Asena Kınacı MORAL – Kartal Yuvası Yakupabdal

KARTAL YUVASI YAKUPABDAL
Asena Kınacı MORAL

“Köyümdeyim. Ama köyde kimsecikler yok. Dağların yeşili yok. Ağaçlar
kurumuş. Dereler akmıyor. Gökyüzünü koyu gri bulutlar kaplamış. Ne kuzuların
melemeleri var ne de kuşların cıvıltısı…

Yakup Dede’ye koştum çare umarak. Olanları anlatıp bir çare pir-i fani, ey
veli, ey sultan demek istedim. Yolu bulamadım, sesim çıkmadı.” Kan ter içinde
uykudan uyandım. Gördüğüm kötü bir düştü nihayet. Sevindim.”

Ne ola ki bu düşün akıbeti derken köyümü ne kadar çok özlediğimi hissettim
yüreğimin derinliklerinde. Ankara’da köyüme yarım saat uzaklıkta bir semtte
yaşıyorum. Dünyayı ve ülkemizi kuşatan koranavirüs tehlikesi nedeniyle
evlerimizden aylardır dışarıya çıkamadık. Kış bitip mevsim bahara dönerken,
kardelenler ve çiğdemler açarken köyüme gidemedim. Bu düş özlemekten olsa gerek
diye düşündüm.

Nasıl özlenmez ki Yakupabdal, ah, nasıl özlenmez ki?

Dağların sarp kayalıklı yamacında kurulmuş, kartal yuvası misali Ankara’yı
gözetler yükseklerden benim köyüm. Kışları sert geçer. Dağlarda kar hiç eksik olmaz.
Benim köyümün dağlarının yaza kadar erimeyen karları, her şeyi önüne katıp alıp
götürecekmiş gibi daima esen sert rüzgarı, insanın içine işleyen soğuğu bile özlenir.
Kar ile boğuşmaya, kış ile savaşmaya alışıktır benim köylüm. İnsanın içine işleyen
soğuğu ile yaşamaya alışıktır benim köylüm.

Benim köyüm her mevsim güzeldir ama baharda bir başka güzel olur. Sarp
dağlarının karları eriyip suları yaylalara doğru akmaya başlayınca toprak canlanır.
Sarı çiğdemlerle süslenir yer gök. Börtü böcek kımıldanmaya başlar. Otlar nefes alır
yeşerir. Yalnız birkaç ahlat ağacı ile süslenmiş uçsuz bucaksız dağlarda yabani
menekşeler ve sarı çiçekler yeşil otlarla dans eder. Ovalar sarı, mavi, kırmızı, mor
çiçeklerle donanır. Çiçekli bir tablo gibi ne de güzeldir.

Baharda kuzular doğar önce. Umuttur işte benim köylüme kuzuların küçük
bedenleri, cılız melemeleri, düşe kalka sevdicekleri anaya koşmaları… Sonra
büyütülür emekle, çileyle bu kuzular … Sıcaklar basınca çobanlar koyunlar ve
kuzuları ile yaylaya çıkar . Ekimde toprağa saçılan buğday tohumları ekin olmuştur
artık. Büyümüş, sararmış, başağa durmuş, tanelenmiş. Ekinleri biçme zamanıdır artık
benim köylüm için. Arpalar buğdaylar biçilir, patos edilir. Ekin tarladan kaldırılır.
Satılacak hasat satılır. Kışlık buğday, un, bulgur yapılacaksa değirmende döğülür.
Çalışma hiç bitmez benim köyümde.

Tan yeri ağarırken herkes uyanır. İnekler köyün inek çobanının önüne katılır,
önce Allah’a emanet edilir, sonra da çobana emanet edilerek uğurlanır. O inekler
akşamın karanlığı basarken çobanın emanetinde yavaş yavaş uzaktan gelirken o
ineğin sütünü sağmayı bekleyen gelin bir askerin nöbetindeki titizlikle ahırda onun
yerini temizlemiştir. Suyunu hazır etmiştir. Yemeğini de önüne koymuştur bile.

Herkesin bir-iki de olsa tavuğu vardır. Hem çocuklar hem büyükler taze tavuk
yumurtasını folluktan toplamanın ne demek olduğunu iyi bilir. Hele o taptaze yumurtayı kendi yaptığımız tereyağı ile bakır sahanda pişirip önümüze de koyarlarsa demeyin keyfimize.

İneklerden, koyunlardan sağılan sütler köyün hanımları tarafından her evin
içinde bulunan “ocaklıkta” büyük kazanlarda pişirilir. Yoldan gelip geçen tanrı
misafirine o sütten ya da tereyağ yaparken saatlerce çalkalanan yayık ayranından
ikram etmek şarttır. Köyümüzün bir tane taş fırını vardır. Herkes sırayla burada ekmek
pişirir. Yıllarca gidip geldim ama bu fırının önünde ekmek pişiren köylü hanımlar
arasında hiç karmaşa görmedim. Neden bu ata kültürümüzü şehirlere taşıyamadık ki
biz. Otobüslerde birbirinin sırasını gaspetmek, başka birşey beklemede sıraya
uymamak hangi kültürün geleneğin bizi kirletmesidir ki hiç bilemem.

Siz Erzurum için dersiniz ki sekiz ay eksik olmaz Palandöken’den kar, boran,
tipi. Ankara’da kartal yuvasında, en yüksekte kurulan köyümün başından sekiz on ay
ne duman eksik olur, ne kar eksik olur, ne boran, ne tipi… Biz kurtlarla yaşamaya
alışmışız bu köyde. Onlar gibi güçlü, onlar gibi yalnız, onlar gibi işte. Yalnız
uyarmalıyım yine de; yoğun karlı günlerde tipide kalmamak gerek … Onlardan biriyle
karşılaşmanın zorluğu zordur bilesiniz. En çok köyümün çobanları onları bilir, tanır.
Benim köyümün kurtları da çobanları da birbirlerine saygıyı bilirler. Onlar fazladan
bir koyun kapmazlarsa çoban da çoban köpekleri de uğraşmaz onlarla.

Yağmur yağdığında güzeldir benim köyüm. Bilmem ki herkesin köyü güzel
midir böyle? Yağmur tanelerinin ıslattığı toprağın vatan kokusu burnunuzdan geçip
yüreğinize işler. Ve en çok rüzgarı farklıdır bence. Hep eser. Hep savurur. Çankaya’da
bir işiniz vardır, gidip gezersiniz kısa kollu bir giysiyle… İşiniz gücünüz biter de köye
çıkarsanız, üşürsünüz muhakkak, mutlak. Bir hırka, bir kazak, bir mont ister
bedeniniz. Köyümün rüzgarı sizi beklemededir, hoşgeldin demek için. Benim
köyümün rüzgarı konuşur köylümle. Sert esip garip sesler çıkardığında, babannem
onun ne dediğini anlar gibi derin derin düşünür, dalardı uzaklara bakarak; “bugün çok
kızgın bu” derdi. Ben de onun çıkardığı garip seslerden korkar hiç dışarı çıkmazdım.
İşte köyümün sert rüzgarı derdini tasasını gıcıl gıcıl inleyerek anlatırdı bize,
babannem de anlardı onun dilini vallahi.

Yalçın kayalıklı yamaçlarda kurulan bu Türkmen köyünde her sabah bülbül
sesleriyle uyanılır. Helal alın teri ile bağda, bahçede, tarlada çalışılır. Ahırlar
temizlenir. Hayvanlar beslenir. Güzel gelinler ineklerin sütünü sağar. Akşam olunca
Çankaya’nın ışıklı şehir manzarasına karşı mahzundur, sessizdir, sadedir ama
mağrurdur benim köyüm. Her evin kapısında en az iki tane olan akbaş cinsi köpeklere
emanettir gecelerin sessizliği. Dağlarda yalnızdır ahlat ağaçları, kimsesiz ve sessizdir
dağ armutları, buruktur tadı övezlerin. Benzemez tropikal manav meyvelerine. Ama
bizimdir. Bize tatlıdır ahlatlar, övezler, dağ armutları…Ve toprak rengine de çalsa
tonu, Karadeniz’in Akdeniz’in yeşiline de benzemese, her yer yeşildir işte.

İşte benim köyüm, köylüm, geleneklerinden kopmadan, Yesevi Dervişlerinden
Yakup Abdal’ın Türkistan’dan getirdiği ilahi ruhunun gölgesinde, türbesinin
huzurunda, onun dizinin dibinde görünmeyen ama bilinen rahlesinin önünde en eski
kadim Türk geleneklerini İslamın güzelliği ile birleştirerek kendince, kendi gibi, kendi
kendine sessizce sade yaşar.

Beni köyümün mezarlığına gömsünler. Orada mahsun ve yalnız olmadan
uyurum kıyamete kadar. Şair diyor ki “Dedem koynunda yattıkça benimsin ey güzel
toprak”. “ Kız dede”nin yakınında dedem yatıyor benim. Yakupabdal, benim köyüm,
benim vatanım, benim toprağım…