Ben Arif Nihat’sam…
Ben Arif Nihat’sam; kendimi, bir kutlu dâvâya adamış; ömrüm boyunca inançla, azimle ve bütün güçlüklere göğüs gererek, yoluma dikilen karaçalıları çiğneyerek yürüyebilmişsem; Türkçe’yi en güzel kullanan bir şair olduğumu dosta düşmana kabul ettirebilmişsem; Yahya Kemal’den sonra yeni bir halka bekleyen “altın zincir”e eklenmişsem; üstelik, yerime, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Yavuz Bülent Bakiler gibi daha şimdiden zirveye yaklaşan Türklük âşıkı şairler bırakabiliyorsam; uğruna bir ömür verdiğim inançlarım emin ellerdeyse ve her geçen gün büyüyüp gelişiyorlarsa; gözbebeğim gibi sakındığım kutlu gençlik çığ gibi büyüyorsa; şiirlerim, kutlu dâvâya inananların dillerinden düşmüyor ve hiçbir zaman da düşmeyecekse; “Bayrak”ım beklediği rüzgârı bulmuşsa; Eh, ölüm hoş geldi, safâ geldi:
“Ölüm asûde bahar ülkesidir bir rinde”.
Ben, istesem, bu dünyanın nimetlerine garkolabilecekken, elimin tersiyle bir kenara itmişim; “işkembesini doldurup geviş getirmek hayvanların istediğidir; insan olmak bu merhaleden sonra başlar.” demiş ve bu vatana, bu millete Türk milliyetçiliğine, Türk bayrağına âşık olmuşum:
“Ölen hayvan-dürür âşıklar ölmez”.
Yeter ki, gözüm arkada kalmasın, benim. Vatanımın bağrına “nâ-mahrem eli değmesin”; her renkte gördüğüm vatanımı, Allah, bana kızıl göstermesin. Yoksa, ölüm, benim için “son” değil; yeniden doğuştur. “Sıksan şühedâ fışkıracak toprak”, bizi, hiçbir zaman korkutmadı. Toprağı, her zaman, Koca Yunus gibi; Mevlana gibi, ben de ”Tanrı hakikati” bildim; aslım bildim:
“Ben ayımı yerde gördüm, ne isterem gökyüzünde
Benim yüzüm yerde gerek, bana rahmet yerden yağar.”
Konduk; “kubbede bir hoş seda bırakarak” göçtük. “Taneydim; harmana kavuştum, harman oldum; seldim, denize kavuştum, deniz oldum.”
Ne mutlu bana ve benim gibi olabilenlere…
Arif Nihat ASYA
5 Ocak 1975