Babaannemi yıllar önce bir kış gününde kaybetmiştik. O günden kulaklarımda kalan sessiz hıçkırıklardı. Rahmetli de o günü biliyormuş gibi hep “ah oğul, kızım yok ki öldüğümde arkamdan bir sağu kursa” diye söyler, bana da “oğul sen arkamdan ah ebem, ah ebem diye ağlar mısın?”diye de sormadan edemezdi.
Babam, dedemin vefatında çok küçükmüş. Zaman zaman “Ah babam!” der ne kadar özlediğini, doyamadığını anlatmaya çalışırdı. Bu sözleri ebemin yanında dile getirmesi ebemi içlendirirdi. Rahmetli, hasretini gizlediği bir ses tonuyla babama; “Ne yapmış buban, sizi başıma bıraktı, çekti gitti” diye söylenirdi.
Rahmetliyle, bir gün televizyon izlerken babam; “ana, bak bu adam yıllar önce ölmüş ama hayatta gibi konuşturuyorlar” dedi. Teknoloji bu, akıl-sır erer mi? Hele de çileli bir hayattan başka bir görmüşlüğün yoksa.
Biz, ebemin babama “Olacak iş mi oğlum” diyeceğini beklerken, ebem “oğlum benim tarlaları satsak, parasını versek, babanı da konuştursalar böyle” diyerek bizi şaşırttı, babamın gözleri doldu ve hiçbir şey söyleyemedik.
Ebem, her Türk köylüsü gibi gerçekçi bir kadındı, hayat tecrübesinden olsa gerek, kolay kolay her şeyi kendine dert edinmezdi.
Ebemin evi, geniş avlulu, her tarafı tahtadan -hiç çivi kullanılmadan yapıldığı söylenir- yapılmış, tipik bir Türk köy eviydi.
Bayramlarda, ziyrat günü bütün aile köyde ebemin evinde toplanırdı. Ebem, her zaman olduğu gibi o yaşlı haliyle yemekleri yapar, sofaya sofrayı kurar, hepimizi davet ederdi. Laf aramızda, gelinler bile davet beklerdi. “Ah o gelinler!” Hepsi bir araya gelince; birbirlerine iddialarına işe pek yanaşmazlardı. Kimi “kıdemim var” diye düşünür, kimi kendini misafir görür, oturdukları yerden ebemi izlerlerdi.
Rahmetli, müdanesiz bir kadındı, gelinlerinin bu tavırlarına hiç aldırış etmeden işine devam eder, arada bize seslenir; “oğul herkilin üzerinde minder var onları getirin” derdi. Herkes, sofraya bağdaş kurup, yan yan sıralanırken ebem, tencerelere yakın oturur, sofraya tam yanaşmazdı. Her yemek tek tabakta yendiği için tabaklarda yemekler bittikçe tabaklara yemek doldururdu. Kendisi ise, pilav için yağ erittiği tavaya çok az yemek alır, yer gibi görünürdü.
Oğullarından biri “Ana sen niye öyle oturdun, sofraya yanaşsana” dediğinde “Siz doyurun garnınızı oğul. Sizin yediğiniz de benim! Siz yedikçe ben doyuyom zaten” der, hem kendisinden hem oğullarından kahkahalar peşi peşine gelirdi.
Meğer ebem yemek hazırlama safhasında, derin bir tavada tereyağı eritip pilav üzerine döker ve pilavı tellemeden önce o tereyağlı tavaya, tencereyi çevirerek üstten üstten aldığı pilavı koyup tavanın yağ yokuyla iyice karıştırıp bir güzel karnını doyururmuş. Bu nedenle sofrada bizimle oldukça az yermiş. Kendisine oldukça iyi bakardı. Beslenmeye çok önem verir; “Size nasihatim olsun; eğninizi yamalı giyin, ama boğazından sefil kalmayın” diye iki iki tembihlerdi.
Herkes doyduktan sonra gelinler birazda utanma belası, sofrayı toplayıp bulaşıkları yıkarlardı. Bazen ebem, “kız gelin, şu yenlerini geri al, şimdi ıslanacak” diye söylerdi ki iş yapmalarını takip ettiğini belli ederdi. Yani kaynanalığı ele aldığı zamanlarda olmuyor değildi.
Adını taşıdığım için diğer torunlarına göre benimle farklı alakadar olurdu. Ellerimi alırdı elleri arasına, “oğul, sözümü dinle ki sözün dinlensin” der, hayatından kesitler anlatırdı. Şimdi anlıyorum ki bizi bu bilinmez hayata hazırlarmış.
“Oğul, elin açık, gönlün ferah olsun, aç olanı doyur, tok olanı dinle” derdi. “Gittiğin yere saygılı ol ki övülesin, özlenesin, adam evladıymış dedirtesin.” diye öğütler verirdi.
İşte böyle bir hanımdı, vakur, güngörmüş, gözü gönlü tok bir Türk kadınıydı.
Rahmetlinin, bizim konuştuğumuz Türkçeden farklı bir Türkçe konuştuğu dikkatimi çekerdi. Kullandığı birçok kelimeyi ben ilk defa duymuş olurdum. En çok da bize (kız torunlarına) “oğul” diye hitap etmesine şaşırırdım. Kendisine; “Ebe, bize niye oğul diyorsun? Onlara da (erkek torunlarına kastederek) bize de aynı söylüyorsun? Biz erkek miyiz ki?” diye sorduğumuzda, “ne diyecekmişim, siz benim evladım değil misiniz” derdi. Çok sonraları “oğul” kelimesinin Türk dilinin en eski kaynaklarından olan Divan-Lügat’it Türk de ve 730’lu yıllarda dikilmiş olan Orhun Yazıtları (Göktürk Yazıtları)’nda hem kız hem erkek evlat için kullanıldığını öğrendiğimde şaşkınlığım bir kat daha artmıştı. Meğer Sinop’un Durağan ilçesinin Yandak köyünde yaşayan ebem Türklerin bilinen ilk alfabesi olan Orhun Alfabesiyle yazılmış Orhun yazıtlarının diliyle konuşuyormuş da bizim haberimiz yokmuş.
Şimdi, keşke daha dikkatle izlesem ve dinleseymişim, diyorum.
Rahmetlinin, sürekli çektiği tespihini hala saklarım. O tespih, ebemden bana kalan sabır mirasıdır.