir toplum yıkılmaz.” der.
“Benim bir ilkem var.” der gururla: “Yaşa ve yaşat ilkesi “ “Öğrenin bunu!”
O karşımdayken Vey kıyısında Kürşad atıyla gezer, Alparslan kılıç kuşanır, Afşin Bey denize atını sürer, Kara Osman Kızılelma’sını bulur, Yıldırım Beyazıt kale kuşatır, Niğbolu’yu alır ,Fatih Haliç’e gemiler indirir, Kanuni Rumeli’yi geçer ,Yavuz çölleri aşar, Ulubatlı kale surlarına bayrağımızı diker, Hasan Tahsin Yunan’a kurşun sıkar, Şahin Bey Fransız’a meydan okur, Mustafa Kemal Yunan’ı denize döker. O karşımdayken, Oğuz Atam çıkıp gelir tarihin derinliklerinden onun bedeninden seslenir sanki bana:
“Türk yalvararak, el etek öperek yaşayamaz.”
SAKIN VURMA!
Dilinde sevgi, gönlünde sevgi vardır. O yüzdendir ki;
“ Yunus’u severim, hele şu dizesini çok severim.” der:
“Yaradılmışı severiz
Yaradandan ötürü”…
İşte o yılların en güzel yanı, onur verici yanı, unutulmaz yanı Başbuğumuzla birlikte olmaktı. Toplantılarda, toylarda, yemeklerde, mitinglerde, derslerde… Hem istedim, hem nasip oldu. O’nu üç-beş günde bir görmek, bayramlarda elini öpmek, O’nu bir yerden gelirken karşılamak, bir yere giderken uğurlamak, vatan derdiyle dertleşmek, göz göze bakışmak nasip oldu bana. Yüz yüze eğitim almak nasip oldu, hasbihal etmek, özel olduğumuzu hissetmek… Nasip oldu şükür…
Anılarımız oldu, hazine değerinde, sakladık, biriktirdik hazine sandıklarında…
Mesela; Partinin Kadın Kolları Başbuğumuza sürpriz bir doğum günü programı hazırlamış. Ülkü Ocakları Genel Merkezi Kız Teşkilatı olarak biz de davetliyiz. Başbuğumuzun doğum günü kutlamasına sınavımız olduğu için geç kaldık. Strazburg Caddesi’ndeki parti binasındayız. Dar bir koridor ve dar bir asansörü vardı o yerin. Hanımların kutlama programı bitmiş, Başbuğumuz asansöre biniyor. Gidiyor. Ağlıyorum, geç kalmış olmanın utancı ve hırsıyla. Kendime kızıyorum. Öğrenci harçlıklarımızı birleştirip sade bir demet çiçek de yaptırmışız. Asansörün kapısı kapandı kapanacak. Bastım çığlığı… Karşısında heyecandan titrek bir çığlık bu…
“Başbuğum!” “Başbuğum!”… Korumalar beni şöyle bir savurdu tabi…
O şefkat tonunu asla unutamam: ”Bırakın, bırakın evlatlarımı, söylesinler ne söyleyeceklerse…”
Asansörden indi… Bir elimde mütevazı çiçeğimiz var. Bir elimle eğildim öptüm elini. Doğum gününü kutladım. Gözlerimden de yaşlar akıyor… Onun da gözleri yaşardı… Teşekkür etti. Asansöre bindi, gitti. Çocuk neşesiyle “yaşasın o da bizi seviyor”, “o da bizi seviyor” diyerek havalara zıplıyordum, arkadaşlarımla kucaklaşıyordum. Çocuksu bir karşılık bekleyiş bu, diyeceksiniz ama gerçekten seviyormuş işte bizi. Birkaç gün sonra imzalamış oldukları o güne, o ana ait teşekkür belgesini göndermiş bize… Gurur!
O topyekûn bir milletin gençliğinin sembolüydü. Yediden yetmişe tüm yaş aralığında herkesi etkilemiş, ülküsüne, kendisine bağlamıştı. İşte yetmiş, altmış, elli, kırk, otuz ve yirmili yaş aralığında herkesin Türkeşli yılları ve anıları olmuştur. Ve kime sorsanız gözleri parlayarak askerlik anısı kadar özüne sinmiş Türkeşli gençlik anılarını anlatır.
Benim gençliğim de doksanlı yıllara denk geldi. Doksanlı yıllarda Sovyetler yıkıldı. Orta Asya’da Türk Devletlerinin bağımsızlığı Türk Milliyetçilerini çok mutlu etti. Bazı çevrelerin o güne kadar ütopya dedikleri Turan’ı, Türkeş de Türkeşçiler de göremez dedikleri Turan günlerini gördü, murat aldı Başbuğum. Devlet töreni ile kutlanan Turan Kurultaylarının özel konuğu olarak davet edildi. Türkiye sınırları dışında Türkler var, onların derdi bizim derdimiz, sevinci bizim sevincimiz, dedi. Türk Devletleri ve Toplulukları’nın liderleri geldi, diz kırdı, baş eğdi Türkeş Hakanlarının önünde. İşte Başbuğum bu törenleri organize etti, katıldı, destek oldu. Koca Türk Hakanı olarak bununla kalmadı, Nevruz Bayramı kutladı, demir dövdü. Başbuğum imanının, inancının, mücadelesinin karşılığını gördü. Türklük aşkıyla beslenen, çilesiyle devleşen ulu bir çınar oldu. Dallarıyla kökleriyle hepimizi kendisine ve Türklük ülküsüne bağladı. Tarihe Turan notunu düştü, bize de o notu görmek ve okumak nasip oldu.
Yıllar akıp geçiyor elbette… Üniversiteden mezun oldum. 1997 yılının Ocak ayında ilk görev yerim Konya’ya gittim. Ankara’yı, Başbuğumu, Ocağı, arkadaşlarımı çok özledim. Hafta sonları gelip görebiliyordum ancak. En son Mart ayında gördüm Başbuğumu…
4 Nisan…
“Duvar yıkılır, ağaç yıkılır, ama Allah’a dayan yıkılmaz !” derdi derslerinde Başbuğum. Biz de hazırlandığımızı zannediyorduk “ölüm” e tevekkül edenler olarak. Hiç hazır olmadığımızı gördük 4 Nisan’da… Duydum, inanmadım. Ankara’ya gelen ilk otobüse bindim. Ağlamaktan, feryattan kaç kez bayıldım, kaç kez ayıldım… Bugün eğer o otobüsün muavinini bulabilsem helâllik isterim.. Beni teselli etmek için ne çok uğraştı o çocukcağız.
O yollar Bayındır Hastanesi’ne varamadı. Bitmedi Konya’nın üç saatlik yolu. Otobüsten inip Bayındır Hastanesi’nin bahçesine ulaştığımda; ben o gün kıyameti gördüm. Başbuğumun evlatları ağlıyor, ağlıyordu. Kimse dünkü gibi değildi artık. Omuzları düşmüş, gözlerinin feri sönmüş, umutları bitmişti. Başbuğumun milleti ağlıyor, ağlıyordu.
O gün, benim sırtımı dayadığım yüce dağım gitti. Güneşim söndü. O bizim arkamızda Ergenekon’un Demir Dağ’ı kadar büyük ve güçlüydü. O varken bize bir şey olmazdı ki… O yüzyıllar ötesinden gelip bize yol gösteren, umut veren Gökbörü’müzdü! O gün büyük Türk Dünyasının Gökbörü’sü gitti. Türk Yurtlarından ağıt sesleri geldi: Kaldık başsız, kolsuz…
Türk at sırtında doğar, at sırtında ölür. Türklük aşkıyla beslenen, çilesiyle devleşen ulu çınar Türkeş de ayakta öldü ataları gibi… Atam Alper Tunga’ya yakılan ağıtlar yüzyıllar boyu yürekleri nasıl yırttıysa, Başbuğuma yakılan ağıtlarda ilk günkü kadar yürekleri yakacak, Türk evlatları ilelebet onun özlemini yaşayacak…
Başbuğumuzu Türk Hakanına yakışır uğurladık, defnettik. Hiç unutulmayacak sonsuza kadar anlatılacak bir uğurlamaydı Başbuğumun gitmesi. Nöbetini tuttuk. Dualarını okuduk. Mutluyum. Evlatlarından razıyım. Emanetleri emanetimiz, kabri bizlere kutlu bir ziyaretgâhtır daima.
Mehmetler ölür, Mustafalar ölür, Türkeşler ölür fakat Türk Milliyetçiliği davası ölmez. Başbuğumun çilelerle harmanladığı, gözyaşıyla yoğurduğu, alın teriyle kurduğu bu okunmuş(!) parti, bu ocak devam edecek, etmeli… Bozkurtların yuvası da daima orası olmalı… Bu kutlu bayrak taşınmalı ve asla yere düşürülmemeli… Bize öğrettiği gibi… Öyle de oldu….
Öyle de oldu… 2020… Yıllar geldi, geçti… Yirmi yılı aştı Başbuğumuz gideli.
“Âlemde şer Oğuz’da er tükenmez.”
Türk illerinin baharı biter mi? Bitmez.
Bayrağı lekesiz, temiz bugüne getirenlere selam olsun.
Türklük bâki… Devlet bâki…
Var olsun Devlet. Sonsuza dek…