Salur dede, evinin önünde, iki taş üzerine doğru uzattığı tahtaya oturmuş, fersiz gözlerle çelik- çomak oynayan çocuklara bakıyordu. Vaktinin çoğunu burada oturarak geçirirdi. Kimi zaman yalnız, kimi zaman gençlerle, kimi zaman da akranlarıyla otururdu.
Selam verdim, tireyen eliyle bana yer gösterdi. Belli ki konuşmak istiyordu. Tahta üzerine uzattığı bastonunu aldı ve diğer tarafına, yere doğru bıraktı.
“Biz de çocukken böyleydik.” diye başladı söze. “Bir tek oyunumuzu bilirdik.” diye anlattı çocukluğunu, sonra da çocuklarını…
“Oğuz çocuklarımın en küçüğü… Beraber oturuyoruz. Memlekette bir o kaldı. Diğerleri gurbette…… İnsan istiyor ki bütün çocukları yanında, yakınında olsun. Ama olmuyor işte. Yiyecek ekmeği neredeyse göçü orada… Ne yapalım canları sağ olsun, yeter ki muhannete muhtaç olmasınlar.”
Ve derin bir iç geçirdi. Yüreğindeki hasret, gözlerine doluvermişti ve usulca gözyaşı olup yanağına doğru süzülerek ak sakalları arasına gizlendi.
“Şu koşan da Oğuz’un oğlu, adı da Salur. Sağ olsunlar adımı yaşatacaklar torunumda. Büyük oğlumda, annesinin adını verdi kızına. Bir gururlanmıştı ki rahmetli sorma.”
Salur nefes nefese, heyecanlı bir şekilde geldi yanımıza;
“Dede! Dede! Müjde, bayramda amcamla, halamgil geliyomuş , babam söyledi. Kürşat abim de geliyomuş. Bayramda elini öpecez ya, harçlıklarımız hazır demi?” dedi ve cevap beklemeden koşarak arkadaşlarının yanına döndü.
Salur dedenin kederli, mahzun haline bir de mahcubiyet eklendi.
O halini görünce bir anda içimi,
“Oğlu “Bayram” dedi, sırtı yamalı
Adam “he ya” dedi, gözü kapalı.”
mısraları birer kor parçası gibi yaktı geçti.
Akşam oluyordu. Güneş dağların arkasına doğru yol almış, yavaş yavaş gözden kayboluyordu.
Salur dede, güneşten oldukça ağarmış, hafif griye çalan renkteki takkesini çıkardı ve biraz elinde tuttuktan sonra katlayıp sağ dizinin üzerine koydu.
Gözleri dalmıştı. Bir süre öyle sessizce durdu. Ellerinin titremesini gizlercesine takkeyi eline alıp bırakıyordu.
“İlk örüldüğünde bu takkenin rengi lacivertin en canlı tonuydu. Artık rengini gün aldı.
Benimle birlikte o da yaşlandı, eskidi.
Kızım örmüştü, baba evinde idi o zaman. Sonra nasibi çıktı, İstanbul’a gelin ettik. Çok zaman geçti…
Telefonla bugün konuştuk; Bayram sabahı burada olacaklarmış inşallah
“Bir isteğin var mı?” diye sorunca; “Takkemin rengini gün almış kızım” dedim.
Hemen anladı sağ olsun.
“Ben yenisini örerim baba” dedi.”
Takkesini giydi, yavaş yavaş ayağa kalktı, bana döndü, yüzüme baktı, gülümseyerek;
“Bu seferki koyu yeşil olsun diye söyledim ” dedi
Sonra titreyen eliyle zor tuttuğu bastonundan destek alarak bahçe kapısına doğru yöneldi, Güneş artık ufukta kaybolmuştu.
Ayrılırken; “Salur dede ! Bayramınız şimdiden kutlu olsun.” dedim.
“Sağ ol, var ol, Allah nice bayramlara erdirsin.” diye dua etti.
Ve sonra;
“Tevhîd ede zevk ile
Hakk’ı seve şevk ile
Tasdîk inerse dile
Bayram o bayram olur”
mısraları dökülüverdi dilinden.
Sonra ayaklarını sürüyerek ağır ağır geçti bahçeden içeri.
Olan akşamın sabahı bayramdı. Bir türkü takıldı dilime;
“Bayram gelip elime, elimize
Nağme düşüp dilime dilimize”
….
Ve arkasında da bir Afyonkarahisar türküsünün nakaratı;
“Yayladan gel allı gelin yayladan,
Kesme ümidini kadir Mevla’dan .
Ver elini karlı dağlar aşalım.
Bayramlaşalım.”