BAZI SÛFÎLERİN HATALARI
Prof. Dr. Necdet TOSUN
Tasavvuf tarihine baktığımızda sûfîlerin kaleme aldıkları eserlerde yanlış düşünce veya uygulamalar içinde olan diğer bazı sûfîleri eleştirdikleri görülmektedir.
Ebû Nasr Serrâc Tûsî (ö. 378/998) el-Lüma’ isimli Arapça tasavvufî eserinin son bölümünde “Sûfî Geçinenlerin Hataları” başlığı altında bazı sûfîleri eleştirmiştir. Bazı insanlar tasavvufu sürekli toplumdan uzaklaşıp inzivaya çekilmek, evlenmemek gibi anlamışlar, ya da ruh ve varlık gibi meselelerde yanlış düşüncelere yönelmişler, bunun üzerine büyük mutasavvıflar da eserlerinde onları ikaz edip doğru yola sevketmek için eleştirmişlerdir.
Bu konuda müstakil eser yazanlar da olmuştur. Ebû Abdurrahman es-Sülemî’nin (ö. 412/1021) Galatâtü’s-sûfiyye ve Rûzbihân Baklî’nin (ö. 606/1209) Galatâtü’s-sâlikîn isimli eserleri bunlara örnektir. Yunus Emre’nin: “Dervişlik olaydı tâc ile hırka, biz dahi alırdık otuza kırka” dizeleri de tasavvufu sadece derviş kıyafetinden ibâret zanneden bazı sûfîlere yönelik bir eleştiridir.
Ancak zamanla tasavvufta eleştiri kültürü zayıflamış, onun yerine tekkelerde “teslimiyet” denen ve herkesin kendi idrakine göre içini farklı şekilde doldurduğu bir kavram ön plana çıkmıştır. İlk dönem sûfîlerinden Cüneyd-i Bağdâdî’ye (ö. 298/910): Evliyâ zinâ eder mi? diye sorulduğunda, Cüneyd: “Allah ne takdir etmişse o olur” anlamında“Allah’ın işi, takdir edilen bir kaderdir” âyetiyle cevap vermişti. Ancak sonraki dönemlerde bu düşünce bazı câhil sûfîler tarafından terk edilmeye başlanmış ve: “Enbiyâ ma’sumdur, evliyâ da mahfûzdur” sözü yaygınlık kazanmıştır. Bu söz ile velîlerin Allah tarafından günahtan korunacağı kabul edilmektedir. Manevî ve ahlâkî eğitimden geçmiş bir zâtın, diğer insanlar kadar günaha meyletmeyeceği açıktır. Ancak bu sözü hiç günah işlemez diye yorumlamak da son derece yanlıştır. Sahâbe bile günah işlemiştir. Hırsızlık yapan, zinâ eden, içkiyi terk edemeyen sahâbîlerin rivâyetleri hadis kitaplarında bulunmaktadır. Büyük sûfîlerden Abdülkerîm Kuşeyrî velîlerin mahfuz (korunmuş) olması meselesini “Günahta ısrar etmezler” diye açıklamıştır .
Cüneyd-i Bağdâdî, üstâdı Hâris el-Muhâsibî’ye (ö. 243/837) bazı tasavvufî meseleri sorar, gerektiğinde tartışırdı . Bazı dervişlerin Serî Sakatî’ye itiraz ettiği bilinmektedir. Yani eski sûfîler şeyhe soru sorar, gerektiğinde izah ister, hatta tartışır idi. Ancak sonraki dönemlerde şeyhe soru sormak tekke âdâbına aykırı görülmüş, şeyhe“gassâlin elindeki meyyit” yani yıkayıcının elindeki cenâze gibi teslim olmak sözü ön plana çıkmıştır.
Bu söz açıklamaya muhtaçtır. Hakîkî bir şeyh, insanın hased, kibir, mal sevgisi gibi ahlâkî zaaflarını ve manevî hastalıklarını tedavi etmeye yardımcı olacak bir doktor olarak kabul edilmelidir. Hastanedeki doktora giden kişi onun reçeteye yazdığı ilaçların türüne veya dozuna itiraz etmeyip “doktorun bir bildiği vardır” diyerek teslim olduğu gibi, manevî hastalıkları konusunda bir mürşidin rehberliğine baş vuran ve ona tâbî olan mürid de, şeyhinin vereceği zikrin türüne ve miktarına itiraz etmeyip onun tasavvufî eğitim anlamında yaptığı tavsiyelere teslim olmalıdır.
Ancak hayat, zikir, halvet ve sohbet gibi tasavvufî eğitim unsurlarından ibâret değildir. Kişinin günlük şahsî hayatı, ticareti, ziraati vs. de vardır. Bu tür dünyevî işlerde her zaman şeyhine danışması veya teslim olması gerekmez. Teslimiyet meselesini yanlış anlayan ve abartan bazı câhil sûfîler hastalandığında doktora gitmek yerine önce şeyhine gelebilmekte veya ticârî işlerinde herşeyi şeyhine danışmak gerektiğini zannetmektedirler. Bu düşüncenin de düzeltilmesi gerekir. Derviş, hasta olunca doktora, fetvâ soracağı zaman müftüye, dükkan açacağı zaman ticaretten anlayan arkadaşlarına danışmalı, tasavvufî ve ahlâkî konularda da şeyhi ile istişâre etmelidir. Zaten hakîkî mürşidler haddini bilir, fetvâ soran müridini müftüye veya erbabına havâle ederlerdi.
Şunu da hatırlatmak gerekir ki, Hz. Peygamber (a.s) Müslüman olan insanlardan bey’at ve söz alırken “her hâlükârda itâat ve teslimiyet” üzerine değil, Allah’a ortak koşmamak, hırsızlık ve zinâ etmemek, savaştan kaçmamak gibi belli şartlar ve maddeler üzerine bey’at yani söz almıştır . Hz. Ömer de halife seçilince: Bu vazifemde eğer hata edersem ne yaparsınız? diye sormuş, sahâbeden birisi: Bu kılıç ile seni doğrulturuz, deyince, Hz. Ömer bu cevaptan çok memnun olmuştur . Demek ki, teslimiyet her hususta istenmemektedir. Her hususta tam bir teslimiyet anlayışı, sahte şeyhlerin halkı istismarına kapı aralayan bir anlayış olma tehlikesini barındırır.
Bazı sûfîlerin hata ettiği konulardan biri de şeyhinin her zaman her şeyi bileceğini zannetmeleridir. Ehl-i Sünnet inancına göre evliyânın kerâmeti haktır, gerçektir. Allah bir dostuna bildirirse, o kişi bazı şeyleri Allah’ın bildirdiği kadarıyla bilebilir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Hz. Musa’nın annesine ve arıya ilham edildiği, sâlih bir kula ledünnî ilim verildiği ifade edilmektedir . Ancak bu, “her zaman bilirler”demek değildir. İstikâmet ehli sûfîlerin bu konudaki yaklaşımı şudur: “Cenâb-ı Hak bazen kuluna perdeleri açar, fersah fersah uzakları gösterir, bazen de perdeyi kapatır, o kul önündeki taşı göremeyip takılır, düşer.”
Hz. Peygamber bile ancak Allah Teâlâ’nın bildirdiği şeyleri biliyordu. Bedir savaşı için İslam ordusu Rasûl-i Ekrem’in emriyle Bedir mevkiinde yerleşip saf tutarken bir sahâbî: “Yâ Rasûlallah! Ordunun burada durması size Allah tarafından mı emredildi, yoksa kendi tercihinizle mi burayı seçtiniz?” diye sorunca Hz. Peygamber bu konuda kendisine Allah tarafından bir bilgi gelmediğini, kendi tercihiyle burayı seçtiğini söylemiş, bunun üzerine o sahâbî: “Yâ Rasûlallah! Burası savaş için uygun değildir, ordu başka bir yerde dursa daha iyi olur”demiş, Hz. Peygamber de onun tavsiyesine uymuştur .
Yanlış anlaşılan bir diğer konu “tasavvufî eğitimin zorunluluğu” meselesidir. Her Müslüman ibâdetlerini ihlâs ve huşû ile edâ etmek, nefsindeki kötü huyları temizlemek (tezkiye), gönlündeki Allah ve peygamber sevgisi tohumunu geliştirmekle mükelleftir. Ancak bunları yapmak için mutlaka bir tasavvuf yoluna (tarîkata) girmesi gerektiğini söylemek mümkün değildir. Bir insan Kur’an-ı Kerim’i, hadisleri ve İslâm âlimleri ile sûfîlerinin yazdığı eserleri okuyup amel ederek bu yolda müsbet bir çaba içinde olabilir.
Tarîkatlar, asırlardan beri insanın manevî eğitimiyle meşgul oldukları için bazı pratik bilgilere ve tecrübelere sahiptirler. Bir kişi bu tecrübe ve kültürden istifâde ile daha kısa yoldan mesafe kat edeceğini düşünerek bir tasavvuf yoluna bağlanabilir. Ancak bu şart değildir, olmazsa olmaz değildir.
Bu konuda tasavvufî çevrelerde nakledilen: “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” sözü şöyle anlaşılmalıdır: “Mürşidi yani rehberi olmayan kişinin, rehberi şeytan olur”. Kur’an, bir mürşid ve rehberdir. Hadisler de mürşid ve rehberdir. Bir kimse ne Kur’an’ı, ne hadisleri, ne de İslam âlimlerini veya şeyhleri kendisine rehber olarak kabul etmez, hepsini terk ederse, o kişinin rehberi, mürşidi, şeyhi şeytan olur. Bu cümle böyle yorumlandığında, bir şeyhe bağlanmanın şart olmadığı ortaya çıkar.
Nitekim Nakşbendî şeyhlerinden Yakûb-i Çerhî hazretleri tarikata girmenin şart olduğunu iddia eden bir kişi ile tartışıp ona itiraz etmiş ve delil olarak: “Bugün sizin için dininizi tamamladım” âyetini zikretmişti. Bilâhare bu olayı şeyhi Bahâeddin Nakşbend hazretlerine anlatınca o da Yakub Çerhî’yi onaylamış ve haklı bulmuştur .
Yanlış anlaşılan konulardan biri de bir tarikata giren kişinin o cemaatten ayrılmasının veya günlük zikirlerini icrâ etmemesinin çok kötü ve vebâlli bir şey olduğu inancıdır. Şunu ifade etmek gerekir ki, tasavvuf yoluna giren kişiler için zikir ve sohbet gibi bazı vazifeler vardır. Namaz, oruç gibi ibadetler farz iken, sohbete katılmak ve zikretmek farz değil, nâfiledir. Nâfileleri yapanlar sevabını alır, mânen faydasını görür, yapmayanlar için bir günah veya vebâl yoktur.
Bazı sûfîler bir tarikattan zikir almayı nezr yani adak gibi yorumlamakta ve başladıktan sonra devam etmenin vâcip olacağını öne sürmektedirler. Oysa bir şeyin nezr (adak) olabilmesi için farz veya vâcib türünden olması gerekir. Yani bir kişi “Şu işim olursa şu kadar namaz kılacağım veya kurban keseceğim” derse bu nezr olur ve yapılması gerekir. Çünkü namaz diye bir farz, kurban diye bir vacip vardır. Ama: “Şu işim olursa bir Yâsîn okuyacağım veya şu kadar tesbih çekeceğim” diyen kişinin nezri gerçekleşmemiştir. Çünkü Kur’an okumak veya tesbih çekmek ne farzdır, ne de vaciptir, nâfiledir. Nâfile türünden de adak olmaz.
Zikre başlayan kişinin onu bırakması dinen ve fıkhen câizdir, vebâli yoktur.
Öte yandan zikri bırakmanın mânen kötü ve vebâlli bir iş olduğunun telkin edilmesi, zikre devam edemeyen kişilerin psikolojileri açından da sağlıksız durumlar ortaya çıkarmaya müsaittir. Oysa bir insan zikre devam edemese bile o tarikatın sohbetlerine iştirak ederek mânen bir miktar istifade edebilir, mürîd olmasa bile muhib (sempatizan) sıfatıyla o toplulukta bulunabilir. Özellikle dünyevîleşmenin ve şerrin yaygınlaştığı günümüzde, muhib sıfatıyla da olsa bir kişinin dinî bir grup içinde bulunması, onun manevî hayatı için faydadan hâlî değildir.
Bir kimse başladığı zikri terk etmenin yanısıra, bağlandığı tarikattan istediği zaman tümüyle de ayrılabilir. XV. asrın başlarında yaşayan Hâcegân (Nakşbendî) tarîkatı mensuplarından Muhammed Erzengî şöyle demiştir: “Hâcegân yoluna bey‘at edip bağlanan mürîd istediği zaman rahatça tarîkattan ayrılabilir. Hâcegân tarîkatında mürtedd-i tarîkat (tarikattan çıkmış, kovulmuş) kavramı yoktur”.
Bu konuda bazı tarikat çevrelerinde müridler tarîkatı terk etmesinler düşüncesiyle üretilen abartılı cümlelerin hiçbir hükmü yoktur. Girişi olup çıkışı olmayan yapılar, sadece mafya türü illegal yapılardır. Bir kardeşik ve maneviyat kurumu olan tarîkatların “ayrılırsan vebâli olur” gibi câhilâne cümlelerle mafyaya çevrilmesi, bu irfan ocaklarını ve bu büyük kültürü hiç anlamamaktır.
Tasavvufta yanlış anlaşılan konulardan biri de, cemâat ve tarîkat kavramlarının iyi bilinmemesi ve karıştırılmasıdır. Bazı kişiler, içinde bulunduğu dinî grup tasavvufî özelliğini yitirip cemaate dönüştüğü halde hâlâ tasavvufî eğitim (tarîkat) içinde bulunduğunu zannetmektedirler. Tarîkatların başında silsilesi ve icâzetnâmesi olan bir şeyh bulunur. Cemaatlerin başında ise sadece dinî bir lider bulunur. Tarîkatlarda bazı eğitim usulleri vâsıtasıyla müridin belli manevî mertebelere ulaşması esastır. Cemaatlerde ise böyle manevî mertebeler yoktur. Kişi, cemaat içindeki hizmeti nispetinde cemaatte ön plana çıkar, yükselir. Tarîkatlarda bir fabrikatör, mânen kendisinden daha yukarıda olan bir çobanın karşısında diz çöküp onun sohbetini dinleyebilir. Cemaatlerde ise böyle durumlara pek rastlanmaz. Aksine fabrikatör, o cemaate daha çok maddî yardım sağlayacağı için, hiyerarşik olarak cemaat içinde daha yukarıda olması muhtemeldir. Bir dinî grubun başında tasavvufî icâzetnâmesi olan bir şeyh yoksa, o grup tarikat değil, cemaattir. Böyle bir cemaatte seyr u sülûk denen tasavvufî eğitimden ve manevî ilerlemeden bahsetmek mümkün değildir. Ancak cemaat olarak hayırlı işler yapabilirler.
Şu da bir gerçektir ki, tarikat olmayan veya zamanla tarikat özelliğini yitiren bazı cemaatler, mensuplarına cemaatten ayrılmanın vebâl olduğunu îmâ ederek gerçekte onlar için “yol kesici” olabilmektedirler. Halbuki “Biz sadece cemaatiz, tasavufî eğitim almak isteyenler gerçek bir tarikat bulup bağlanabilir” diyebilselerdi, onların önünü açmış olurlardı. Ama cemaat taassubu (tutuculuğu) çoğu zaman bunu söylemeye engel olmaktadır. Bu cemaat taassubunun en önemli sebeplerinden biri de aşırı kurumsallaşma ve bu kurumsallaşmanın getirdiği cemaat egosudur.
Câhil sûfîlerin hatalarından biri de, gördükleri yalancı rüyaları veya müşâhedeleri gerçek zannederek doğru yoldan ayrılmalarıdır. Bu konuda Cüneyd-i Bağdâdî’nin bir müridinin cinler tarafından kandırılıp çöplükteyken kendisini Cennet bahçelerinde gibi hissettiğine dâir bir menkıbe ile benzer bazı örnekler daha önce “Rüya ve Müşâhede” bölümünde ele alındığı için tekrarına gerek görülmemiştir.
KAYNAK: Necdet Tosun, İrfan Bahçesi, İstanbul 2014, s. 132-139.
Not: Kitapta, yazının dipnotları da vardır.
(ALINTI)