Atatürk’deki Vatan-I
Atatürk, 19 Mayıs 1919’da Samsun’da Anadolu’ya ayak bastığı günleri Büyük Nutkunda şöyle anlatıyor:
“Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu grup, birinci dünya savaşında yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir mütareke imzalanmış. Büyük savaşın uzun yıllan içinde, millet yorgun ve fakir bir halde; Millet ve Memleketi savaşa sokanlar, can korkusuna düşerek, memleketten kaçmışlar. Ordunun elinden silahları, cephanesi alınmış ve alınmakta. İtilâf Devletleri, mütareke hükümlerine uymaya gerek görmüyorlar; birer bahane ile, İtilâf Donanmaları ve askerleri İstanbul’da. Adana vilâyeti Fransızlar; Urfa, Maraş, Antep İngilizler tarafından işgal edilmiş; Antalya ve Konya’da İtalyan askeri birlikleri; Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta yabancı subay ve memurları, özel adamları faaliyette; 15 Mayıs 1919’da da İtilaf Devletlerinin muvafakati ile Yunan ordusu İzmir’e çıkarılıyor.”
Atatürk, bundan sonra, işgale ve parçalanmaya karşı çıkan bölgelerin kurdukları demekleri anlatıyor, İstanbul’da düşman hesabına çalışan demekleri sayıp döküyor, kimsenin silahlı mukavemeti düşünmediğini, tersine, politik protestolar, muhtıralarla işgali durdurmayı hesapladıklarını, Türk aydınının İngiliz ve Amerikan mandaları peşine düştüğünü söyledikten sonra şöyle diyor:
“Bu durum karşısında bir tek karar vardı: O da, milli egemenliğe dayalı, kayıtsız şartsız yeni bir Türk Devleti kurmak! İşte, daha İstanbul’dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun’da, Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamasına başladığımız karar, bu karar olmuştur!…
Bu kararın dayandığı en kuvvetli muhakeme ve mantık şu idi:
Esas, Türk Milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu esas, ancak tam bir bağımsızlığa sahip olmakla sağlanabilir. Ne kadar zengin ve refahlı olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir millet, uygarlık dünyasının karşısında uşak olmak mevkiinden daha yüksek bir muameleye lâyık olamaz. Yabancı bir devletin arkalamasını ve yardımlarını kabul etmek, insanlık vasıflarından yoksunluğu, güçsüzlüğü, miskinliği itiraftan başka bir şey değildir. Gerçekten bu derekeye düşmemiş olanların isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez.”
” Halbuki Türk’ün, saygınlık, onur ve yeteneği çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet tutsak yaşamaktansa, yok olsun daha iyi!., öyleyse, YA İSTİKLAL YA ÖLÜM.” (1) demişti. Nuri İleri’ye 5.9.1923’de Zihnindeki Vatan tasavvurunun VATANI HÜR VE MESUT HALE GETİRMEK” olduğunu anlatmıştı: “Ellerimiz deniz kıyısında ve ellerimiz zincirlerle bağlı bir halde bulunuyor ve: “Ah bir kere hür olsak da şu denizde bir yüzsek” diyorduk, işte bugün hürriyetimizi aldık ve zincirlerimizi kırdık, denizde yüzmemize bir mani kalmadı. Fakat bir türlü suya giremiyoruz. Ayağımızı denize sokuyoruz, soğuk var. Dalsak da yüzme bilmediğimiz için batacak, boğulacağız. Demek, gaye hür olmaktan ibaret değilmiş. iş, yüzmeyi öğrenmekte ve kurtulmanın çaresine bakmakdaymış. İşte meydan Ordu vazifesini yaptı. Memleketin ilim ve irfan erbabı, memurları, mebusları, iş adamları re’sikâra (iktidar oldular) geçtiler. Kendilerini göstersinler.Bu vatanı hür ve mesut bir hale getirsinler. Biz, pek müthiş düşmanlara göğüs gerdik. Nihayet galebe çaldık. Bugünkü idarî müşkülâtımız vakıa pek büyüktür. Fakat çalışmakla biz bunları da, Yunanlıları olduğu gibi, tepeleyeceğiz ve nihayet galebe çalacağız. Bu gayemizin istihsali için. 5-10 sene kâfi değildir.
Bugünkü memurlarımız, fon adamlarımız, ilmimiz ve kudretimiz de kâfi değildir. Galebe yavaş yavaş hâsıl olacak ve memleket, yetiştireceği memurlariyle, fen adamlariyle, asarîyle nihayet birçok sene sonra sulh ve ıslahat vadisinde muzaffer olacaktır. „ (2)
Atatürk, Vatanı için canını ortaya koyarak nice mazlum millete örnek olmuş bir liderdi. Sözleri ve fiillerindeki uyum ile tarihe damgasını vurdu. Vatan’ın silahlı mücadeleden sonra nasıl mamur edileceğini ilim ve fennin rehberliğinde isbatladı. Asla hayalci olmadı fakat ülküleri vardı. Kötümser değil tedbirli bir önderdi. Uzak görüşlü olması nedeni ile ufku değil ufkun ötesini gören insanlardandı.
24.10.1919 yılında Ruşen Eşref ile röportajında; Vatan’ın bekası ve bütünlüğü konusunda duyarsız ve sorumsuz davrananlara şu mesajı vermişti:
“Efendiler!
Eğer bu millet, bu memleket parçalanacak olursa genel şerefsizliğin enkazı altında şunun bunun şahsi şerefi de parça parça olur. Biz o genel şerefi kutarabilmek için harekete geçen millete ruhumuzla katıldık. Katılmamıza mani olabilecek şahsi rütbeleri, mevkileri de genel şerefi kurtarmaya yönelik bir gaye uğruna feda ettik… Bunu anlayıp da, milleti hâla kendi kafalarına göre idare etmeye kalkışan kuvvetler artık birer beladır. Bela çekmeye de bu milletin artık tahammülü kalmamıştır.”
Atatürk: “VATAN MÜDAFASINA AİT VAZİFELERDEN DAHA MÜHİM VE YÜCE VAZİFE OLAMAZ”(3) vecizesini ise Türk gençliğine Hitabesinin özeti olarak gelecek nesillere emanet etmiştir.
Kaynaklar:
- İsmet BOZDAĞ.: Atatürk’ün Evrensel Boyutları. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları:977. Ankara. 1988. s.17-18
- Atatürk’ün söylev ve Demeçleri.II.cilt. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi. 1977. s.169-170
- Atatürkçülük (Birinci Kitap). GnKur.Basımevi. Ankara. 1982. s.77.
Hilmi Özden
Atatürk’deki Vatan-II
Sakarya Meydan Muharabesi’nde Mustafa Kemal Paşa;“Hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır. Bu satıh, bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz”demişti. 23 Ağustos-13 Eylül 1921 tarihleri arasında 22gün geceli gündüzlü süren savaş, Türk Ordusu ve Milleti için bir ölüm kalım mücadelesi olmuştu. Meydan muharebesinin sonunda Yunanlılar Sakarya nehrinin batısına atıldılar ve Türk Ordusu Büyük taarruz için hazırlıklarına başladı.
Mustafa Kemal Paşa 19 Eylül 1921’de, Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünden Sakarya Muharebesi’ni Milletine ve O’nun vekillerine özetliyordu:
“..Türkiye Büyük Millet Meclisi ordusunun Sakarya’da kazanmış olduğu meydan Muharebesi, pek büyük bir meydan Muharebesidir. Savaş tarihinde, benzeri belki olmayan bir meydan savaşıdır. Bundan dolayı ordumuzun savaş tarihine bir örnek bahşeden bu zaferi kazanmış olması itibarıyla, yüce heyetinizi tebrik ederim.
Bu parlak zaferin yapıcısı olan kimseleri, yüksek huzurunuzda ve bu kürsüden büyük hürmet ve takdirlerle anmayı bir vicdan borcu sayarım. Genelkurmay Başkanımız Fevzi Paşa Hazretlerinin bu meydan savaşında yaptığı hizmet, pek büyük bir övgüye layıktır. Pek değerli, erdemli ve kıymetli olan bu büyük adam, savaş meydanlarının hemen her noktasında, gece ve gündüz hazır bulunmuş ve pek isabetli ve değerli tedbirlerini yerinde, gerekenlere bildirmiş ve daima gönül ferahlatan, moral yükseltici öğütler vermiştir. Kendisinin olağanüstü hizmetleri takdirlere ve alkışlara layıktır.
Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa Hazretleri, derin bir zeka, yorulmaz bir azim, iman ve yetenekle, gece gündüz harekâtın en ufak noktasına varıncaya kadar etkili olmuş ve olağanüstü bir görüşle ordusunu sevk ve idare ederek bu başarıya ve zafere ulaştırmıştır.
Diğer grup ve kolordu ve tümen ve alay komutanların her biri, diğeriyle yarışırcasına, fedakârlık ve beceriklilik göstermişlerdir. Subaylarımızın kahramanlıkları hakkında söyleyecek söz bulamam; yalnız ifadede isabet edebilmek için diyebilirim ki bu savaş, subay savaşı olmuştur. Bu nedenle subay arkadaşlarımın, en ufak rütbelisinden en büyük rütbelisine kadar değer ve fedakârlıklarını bütün kalp ve vicdanımla ve takdirlerle anarım.
Erlerimizi, her türlü övgüye layık görürüm. Zaten bu milletin evladı, başka türlü düşünülemez. Bu milletin evlatlarının fedakârlıkları, kahramanlıkları için birim bulunamaz. Erlerimiz hakkında yeni bir şey ilave etmek isterim: Kahraman Türk askeri, Anadolu savaşlarının anlamını öğrenmiş, yeni bir ülkü ile savaşmıştır. Böyle evlatlara ve böyle evlatlardan oluşmuş ordulara sahip bir millet, elbette hakkını ve istiklalini bütün anlamıyla korumayı başaracaktır. Böyle bir milleti bağımsızlıktan yoksun bırakmaya kalkışmak hayal ile uğraşmaktır…” (1)
Mustafa Kemal Paşa, Kurtuluş Savaşı süresince ve hayatı boyunca yaptığı işler hakkında TBMM’ne ve Türk Milleti’ne sürekli bilgi vermiştir. Millet iradesine saygılığı, Milli Egemenliği kendisine rehber edinen tavrıyla örnek bir lider olmuştu. Başarıları asla kendi sahiplenmemiş, arkadaşlarının ve Türk Milletinin başarısı olduğunu vurgulamıştır. Türk Milletine ve Türk Vatanına duyduğu yüksek mesuliyet duygusu ise her zaman hissedilmiş ve görülmüştür.
Mustafa Kemal ATATÜRK; İkinci Defa Cumhurbaşkanlığına Seçilmesi Üzerine Millete Beyanname’de 1 Kasım 1927’de şöyle seslenmişti:
“Aziz vatandaşlarım,
Türkiye Büyük Millet Meclisi bugün beni ikinci defa olarak Reisicumhurluğa seçti. Türkiye Reisicumhurunun yüksek mesuliyetini idrak etmiş olduğum halde Riyaseti cumhurun yeni devre vazifelerini yapmaya başladım. Büyük ve necip Türk milletinin, Büyük Millet Meclisi’nin seçimiyle tecelli eden emniyet ve itimadını hakiki bir minnet ve iftihar ile karşılıyorum. Ve naçiz ferdi olmakla iftihar ettiğim Türk milletinin saadet ve hizmeti uğrunda bütün kabiliyet ve mevcudiyetimi vakfetmek azim ve kararıyla mütehassis ve dolu bulunuyorum.
Aziz vatandaşlarım,
Cumhuriyet, Türk milletinin refahı ve yükselmesi yolunda asırların görmediği muvaffakiyetlere mazhar oldu. Milletin eğilim ve ihtiyaçlarını bularak ve öğrenerek onun refah ve gelişmesi gereklerini tahakkuk ettirmekte Cumhuriyet’in az zamanda elde ettiği neticeler. Cumhuriyet idaresinin milletimize hazırladığı geleceğin daha ne kadar parlak olduğunu tahmin ettirmeye kâfidir. Asla şüphe yoktur ki, Cumhuriyet’in gelecekteki evlatları bizden çok daha müreffeh ve bahtiyar olacaklardır.
Aziz vatandaşlarım,
Yeni Riyaseti cumhur devresinde en mühim vazifem: vatanda huzuru, milli birliği, Cumhuriyet haysiyet ve kuvvetini muhafaza etmek olacaktır. Saadet ve emniyetin bütün etkenlerini Büyük Millet Meclisi kanunlarının itibar ve yürürlüğü içinde mevcut görmek, anlayışımızın esasıdır. Sade bir vatandaş olan Reisicumhur, Riyaseti cumhur makamıyla kendisine verilen yüksek salahiyeti yalnızca milletin saadeti ve Büyük Millet Meclisi’nin kanunları için tereddütsüz ve kati azim ile kullanacaktır.
Aziz vatandaşlarım, hep beraber ve el birliğiyle vatanımızın saadeti ve yükselmesi için sarf edeceğimiz gayretlerin mazide olduğu gibi gelecekte dahi muvaffakiyetlerle tecelli edeceğine itimadım katidir. Cihanın yürüyüş ve seyrinde asil milletimize düşen yüksek vazifelerin yerine getirilmesine çalışacağız. Bu vazifeler, medeniyet ve insaniyet ailesinde Türk milletinin layık olduğu yüksek itibar mevkiini muhafaza etmesine ve yükseltmesine hizmet edecektir. İcabında vatan için bir tek fert gibi yekpare azim ve karar ile çalışmasını bilen bir millet, elbette büyük bir millet ve elbette büyük geleceğe müstahak ve aday olan bir millettir.” (2)
Türk Milletini Vatanı için çalışmaya sürekli teşvik eden Atatürk, gerektiğinde Milletini uyaran bir önder de olmuştur:
“Çalışmadan, yorulmadan, üretmeden rahat yaşamak isteyen toplumlar önce haysiyetlerini sonra hürriyetlerini ve daha sonra da istiklâl ve istikballerini kaybetmeye mahkumdurlar” sözleriyle milletin başarılı ve mutlu, vatanın mamur olmasının anahtarlarını ifade etmişlerdir. Bizler ise bu anahtarlara sahip çıktık mı?Hayır! sahip çıkamadık, çıkmadık. Sahte anahtarlarla, kilitler açmaya çalışıyoruz. Üstelik; sahte anahtarlarımız da, sahte kilitlerimiz de başkalarının ellerine ve vicdanlarına kalmıştır.
Kaynaklar:
1.Türk İstiklal Harbi Batı Cephesi Sakarya Meydan Muharebesi Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1995.
2.Atatürk’ün Bütün Eserleri.Kaynak Yayınları.Cilt.22.İstanbul.2007 (Cumhuriyet, 2 Kasım 1927, Numara: 1251, s.l; Milliyet, 2 Kasım 1927, Numara: 618, s.l; Ayın Tarihi. Kasım 1927, c.l5, sayı 44, s.2602-2603. Aynca bkz. Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri IV, Hazırlayan: Nimet Arsan, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1964. s.535-536. Eski yazı metinler Musa Sarıkaya ve Hüseyin Gültekin tarafından okunmuştur.)
hilmi özden
Atatürk’deki Vatan-III
Birinci Dünya Savaşında, Kasım 1914 ile Ocak 1916 arasında Çanakkale cephesinde yoğun muharebeler yaşandı. 19 Şubat 1915 günü iki İngiliz zırhlısının Çanakkale Boğazı’na girip Türk mevzilerini topa tutmasıyla başlayan savaş, 18 Mart 1915 günü deniz harekâtıyla devam etti. 25 Nisan 1915’te ingiliz ve Fransız Orduları’nın Kumkale ve Gelibolu yarımadası’na yaptıkları kara çıkartmasıyla süren savaş ; 7 Ocak 1916’da ingiliz ve Fransız birliklerinin Seddülbahir’den çekilmesiyle sona erdi.
Bu savaşlarda insan kayıpları farklı kaynaklarda değişik sayılarda verilir. “Avustralyalı yazar Alan Moorehhead 1956 yılında yayımladığı; Gelibolu isimli eserinde tarafların Çanakkale Savaşları kayıplarını şöyle sıralar: Türkler: 251.309, İngilizler: 205.000, Fransızlar: 47.000 kişidir”
Mustafa Kemal Çanakkale muharebeleri sırasında “Vatan Müdafası”nı askerlerindeki yüksek ruh ve imanı bilerek yapıyordu. Fakat cephedeki Alman komutanların Mustafa Kemal’in bildiği bu ruhu anlamaları beklenemezdi. Üstelik öngörüleri yetersiz, Türk Milletinin, Vatanları üzerindeki hassasiyetleri onlar için çok önemli değildi. Bu yüzden Ordunun sevk ve idaresinde de gerçekçi olamıyorlardı.
Mesela “5. Ordu Komutanı Liman Von Sanders’in düşmanın çıkartma yapacağı yerleri yanlış tahmin etmesi ve ordumuzun ana kuvvetlerini bu yerlerde konuşlandırması, çıkartma yapılan alanlarda savunmasız yakalanmamıza neden olmuştur. Halbuki savunma hattımız Seddülbahir ve Kabatepe bölgelerinde gerekli miktarda kuvvetlerle konuşlandırılsaydı, belki düşmanın karaya bile çıkmasına izin verilmeyecek ve savaş da o kadar uzun sürmeyip, o kadar fazla kayıpla bitirilmeyecekti.”
Mustafa Kemal ise durumu son derece iyi okumuş, Conk bayırı hattının önemini kavramış ve bu hat güçlü bir şekilde tutulmazsa, düşmanın stratejik olarak üstünlüğü ele geçireceğini ve savunmanın yetersiz kalacağını anlamıştır.
Düşman çıkarma yaptığı zaman bölgede sadece gözetleme görevini sürdüren küçük avcı birliklerimiz bulunmaklaydı. Her ne kadar bu birlikler kahramanca çarpışarak düşmanı oyalasalar da, sayıca çok üstün olan düşman kuvvetleri, bu birlikleri ezip geçerek bölgeye yayılmaya başlar. Kanlı sırt, daha kuzeydeki sırtlar işgal edilir.
Kocaçimen’e 57. Alay’ı bizzat sevk ederek ulaştıran Mustafa Kemal’in ilk gördüğü manzara pek fikir verici değildir. Düşmanın çıkarma yapmış olduğu Arıburnu sahilleri Kocaçimen’den görülmemektedir. Bunun üzerine binbir güçlükle Conkbayırı’na ulaşır.
Bu esnada Conkbayır’ın güneyindeki 261 Rakımlı Tepe’den, 27. Alay’dan sahili gözetlemekle görevli bir müfreze efradının Conkbayır’a doğru kaçmakta olduğunu görür. Mustafa Kemal onların önüne geçer. Olayın geri kalan bölümünü kendisinden dinleyelim:
“Bizzat bu efradın önüne çıkarak;
-Niçin kaçıyorsunuz? Dedim.
-Efendim, düşman! Dediler.
-Nerede?
-İşte! Diye 261 Rakımlı Tepe’yi gösterdiler.
Filhakika düşmanın bir avcı hattı 261 Rakımlı Tepe’ye yaklaşmış ve kemal-i serbestiyle ileri doğru yürüyordu. Şimdi vaziyeti düşünün: Ben kuvvetlerimi bırakmışım, efrat on dakika istirahat etsin diye… Düşman da bu tepeye gelmiş. Demek ki, düşman bana benim askerlerimden daha yakın ve düşman benim bulunduğum yere gelse, kuvvetlerim pek fena bir vaziyete duçar olacaktı. O zaman artık bunu bilmiyorum, bir muhakememi mantıkiye midir, yoksa sevk-i tabii ile midir, bilmiyorum. Kaçan efrada:
-Düşmandan kaçılmaz, dedim.
-Cephanemiz kalmadı, dediler.
-Cephaneniz yoksa süngünüz var, dedim.
Ve bağırarak bunlara süngü taktırdım. Aynı zamanda Conkbayırı’na doğru ilerlemekte olan piyade alayı ile Cebel bataryasının yetişebilen efradının marş marş’la benim bulunduğum yere getirilmesi için yanımdaki emir zabitini geriye yolladım. Bu efrat süngü takıp yere yatınca düşman efradı da yere yattı. Kazandığımız an bu andır.
Bir koca muharebenin ufacık bir lahzaya bağlı olduğunu, hatta bir memleket hayatının fena kullanılmış bir an yüzünden tehlikeye düşebileceğim burada olduğu gibi iyi kullanılmış bir anın ise bir muharebenin ve bir vatanın mukadderatım iyileştireceğini o dakikayı görür gibi canlanmış bir ifade ile duymak insanın tüylerini ürpertiyor.”
57. Alay’ın bir taburu düşmanın kuzey kanadını tutacak şekilde yerleşir. Bu kuvvetlere Mustafa Kemal şu tarihi emri verir:
“Ben size taarruzu emretmiyorum. Ölmeyi emrediyorum. Siz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler gelebilir, başka komutanlar kaim olabilir.”
57. Alay bir sel gibi düşmanın üzerine atılır. Düşman sahile kadar geri püskürtülür. Öyle bir darbe yemişlerdir ki, ne yapacağını şaşıran düşman askerlerinin bir kısmının kayıklara binip kaçma çabaları görülür.”
Savaştan sonra bir İngiliz yazarı, o günkü çarpışmalarda harekatı komuta eden Mustafa Kemal hakkında şöyle diyecektir:
“Mustafa Kemal’in savaş yönetiminde gösterdiği şaşırtıcı başarılar silsilesi bu tarihten itibaren başladı diyebiliriz. Ne Liman Von Sanders ne de başkasının göremediğini o görmüş. Gelibolu yarımadasına ancak Conkbayırı ile Kocaçimen Tepesi’nde egemen olunabileceğini o anlamıştı. Müttefikler buraları ele geçirselerdi, bütün boğaza egemen olurlar ve 20 km.’lik bir çevreyi istedikleri gibi topçu ateşine tutabilirlerdi. Küçük rütbeli ama dahi bir Türk subayının orada bulunması müttefikler için harbin en büyük talihsizliklerinden biri oldu.”
O günkü harekatı yönettiği yere “Kemal yeri” adı verilmiştir.”
“30 Nisan’ 1915’de bir kumandanlar toplantısı yapılır. Mustafa Kemal şöyle der:
“Bir’e kadar hepimiz ölerek düşmanı mutlaka denize dökmemiz lazımdır, içimizde ve askerlerimizde, Balkan Harbi utancını tekrar görmektense ölmeyecek yoktur. Böyleleri varsa kendi elimizle kurşuna dizelim.”
Mayıs ayından Ağustos ayına kadar karşılıklı muharebeler sürer. “Öte yandan 9. İngiliz Kolordu Komutanı da, Türkler’in elinde bulundurduğu Anafarta sırtlarını elde etmek amacıyla 10 Ağustos sabahı taarruz için gerekli emirleri vermiştir. İngilizler 20.000 kişilik bir kuvvetle günlerce kazdıkları siperlere yerleşmişler hücum anını beklemektedirler.
Mustafa Kemal ise taarruzu çok erken saatlerde baskın tarzında planlamıştır. Bu taarruz süngü hücumu şeklinde olacaktır. O geceyi çok rahatsız ve uykusuz geçirir. Bir taraftan Anafartalar bölgesinden gelen raporlar ve önemli haberler, onu böyle hayati bir teşebbüs esnasında meşgul etmiştir. Bir taraftan da, önceki birkaç günün kötü yönetilmesi yüzünden, birliğini ve üst komuta ile temasını kaybetmiş, hâla da bulamamış bir takım komutanların doğrudan doğruya kendisine başvurmaları, bir dakika bile dinlenmesine imkan bırakmamıştır.
Sabahın erken saatlerinde herkes hazırdır. Birliklerin hücum tertipleri tamamlanmıştır. Çanakkale savaşının en büyük ve en kanlı taarruzu için harekete geçilecektir. O anı Mustafa Kemal şöyle anlatır;
“. Süngüleri ve bir ayakları ileri uzatılmış olan askerlerimiz ve onların önlerindeki tabancaları ve kılıçları ellerinde olduğu halde subaylarımız, kırbacımın aşağıya inmesiyle birden demirden bir kitle halinde, aslanlar gibi saldırdılar ve ileriye atıldılar. Bir saniye sonra düşman siperleri içinde gök gürültüsü gibi (Allah! Allah! Allah!) seslerinden başka bir şey işitilmiyordu.
Düşman silah kullanmaya fırsat bulamadı. Boğaz boğaza kahramanca mücadele sonucunda, ilk hatta bulunan düşman kâmilen yok edildi. Dört saat gibi kanlı bir mücadeleden sonra 23. ve 24. Alaylarımız Conkbayır’ı düşmandan tamamen temizledikten ve 28. Alay da Şahinsırt’ın en yüksek sırtını geriye attıktan sonra, Şan tarla, Ağıldere üzerine batıya doğru saldırdılar. Askerlerimiz önlerine çıkan düşman birliklerini yeniyor, bozguna uğratıyordu.
Conkbayır tepesi birliklerimizin eline geçtikten sonra, düşman karadan ve denizden yağdırdığı yoğun topçu ateşiyle bu tepeyi cehenneme çevirmişti.
Gökten şarapnel ve demir parçalan yağmur gibi yağıyordu. Büyük çaplı gemi toplarının tam isabetli daneleri yerin içine büyük lağımlar açıyordu. Bütün Conkbayır koyu dumanlar ve ateşler içinde kaldı. Herkes tevekkül içinde akıbetini bekliyordu. Etrafımız şehitlerle ve yaralılarla doldu.
Savaş meydanında olanı biteni gözetlerken, bir şarapnel parçası göğsüme isabet etti. Cebimdeki saat parça parça oldu. Şarapnel bu yüzden vücuduma girememiş, yalnız derince bir kan lekesi bırakmıştı.”
10 Ağustos taarruzu çok çetin ve çok kanlı muharebelere sahne olmuştur. Mehmetçik savaşın bütün evrelerinde olduğu gibi bu cephede de çok büyük kahramanlık destanları yazmıştır. Bakın o günkü muharebedeki askerimizin kahramanlıklarını Mustafa Kemal nasıl anlatır:
“Karşılıklı siperler arasında mesafe sekiz metre… Yani ölüm muhakkak! Birinci siperdekiler hiçbiri kurtulmamacasına hepsi düşüyor. İkinci sıradakiler onların yerine giriyor. Fakat ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor. En ufak bir duraksama bile göstermiyor. Sarsılma yok! Okuma bilenler ellerinde Kur’an-ı Kerim, Cennete gitmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler, Kelime-i Şahadet getirerek yürüyorlar. Bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren hayrete ve tebrike değer bir örnektir! Emin olmalısınız ki, Çanakkale Muharebesini kazandıran bu yüksek ruhtur!”
Artık Çanakkale Savaşı’nın akıbeti hemen hemen belli olmuştur. İstanbul’un düşman işgaline uğrama tehlikesinin ortadan kalkması, sadece İstanbul değil bütün memleket ahalisine de rahat bir nefes aldırmıştır.
Bu arada müttefik kuvvetlerinin Çanakkale’den çekilme hazırlıktan yaptıkları hissedilir. Ancak, bunu karşı tarafa fark ettirmemeye çalışmaktadırlar. Çünkü artık hiçbir kayba uğramadan çekilmek istemektedirler. İşte Mustafa Kemal buna razı olmamakta, düşmanın elini kolunu sallaya sallaya çekip gitmesini de bir türlü içine sindirememektedir. Son bir saldırı ile düşmanı denize dökmek istemektedir. Fakat komutanları ile anlaşamaz. Çanakkale’de yarım kalan işini daha sonra Büyük Taarruzda gösterecek İngilizlerin cesaretlendirmesi ile Anadolu’yu işgal eden Yunan askerlerini Akdeniz’e dökecek geldikleri yere gönderecektir.
Mustafa Kemal Atatürk, Vatan topraklarımızdan ; Balkanları, Kuzey Afrika’yı, Orta doğuyu kaybeden bir Cihan Devletinin kurmaylarındandı. Davranış ve Düşüncelerindeki asalet, feraset ve basiret’i; köklü tarih şuurundan, vatan sevgisinden, sarsılmaz imanından alıyordu. Genç nesiller O’nu ve O’nun neslini tanıdıkça, Vatanımız üzerine oynanan oyunlara karşı nasıl mukavemet edeceğimizi öğrenecektir. Birlik ve dirliğimizi bozmadan; kötü niyetlilere karşı mücadele etmeyi, omurgalı duruş sahibi olmayı, zalimlerden merhamet beklememeyi kavrayacaktır. Mustafa Kemal Atatürk ve nesli, bilinmeden yarınlarımızı güvence altına almak mümkün değildir. Türk Vatanının Tapusu; Türk Milletinin tarihi tecrübesinde, insanlığa hediye ettiği şahsiyetlerde, şehitlerinin kanında, insanlarının alın terinde, alimlerinin mürekkebinde ve ariflerinin dualarında şekillenmiştir.
Kaynaklar:
1. Sadeddin Özgür .:Çanakkale,Anlatılmaz Yaşanır. Özgür Medya. İstanbul.
2.Yusuf Koç-ali Koç. Tarihi Gerçekler Işığında Mustafa Kemal Atatürk. Kamu Birliği Hareketi Eğitim Yayınları. Ankara 2004.
Hilmi Özden
Atatürk’deki Vatan-IV
“Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur. Bu topluluğun fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa o topluluğa dayanan Cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur. ” diyen Atatürk’e göre; vatan sevgisi, Türk milliyetçiliğinin de temelidir: “Vatanımız, Türk milletinin eski ve yüksek tarihi ve topraklarının derinliklerinde varlıklarını sürdüren eserleri ile bugünkü yurttur. Vatan hiçbir kayıt ve şart altında ayrılık kabul etmez ve bütündür”.
Balkan Savaşı’nda, Çanakkale’de, Kafkaslar’da ve Filistin-Suriye Cepheleri’nde Anadolu Türk insanı nice felaketler, acılar yaşamıştır. Mustafa Kemal İngiliz ve Amerikan Mandasına karşı Vatanın bağımsızlığı için “Ya istiklâl ya ölüm” şiarı ile Millî Mücadele’yi başlatmıştır.
Atatürk, hem Millî Mücadele döneminde hem de Cumhuriyetin ilânından sonra her zaman vatan ve millet sevgisinden büyük bir coşkuyla bahsetmiştir. Türk Milliyetçiliği onun için vazgeçilmez bir ilke olmuştur. Türk Milliyetçiliğinin hocalarından Ziya Gökalp’in fikirlerini benimsemiştir. O’na karşı fikirlerimin babası iltifatında bulunmuştur. Türk Milletine ve Türk Vatanına hizmet; Atatürk’ün daima yaşama gayesi olmuştur.
Atatürk, 1933 yılında Onuncu Yıl Nutku’nda bu duygularını şu şekilde ifade etmektedir;
“Daha az zamanda daha büyük işler başaracağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphe yoktur. Çünkü, Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti zekidir. Çünkü Türk milleti milli birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü, Türk milletinin yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir. Bugün, aynı inanç ve katiyetle söylüyorum ki, millî ülküye, tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin büyük bir millet olduğunu bütün medeni âlem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır.
Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile, âtinin yüksek medeniyet ufkunda bir güneş gibi doğacaktır.”
Millî Mücadele’nin arifesinde Türk milletinin, devletinin istikbal ve istiklalinin Türk milliyetçiliğine sarılmakla mümkün olduğu çok acı tecrübelerle öğrenilmişti. I. Dünya Savaşında ve Milli Mücadele’de yedi düvelle savaşanların kurmay kadrosunun fikri yapıları: Türk Milliyetçiliğidir. Eğer onlarda o yüksek idrak seviyesi olmasa idi neler olurdu bir düşünelim:
Kuzeyde, Karadeniz Bölgesinde Rumlar bir Pontus-Rum Devleti kurmak istediler. 1919’ larda Pontus Devleti’nin kurulması için Rum’lara emperyalist ülkeler yardım ettiler. I. Dünya Savaşı’ndan kalan silahlarla Karadeniz kıyılarına Rusya’dan getirilen Rum ve Ermeniler çıktılar ve bunlar çeteler kurarak, dağlarda, köylerde Türkleri katlettiler. Batı Anadolu’da Yunanlılar Megalo İdea peşinde Yunan devleti kurmak için İzmir’den Anadolu’yu işgale başladılar. Kuva-yı Milliye güçleri onlarla çarpıştı. Türk Milleti, Türk Milliyetçisi subaylarla düşmanı Anadolu topraklarından Ege Denizine sürerek boğdu. Doğu ve Güneydoğuda Ermeni Çeteleri kutsal topraklarımızı binlerce masum Türkün kanı ile buladılar. Yine Yiğit Türk Milletini, Türk Milliyetçileri ve Mustafa Kemal’in arkadaşları teşkilatlandırdı. İstanbul ve Anadolu’nun çeşitli yerleri de emperyalistlerce işgal edilmişti. Fakat sonuç Türklük düşmanlarının umduğu gibi olmadı. “Türkiye Türklerindir” hakikati, dünyaya öğretildi. O dönemlerde göçlerle ve mübadele ile gelen soydaşlarımızın Türk Milletinin ayrılık kabul etmez asli unsurları olduğu görüldü. Anadolu Türkleri ile birlikte Balkan, Kafkas, Kırım ve daha nice diyarların Müslüman Türkü omuz omuza mücadele ettiler, şehit oldular, koyun koyuna yatmaktadırlar. Bu Milleti şehitlerin kanı akraba kıldı, kan kardeşi eyledi. Türk Milleti’nin yeniden dirilişi böyle oldu. Milletleri durağan yapı zannedenler yanılmaktadırlar. Milletler ırmaklar gibi akar, deryalar gibi coşarak yaşayan varlıklardır. Onları, tarih harmanlar, rüzgâr, çiçekten çiçeğe taşır. Kız alıp, damat alıp zenginleşir. Balkanlı, Karadenizli ile Kafkaslı Marmaralı ile, Kerküklü, Kırımlı Karadenizli ile, Akdenizli ile, Egelisi, İç Anadolulusu, Doğunun Güneydoğunun evladı ile evlenir. Kısaca Türkiye’de gettolar yoktur, her seven gönül sevmesini bilen yürek istediği ile evlenir. Evlatlar, torunlar Ulu Türklük çınarının çiçekleri yaprakları olurlar. “Türk ebrusu” oluşur, kimse bu ebrunun desenlerini ayıramaz. Bu desende “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz içindir.” Türkiye’yi mozaik mantığı ve gözü ile görenler bu milleti anlayamazlar.
Türk Milliyetçileri tarihte olduğu gibi, bugünde, doğruları yüksek sesle söylemek Türk Milletini uyandırmak, bu konuda hata üstüne hata yapanları uyarmak zorundadırlar. “Türk Milliyetçiğine karşıyız” sözünü sürekli tekrarlayanlara ise; bizim karşımızda iseniz, kimin yanındasınız demelidirler. Zaman zaman şahit olduğumuz, Türk Milliyetçisi arkadaşlarımızın Atatürk dâhil birçok tarihi şahsiyetimizi eleştirdiklerini görmüşüzdür. O arkadaşlarımıza soruyorum: “Türk Milliyetçiğine karşı olanlara” hangi makam ve mevkiye sahip olurlarsa olsunlar, gereken cevabı verebiliyor musunuz? Türk Milliyetçiliği, Türklük için, aziz vatanımız için sıradan bir kavram değil bu devletin temelidir.
Atatürk diyor ki: “Biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle işbirliği yapan bütün milletlere saygı duyar ve riayet ederiz.” “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir (…) Türkiye Cumhuriyeti dâhilinde Türk dili ile konuşan, Türk kültürü ile yetişen, Türk ülküsünü benimseyen her kişi Türk’tür” demiştir.
Atatürk ve Türk Milleti kavramlarının unutturulmaya çalışıldığı nerde ise telaffuz edilmesinden bile çekinildiği bir ortam oluşturulmaya başlanmıştır. Bunları tahmin edercesine konuşan Atatürk: “Bir zamanlar gelir beni unutmak veya unutturmak isteyen gayretler belirebilir. Fikirlerimi inkâr edenler ve bana karşı çıkanlar olabilir. Hatta bunlar benim yakın bildiğim ve inandıklarım arasından bile olabilir. Fakat ektiğimiz tohumlar o kadar özlü ve kuvvetlidir ki bu fikirler, Hind’den, Mısır’dan döner dolaşır gene gelir, feyizli neticeleri kalpleri doldurur.” “En mühim ve feyizli vazifelerimiz Milli Eğitim işleridir. Milli Eğitim işlerinde mutlaka muzaffer olmak lazımdır. Bir milletin hakiki kurtuluşu ancak bu suretle olur.” Atatürk, Türk Milliyetçiliği meşalesini yüreğinde asla söndürmemiştir.
Şimdi ise; idareci, okumuş, kanat önderi vb. dediğimiz birçok kişi Türklük çınarının dallarını kırmayı yapraklarını koparmayı kendilerinde hak görmektedirler. Mehmet Akif:
“Bir millete tefrika girmedikçe düşman giremez.
Toplu vurdukça yürekler O’nu top sindiremez” diyordu.
Emperyalistlerin istedikleri gibi kullandığı ve üçüncü dünya ülkelerini parçalamak için ihraç ettikleri; etnik (etnisite) kavramını dillerine dolayıp “İslâm Medeniyetinin” idrak dairesinden uzaklaşmaktadırlar. Bu kavram öncelikle medeniyetimizin bir kavramı değildir. İlmî olmaktan ziyade ideolojik amaçlar taşımaktadır. Önce zihin dünyamızda, batının virüs nitelikli kelimelerini sorgulamalıyız. Millî Bünyemize uygun ve İslâm Medeniyetinin zenginliğinden esinlenmiş kavramlar ile sosyal gerçeğimizi anlamlı kılmalıyız. Türklük, asırlar öncesinden Fahr-i Kâinat efendimiz Hz. Muhammed’in (O’na selam olsun) övgüsüne mazhar olmuştur. Bu husus da ki hadisler herkesin malumudur. Hz. Nuh oğlu, Yafes oğlu, Türk’den neşet eden bu millet nasıl bir Milliyetçilik yaptığının şuurundadır.
Türklük şuurunu can-ı gönülden benimsemiş, Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene” vecizesini idrak etmiş onca vatan evladı vatanpervere adeta “Sen Türk değilsin” demek büyük bir haksızlıktır. Sürekli olarak kimlikler icat edilerek nerede ise 75 milyonluk Türkiye’de 75 milyon Millet var denilecektir. Ziya Gökalp’ın söylediği gibi “milliyet bir terbiye ve kültür işidir.” Türk-İslam terbiyesi almış insanımızdaki aidiyet şuurunu parçalamak, ondan sonra da birlik istemek sosyal gerçeklerden bihaber olmak demektir.
Mustafa Kemal Atatürk :“Ülkeniz sizindir, Türklerindir. Bu ülke, tarihte Türk tü bugün de Türk’tür ve sonsuza dek Türk olarak yaşayacaktır.” derken, “Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri tahsilin hududu ne olursa olsun, en evvel, herşeyden evvel Türkiye’nin istikbaline, kendi benliğine, millî an’anelerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek lüzumu ögretilmelidir.” diye öğütlemekte idi. “Türk aydınlarının kendi kendisini bilmemesinden ve başka milletlerde şu veya bu sebeple üstünlük olduğunu sanarak, kendini onlardan aşağı görmesinden doğmaktadır Bu yanlış görüşe son vermek için Türklüğümüzü bütün asaleti ve tarihi ile tanımak ve tanıtmak şarttır.” diyordu.
Mustafa Kemal Atatürk; “Ben her şeyden önce bir Türk milliyetçisiyim. Böyle doğdum. Böyle öleceğim. Türk birliğinin, bir gün hakikat olacağına inancım vardır. Ben görmesem bile, gözlerimi dünyaya onun rüyaları içinde kapayacağım. Türk birliğine inanıyorum, onu görüyorum. Yarının tarihi, yeni fasıllarını Türk birliğiyle açacaktır. Dünya sükûnunu bu fasıllar içinde bulacaktır. Türk’ün varlığı bu köhne âleme yeni ufuklar açacak, güneş ne demek, ufuk ne demek, o zaman görülecek.” O, Türk Milletine daima birlik ve dirlik çağrısı yaptı, milletini iyiliğe, ileriye teşvik etti:
“Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır, Türk milleti zekidir. Çünkü Türk milleti milli birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü Türk milletinin yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu mesale, müspet ilimdir.” Her zaman gerçekçi oldu; “Siyasi, askeri zaferler ne kadar büyük olursa olsunlar, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazlarsa husule gelen zaferler devamlı olamaz, az zamanda söner.” “Hiçbir medeni devlet yoktur ki ordu ve donanmasından evvel iktisadını düşünmüş olmasın.” Ülküsü olmayan milletleri var olmayacağını bildiği için Ülkülerini Türk Dil ve Tarih Tetkik Cemiyetleri ile taçlandırdı. Vatan böyle vatan yapılırdı. İlimle fenle idrakle irfanla Anadolu yeniden mamur edildi, Vatan kılındı.
Türklük, insanımızın kabullenmeye çekindiği, zorlama ve yapay aidiyetlere feda edilmek istendiği yetim ve öksüz bir hale büründürülmüştür. Hayır! Bin değil 300 milyon kere hayır! Yeryüzünde ne kadar Türk varsa o kadar hayır!
Prof. Dr. Fuat Köprülü’nün Atatürk’e Türkiyat Enstitüsünün ambleminin nasıl olması gerektiğini sorduğu zaman Atatürk:
“Fuat Bey!
Karlı Tanrı Dağları’nın önünde elinde meşale tutan bir BOZKURT olsun, bu meşale genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ilminin ifadesi olsun.ERGENEKON’ dan çıkmamıza kılavuz olan BOZKURT, TÜRKLÜĞÜN Anadolu topraklarındaki yeni devletinin kuruluşunu ifade etsin.”
demiştir. Atatürk ve Türk Milliyetçileri için Türkiye; ERGENOKON’dur.”
Türklüğün ebedi liderlerinden Atatürk: “Diyarbakır’lı, Van’lı, Erzurum’lu ,Trabzon’lu, İstanbul’lu, Trakya’lı, ve Makedonya’lı hepsi aynı ırkın evlatları ve aynı cevherin damarlarıdır.” demişti. Bugün ise vatan evlatlarına “Sen Türk değilsin, Sen Türk değilsin! diyerek adeta psikolojik şartlandırma ve aidiyet parçalanmasına sebep olunmaktadır. Türk Milletine yapılan “ilimsiz ve ufuksuz” hitaplar nihayete ermelidir. Kürsüler ve mevkiler kimseye Türk Milliyetçiliğini tahkir etme hakkını veremez. Üstelik bu mevkilerde bulunan insanlar; bin düşünüp bir söylemelidirler.
Atatürk’ün “Milletim TÜRK, vatanım TÜRKİYE, ülküm TÜRKLÜK’tür!..” “Vatan toprağı kutsaldır, kaderine terkedilemez.!!” emanetleri sonsuza kadar Türk Milliyetçiliğinin ilkeleridir. Bütün dünya işitsin ve bilsin ki biz, bu muhteşem kavramları yolda bulmadık; atalarımızdan miras ve Resuller Resulu, Sevgililer Sevgilisi, kâinatların yaradılış gayesi Hz. Muhammed (SAV)’in bu Aziz Türk Milletine müjdelerinden aldık.
Mustafa Kemal Atatürk asla Türkiye dışındaki Türk ve İslam Dünyasına da bigâne kalmamıştır. Onun için diğer Türk ve İslam diyarları da ilgilenmemiz gereken Vatan Toprakları idi.
“1933 yılı 29 Ekim gecesi, herkes Cumhuriyet’in 10. yılını kutluyor. Atatürk o sırada Türk Ocağı’nda yabancı diplomatlara yemek vermektedir. Atatürk halkıyla sohbet etmeyi çok sevdiği için sandalye ve masa ister ki isteyenler ona sorularına sorabilsinler. Soru sormak için gelen kişilerden biri Zeki isimli 25 yaşlarında bir doktordur. Atatürk’e yaptıklarının yeterli olmadığını söyledikten sonra Dr. Zeki der ki:
-Milletlerin babadan-oğula sıçrayan uzun vadeli idealleri vardır. Siz bize böyle bir ideal aşılamadınız ! Yahut benim bundan haberim yok ! Bunu bize açıklar mısınız Gazi Hazretleri ?
Atatürk bu soruya şöyle cevap verir;
-Bunlar vicdanımıza yazılmış gerçeklerdir; konuşulmaz, yaşanır !
Elbet bu milletin bir ülküsü olacaktır ama bu ülküler devletler tarafından açıklanmaz; Millet tarafından yaşanır ! Nasıl, bakarken gözlerimizi görmüyor, onunla herşeyi görüyorsak, Ülkü de onun gibi, farkında olmadan vicdanlarımızda yaşar ve herşeyi ona göre yaparız… Ben Devlet Başkanıyım ! Sorumluluklarım vardır ! Bu sorumluluklarım altında konuşamam ! Bu konuda genç arkadaşlarımla ayrıca konuşacağım.
Sonra Atatürk halkın Cumhuriyet bayramını tekrar kutlar ve Dr. Zeki’yi yanına alarak Genel Müdür’ün odasına çıkar. Atatürk’ün arkasında duvarda bir Türkiye haritası vardır. Karşısında oturan Dr. Zeki’ye :
-Benim arkamdaki haritayı görüyor musun ?
-Evet Paşam.
-O haritada Türkiye’nin üstüne abanmış bir blok var, Onu da görüyor musun ?
-Evet, görüyorum Paşa Hazretleri
-Hah. İşte o ağırlık benim omuzlarım üstündedir. Omuzlarım üstünde olduğu için, Ben Konuşamam !
Düşün bir kere.. Osmanlı imparatorluğu ne oldu ? Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ne oldu ? Daha dün bunlar vardılar.. Dünyaya hükmediyorlardı ! Avrupa’yı ürküten Almanya’dan bugün ne kaldı ?.. Demek hiçbir şey sür-git değildir ! Bugün ölümsüz gibi görünen nice güçlerden, ileride belki pek az birşey kalacaktır. Devletler ve Milletler, bu idrakin içine olmalıdırlar.
Bugün Sovyetler Rusya dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir.. Devlet olarak bu dostluğa ihtiyacımız var ! Fakat yarın ne olacağını kimse kestiremez. Tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi parçalanabilir ! Bugün elinde sımsıkı tuttuğu Milletler, avuçlarından sıyrılabilirler.. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir !.
İşte o zaman Türkiye, ne yapacağını bilmelidir !
Bizim bu dostumuzun yönetiminde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onları arkalamaya hazır olmalıyız !
“Hazır olmak” yalnız o günü susup beklemek değildir, “hazırlanmak lazımdır”. Milletler, buna nasıl hazırlanırlar ? Manevi köprülerini sağlam tutarak ! Dil bir köprüdür, inanç bir köprüdür, tarih bir köprüdür ! Bugün biz , bu toplumlardan dil bakımından, gelenek, görenek, tarih bakımından ayrılmış, çok uzağa düşmüşüz!. Bizim bulunduğumuz yer mi doğru, onlarınki mi ? Bunun hesabını yapmakta fayda yoktur !. Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz; Bizim, onlara yaklaşmamız gerekli…
Tarih bağı kurmamız lazım.. Folklor bağı kurmamız lazım .. Dil bağı kurmamız lazım..
Bunları kim yapacak ?
Elbette Biz..
Nasıl yapacağız ?.
İşte görüyorsunuz , “Dil Encümenleri” , “Tarih Encümenleri” kuruluyor.
Dilimizi, onun diline yaklaştırmaya, tarihimizi ortak payda haline getirmeye çalışıyoruz. Böylece, birbirimizi daha kolay anlar hale geleceğiz. Bir sevgi parlayacak aramızda, tıpkı bir vücut gibi, kaderde ve mutlulukta birbirimizi duyacağız ve arayacağız. Ortak bir dil amaçladığımız gibi, ortak bir tarih öğretimiz olması gerekli.. Ortak bir mazimiz var, bu maziyi, bilincimize taşımamız lazım. Bu sebeple okullarda okuttuğumuz tarihi Orta Asya’dan başlattık ! Bizim çocuklarımız, orada yaşayanları bilmelidirler. Orada yaşayanlar da bizi bilmeli..
İşte bunu sağlamak için de “Türkiyat Enstitüsü”nü kurduk. Kültürlerimizi, bütünleştirmeye çalışıyoruz ! Ama bunlar, açıktan yapılmaz ! Adı konarak yapılacak işlerden değildir. Yanlış anlaşılabildiği gibi, savaşlara da sebep olabilir. Bunlar, Devletlerin ve Milletlerin derin düşünceleridir.
İşitiyorum: Benim dil ve tarih ile uğraştığımı gören kısa düşünceli bazı vatandaşlarımız; “Paşanın işi yok ! Dil ile Tarih ile uğraşmaya başladı” diyorlarmış. Yağma yok !. Benim işim başımdan aşkın. Ben bugün çağdaş bir Türkiye kurmaya ne kadar çalışıyorsam, yarının Türkiye’sinin temellerini de atmaya o kadar dikkat ediyorum. Bu yaptıklarımız, hiçbir millete düşmanlık değildir. Barıştan yanayız, barıştan yana kalacağız ! Ama durmadan değişen dünyada, yarının muhtemel dengeleri için hazır olacağız. Bunları sana, akıllı bir genç olduğun için söylüyorum. Açıktan söylemiyorum, kulağına söylüyorum.. Sen bil, gerekçesini kimseye söylemeden böyle davran, çevrenin de böyle davranması için gerekeni yap ! İdealler konuşulmaz, yaşanır !”
İslâm Dünyasındaki hassasiyetini ise aşağıdaki sözleri netleştirmektedir: 1936 yılında yaptığı basına yansıyan açıklamalarında Filistin’in Avrupalılar tarafından ele geçirilmesi ve buradan da Arabistan’a doğru yapılacak bir saldırı ihtimalini değerlendirirken şunları söylüyordu: “Araplar’ın arasında mevcut olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez. Biz vakıa birkaç sene Araplar’dan uzak kaldık. Fakat şimdi kendimize kâfi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için İslam’ın mukaddes yerlerinin Museviler’in ve Hristiyanlar’ın nüfuzunun altına girmesine mani olacağız. Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki; buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz!! Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslam’a lakayt olmakla itham edildik. Fakat bu ithamlara rağmen Hazret-i Peygamber’in son arzusunu yani mukaddes toprakların daima İslam Hâkimiyeti’nde kalmasını temenni için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız. Cedlerimizin Selahattin’in idaresi altında , uğrunda Hıristiyanlarla mücadele ettikleri bu toprakların yabancı hakimiyet ve nüfuzunun tahtında bulunmasına müsaade etmeyeceğimizi beyan edecek kadar bugün Allah’ın inayetiyle kuvvetliyiz.. Avrupa’nın, bu mukaddes yerlere temellük etmek için (yani sahip olmak için) atacağı ilk adımda bütün İslam aleminin ayaklanıp, icraata geçeceğine hiç şüphemiz yoktur.” (Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 27.7.1937.tr ve 438 A sayı)Atatürk’ü ve Türk Milliyetçiliğini anlamak isteyenlere bu tarihi sözler her şeyi özetlemektedir.
Yüce Allah Müslüman Türk Milletinin yar ve yardımcısı olsun. O’nu İki cihanda aziz kılsın. Tarihinden daha muhteşem bir geleceğe kanatlandırarak İslâm’ın inanç, adalet, ilim, irfan, sevgi, feraset, basiret iklimlerinden nasiplendirsin ve Kâinatlara hizmetkâr olacak kıvama kavuştursun.
Kaynaklar:
1. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi. 1977.
2.Yusuf Koç-Ali Koç. Tarihi Gerçekler Işığında Mustafa Kemal Atatürk. Kamu Birliği Hareketi Eğitim Yayınları. Ankara 2004.
3. İsmet Bozdağ. Atatürk’ün Avrasya Devleti. Tekin yayınevi.1999.Hilmi Özden
Atatürk’deki Vatan-V
“Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi”, Türk vatanının, istiklâlinin tehlikeye düşebileceğini, bu husus da Türk gençliğinin uyanık olması icap ettiğini çok açık bir dille anlatır. Her türlü ihtimali veciz cümlelerle özetler. Bu cümleler her vatanperver’in dimağında ve gönlünde binlerce hakikat ışığını parıldatır. Muhtemel olumsuzluklara karşı yılmamaları gerektiğini hatırlatırlar. Atatürk’ün muhteşem hitabesi, geleceğe yazılmış “millî bir vasiyet”dir. Asırlar öncesi Bilge Kağan bu vasiyetin bir benzerini “Sonsuza Uyanan Taşların” (Bu ifade M. Necati Sepetçioğlu’nun bu konu ile ilgili eserinin başlığıdır) üzerine kazıtmıştı.
Son zamanlarda “Atatürk’ün Gençliğe Hitabesini” tartışma mevzu yapmak isteyenler bulunmaktadır. “Ders kitaplarından ve okullardan kaldırılmalıdır” gibi ifadeler Türk Milletinin Millî değerlerine saldıranların niyetinin açık ifadesidir. Sözü uzatıp dolandırmalarına da gerek yoktur. Türk Milletinin savunma reflekslerini berhava edip O’nun dinî ve millî değerlerini biri birine zıt gibi göstermek gafleti içindedirler. Bu cahillik ve aceleciliği bırakmaları daha dürüstçe olur. Hiç kimse, hiçbir beşer sözüne ayet demez, diyemez. Buna Resuller Resulu Fahr-i Kainat Efendimizin sözleri de dahildir. Fakat, Mehmet Akif’in söylediği: “Kur’an’dan alıp ilhamı/ Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı” dizelerinde olduğu gibi fikri zenginliğimizi, hitabet estetiğimizi de Kur’an ile derinleştirebiliriz, derinleştirmeliyiz.
Mesela: Gençliğe hitabenin “Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!” cümlesinde Kur’an’a vakıf bir müslüman ve mü’min olan Atatürk’ün şu ayeti düşündüğüne inanıyorum: وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ “ve nahnu akrabu ileyhi min habli-lverîd” “Biz ona (insana) şahdamarından daha yakınız”.(Kaf Suresi. 16.ayet) Yakınlardan yakın olan Cenab-ı Allah (C.C) bize yakınlığını şah damarı ile örneklendirmektedir. Bu imanî hikmete sahip her mü’min gibi Atatürk’de; El-Kudret ve El-Muktedir esmaları ile emanet-i ilâhi’nin muhatabı her insanın, her Müslüman Türk evladının Allah’ın halifesi olmaya lâyıkolduğunun idraki içindedir. İşte o zaman kudret’in Kudret-i İlah-î olduğu anlaşılır. Şehitler, kanlarını Allah yolunda sebil eylediği için diridirler. Şehitler Hay olan Allah’ın emanetini Hak yolda sarf ederler. Kan; idrak, iman ve hizmet yönüne göre yüce, şerefli ve asildir. O kan; şerefini, yüceliğini, sağlam köklerini; Hak’tan alır, halka hizmet için kullanır.
Bazı kanlar da vardır ki, kendisine kendinden yakın olan Hakk’ı idrak edemez, Allah yoluna toplu iğne başı kadarını kendinden harcamaz. Kanlar vardır ki; Şehid-i Kerbela olanlarda Hakk’a yücelir, asırlarca matemi tutulur. Er meydanlarında insanların namusunu, vatanını, balasını, anasını, kızını, kızanını korumak için dökülür. İşte o kanlar ASİL KANLARDIR. Bedir’de, Uhut’da, Hayber’de, Kerbela’da, Malazgirt’te, İstanbul önlerinde, Çanakkale’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da, Kafkasya’da, Türkistan’da, Kırım’da, Bosna’da, Çeçenya’da, Doğu Türkistan’da, Afganistan’da, Irak’da, Filistin’de daha nice İslam ve Türk diyarında asırlar boyu dökülen kanlar ASİL DEĞİLMİDİR? Kanlarını er meydanlarında Allah için dökenler döküldüğünü görenler anlar. Anlamayanlar ise; bu aziz millete tefrika sokmak için ufuksuz, irfansız, cehalet dolu dilleri ile asil değerleri yıpratmaya çalışırlar.
Bu Aziz Türk Milleti bir gün; kalp ile kalb’ı ayıracaktır.
Şimdi; Aziz Atatürk’ün “Gençliğe Hitabesi”ni evlatlarımıza unutturmamak üzere hatırlatalım:
“Ey Türk Gençliği!
Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!”
bedhah [Far. bed (kötülük) + hah (isteyen)] (bedha:h) {OsT} is.
بدخاه 1. Başkalarının kötü olmasını, kötü duruma düşmesini isteyen kişi.
şera’it [Ar. şart > şerita > şerāit] (şera:it) {OsT} is.
شرائط 1. Şartlar; koşullar.
namüsait -di [Far. nā + Ar. müsāid] (na:müsa:it) {OsT} sf.
نامساعد 1. Uygun olmayan; elverişsiz.
cebir -bri [Ar. cebr] is.
جبر 1. Zor; zorlama.
2. Bir kimseye yapmak istemediği bir şeyi zorla yatırma.
müstevli [Ar. istlā > müstevli / müstevliye] (müstevli:) {OsT} sf.
مستولى 1. Etkisi altına alan; basan.
مستوليه 2. Her tarafa yayılan; genişleyen.
3. (Devlet ve ordu için) bir yeri veya ülkeyi yönetimi altına sokan; istila eden; yayılmacı.
bitap -bı [Far. bĊ-tāb] (bi:ta:p) sf.
بيتاب 1. Güçsüz; takatsiz; bitkin; halsiz.
ahval -li [Ar. Îāl > aÎvāl] (ahva:l) {OsT} is.
احوال 1. Hâller, durumlar, vaziyetler.
2. Tavırlar, davranışlar.
3. Olaylar, hadiseler.
4. Şartlar.
(YAŞAR ÇAĞBAYIR.: ÖTÜKEN TÜRKÇE SÖZLÜK. İSTANBUL. 2007)
hilmi özden