ÇATIŞAN KÜLTÜRLER
Keşifler Çağında Hristiyanlar, Müslümanlar, Yahudiler
BERNARD LEWIS
Halim KAYA
14.02.2021
Bernard Lewis’in “Çatışan Kültürler” Keşifler Çağında Hristiyanlar, Müslümanlar, Yahudiler adlı kitabını İngilizceden Türkçeye Nurettin Elhüseyni yapmış. Birinci baskısı Ağustos 2020 tarihinde Profil Kitap tarafından yapılmış. Ön Söz, Fetih, Ülkeden Çıkarılma, Keşif, Dizin başlıklı beş bölüm ve doksan altı sayfadan oluşmaktadır.
Bernard Lewis 1492 yılının farklı cihetlerden algılanışını “İber Yarımadası’ndaki Müslüman iktidarının son ileri karakolu Gırnata’nın (Graneda) Hristiyanlarca fethedilmesi ve birkaç ay sonra İspanya’nın her yanındaki Yahudilerin ülke dışına sürülmesi olmak üzere aynı yıl içinde meydana gelen başka bazı olaylara dikkat çekmek, görünüşte birbirinden farklı olan bu olayların nasıl birbiriyle bağlantılı olduğunu göstermek ve bunu yaparken de üç süreci yani fetih, ülkeden çıkarma ve keşif süreçlerini uluslararası, dinlerarası ve hatta denebilirse kıtalararası tarihin oluşturduğu daha geniş bir çerçeve içine oturtmaktı.”(S:7) diye açıklar.
“Modern düşünceye aşinalığı olanlar Batı Avrupa’nın bu yayılmasında özel bir ahlaki kusurun bulunduğunu bileceklerdir; Moğolların, Hunların, Osmanlıların, Arapların ve Azteklerin giriştiği daha önceki görece masum istilalarda bulunmayan bir niteliktir bu –hata aynı dönemde Moskova prensleri de bu şekilde yayılmışlar. ” (S:12) Bernard Lewis Batı Avrupalıları ve Moskova Prenslerinin yayılışları sırasındaki uygulamaları dolayısıyla davranışlarını ahlaki bulmaz, bunlara göre Moğollar, Hunlar, Osmanlılar Araplar, Aztekler daha insancıldır. Ancak Bernard Lewis’in Moğollar, Hunlar, Osmanlılar Araplar, Aztekler için göre iyi saydığı ahlak yanında istila ifadesi kabul edilemez. Başka toprakları, insanları yönetimi altına almak olarak İstila eyleminde bir çapul başıbozukluk ve kural tanımaz bir hal olduğu için İslam tarihinde bu eylem “feth” ile ifade edilmiştir. Feth edilen ülkelerde ekili araziye dokunulmaz, çoluk çocuk, yaşlı ve kadınlara dokunulmaz, cephe gerisindeki insanların katledilmesine müsaade yoktur. Ancak asker olanlarla savaşılır o da aman dilerse savaş esiri muamelesi görür ve bir hukuk vardır.
“Avrupalılar öteki yerlerde, var olan uygarlıklarla karşılaşıp çatışmaya girdiler. Bunlardan, ikisi Batı Yarıküre’de üçü Doğu Yarıküre’deydi. Doğudakiler, elbette, Çin, Hindistan ve İslamiyet’in oluşturduğu büyük uygarlıklardı.(…) Olayların gelişim seyri içinde her üçü de yayılmacı ve fetihçi Avrupa’nın yıkıcı etkisine maruz kaldı.” (S:13) burada bir yanlış var. O da Avrupalılar en azından İslam uygarlığı ile ilk karşılaşmıyordu. Daha önce Endülüs ve Arap Emevi, Abbasi devletleri, Selçuklu ve Osmanlı Türk devletleri ile karşılaşmıştı, bu yenilgilerin sonucu haçlı seferlerine yol açmış ama 1492 yılına kadar bir varlık gösterememişti. İslam medeniyetinin feth ettiği yerler harap edilmemiş, fetihten sonrada imarına devam edilmişti.
“2 Ocak gününde, Katolik hükümdarlar Aragonlu Fernando ile Kastilyalı İsabel’in birleşik orduları İspanya’daki Müslüman iktidarın son kalesi olan Gırnata kentine daha önce varılan teslim anlaşması uyarınca girdiler ve böylece İber Yarımada’sına egemen olmak için Hristiyanlık ile İslamiyet arasında sekiz yüzyıldan beri süren mücadelenin son Hristiyan zaferini kazandılar.” (S:14)
Avrupalıların Hindistan ve Çin hakkında “… bildikleri çok azdı. Çin ve Hindistan bu uzak yerlerden gelen belirli mallarla bağlantılı adlardan öte pek bir anlam taşımıyordu. Gerçek bilgiler, geçmişteki alışverişlerin dökümü ve dolayısıyla yerleşik tutumlar yoktu. Avrupalıların Hindistan ve Çin’e ilişkin sınırlı bilgilerinin yanında, Hintliler ve Çinliler Avrupa hakkında çok daha az şey biliyorlardı; çünkü çok daha az gezgin Batıya yönelik serüvenlere atılıyor ve dönüşte Doğuya çok daha az bilgi getiriyorlardı.”(S:14-15) Avrupa ile İslamiyet arasındaki karşılıklı bilgiler karşılıklı kültürel bilgilerken Avrupa ile Hindistan ve Çin arasındaki bilgiler serüven seven gezginlerin gördüğü garip hikâyelerden ibaretti. Bernard Lewis tam İslam medeniyeti, Hindistan ve Çin medeniyetlerinden bahsederken ilgisiz bir şekilde “Ve haliyle Avrupa ile Amerika halkları arasında –belki de mutluluk verici- toplu bir karşılıklı cehalet söz konusuydu” (S:15) diyerek Batı be Amerika arasında karşılıklı bilginin de olmadığını ifade ediyor. Kitap da konular arasında ilişki kurulmadan veya açıklama yapılmadan bir kanaat bildiriliyor, başka bir konudan alakasız bir şekilde bilgi veriliyor.
Bu cümlede yer ile dini karşılaştırıyor.“İslamiyet ile Eskidünya’nın öteki iki uygarlığı (Çin ve Hindistan) arasında önemli, daha doğrusu can alıcı bir fark da vardır. Çin bir yer, Hindistan bir yer, İslamiyet ise bir din dindir. Çin ve Doğu Asya, Hindistan ve Güneydoğu Asya ve burada bunlara ekleyebileceğimiz Kolomb-öncesi Amerika uygarlıkları çok ileri ve çok gelişkin düzeye varmış olabilir; ama bunlar bölgesel uygarlıklardı ve öyle kaldılar.” (S:15) Bernard Lewis burada İslamiyet, Çin ve Hindistan karşılaştırması hususunda coğrafya ve din olarak doğru bir tespit yaparken, yanlış bir yorum yapmış ve Hindistan ve Çin’in dinlerinin olduğunu hesap edememiş, ya da gözden kaçırmıştır. Prof. Dr. Yılmaz Özakpınar hocanın Medeniyet tarifine göre her medeniyet bir inanca dine dayanır. İslam, Hristiyan, Yahudi medeniyeti olduğu gibi, her ne kadar batıl bir din olsalar da Budizm medeniyeti ve Hinduizm Medeniyetinden bahsedilebilirdi. Budizm Medeniyeti ve Hinduizm Medeniyetinin yerel kalmalarının nedeni de aslında bu dinlerin evrensel bir din olmamasıdır. Yukarıdaki tespiti yapıp yazan Bernard Lewis bir paragraf sonra “Etnik Temelde tanımlanmış ve coğrafi temelde sınırlanmış bu uygarlıkların tersine, İslam, inançları, kendini algılayış biçimi ve emelleri bakımından ilke olarak evrenseldi.” (S:15 yaparak bizim bir önceki paragrafına yaptığımız eleştiriyi tasdik edici bir cümle yazıyor. Bernard Lewis’e göre ortaçağ boyunca İslam evrensel bir din olma özelliğini oldukça ileri bir noktaya vardırmış ama “Hristiyanlık ise evrenselci hedef ve iddialarına karşın temelde Avrupa dini olarak kalmıştı” (S:16) diyerek Hristiyanlığı da Çin’in Budizmi ve Hisdistanın Hinduizm gibi bir coğrafya dini seviyesine indirgiyor. Aslında Avrupa’nın yaptığı Haçlı seferlerine rağmen Hristiyanlık için Ortaçağ boyunca bu tespiti doğru bir tespittir.
Bernard Lewis İslamiyet hakkındaki sıralamaya devam eder; “İslam uygarlığı ise tam tersine, üç farklı kıtada birçok farklı ırk ve kültürden gelme insanları kucaklaması bakımından evrensel olarak nitelendirilebilecek ilk örnekti. Uzun bir dönem boyunca İspanya ve Güney İtalya’da, Rusya bozkırlarında ve Balkan Yarımadası’nda varlığını sürdürmüş olması bakımından Avrupalı bir özelliğe vardı. Asyalı ve aynı zamanda Afrikalı oluşu apaçık ortadaydı. Beyaz, siyah, esmer ve sarı tenli insanları kapsıyordu. Egemen olduğu topraklar Avrupa’nın Güneyinden Afrika’nın ortasına ve Asya içlerine ve nihayet Hindistan ve Çin sınırlarının ötesine uzanıyordu.” (S:16) sadece İslamiyet’in hak din olduğunu söylemez, ama özet olabilecek en kısa ve doğru tespitleri yapar. Peşine de ekler “Hristiyanlık âleminin komşusu, rakibi ve çoğu zaman düşmanıydı.” (S:16) bu düşmanlığa Haçlı seferlerini düşünüp katmadan zimmî olarak İslam’ı saldırgan olarak gösterir.
Budizmin de evrensel bir din olduğunu ancak misyoner özelliğini çok önce kaybederek Doğu ve Güneydoğu Asya’yla sınırlı bir bölgesel din haline geldiğini söyleyen yine İslam’ı saldırgan bir din olarak göstermeye devam eder. Hristiyan misyonerlerle bir tutup İslam’ı yaymak için çalışanlar hakkında misyoner olarak söz ettikten sonra, Misyonerleri ve tüccarlarının dünyanın her tarafına İslam’ı yaymak için gitmeye yönelten inanç ve hırstan başka bir saikten bahseder “Müslümanlıkla karşı karşıya kalan Orta çağ Hristiyan Avrupa’sında belki bunların ikisinden de daha zorlayıcı olan üçüncü bir dürtü vardı: korku.” (S:17)der. Yani Hristiyanların Müslümanlaşmasının etkenlerinin misyonerler, tüccarlar ve korkuları olduğunu söyler. Doğrudur yıllarca Avrupa İslam dini karşısında ilkeleriyle tutunamayınca halkını evrensel ve humanist İslam’dan uzak tutmak için bir İslam ve Türk korkusu aşılamıştır. “Kabaca bin yıl boyunca, yani Müslüman orduların 7. Yüzyıl başlarında Doğu Akdeniz’deki Hristiyan topraklarına yönelik ilk saldırısından Türk ordularının 1683’te ikinci ve son kez Viyana surları önünden geri çekilmesine değin geçen sürede Hristiyanlık âlemi İslamiyet’in sürekli ve yakın tehdidi altında yaşadı.” (S:17)
Müslümanların Hristiyan dünyadaki ilerleyişinin üç farklı noktada olduğunu birincisinin 8. Yüzyılın ilk yarısında başladığını ve İspanya, Portekiz, Güney İtalya ve hatta Fransa’nın bazı kesimlerini içine alan etkisinin 1492 yılında ki son Müslüman devlet Gırnata’nın yenilgiye uğratılıp yok edilişine kadar sürdüğünü, ikinci dalganın Rusya ve Doğu Avrupa’nın Altınordu Moğol devletinin İslam dinini kabul etmesiyle Moskova ve diğer Rus Prensliklerinin İslam hükümranlığını tanımak zorunda bırakarak Doğu Avrupa’nın Hrisitiyanların yeniden karşı saldırıya geçmeleriyle Müslüman Tatarların Rusya’da çekilmelerine kadar sürdüğünü, üçüncü dalganın da Selçuklularla başlayıp Osmanlı ile devam eden İstanbul’un fethi ve Balkanlarda kuvvetli bir imparatorluk kurulduğunu ve bunun ikinci Viyana kuşatmasına kadar sürdüğünü, ayrıca bu sürede Kuzey Afrika Berberi korsanlarının Britanya Adaları’na İzlanda’ya kadar denideki cihadı taşıdıklarını söyler.
Bernard Lewis’e göre “Avrupa’ya yönelik bin yıllık Müslüman tehdidi, askeri ve dini olmak üzere iki yönlü, yani fethe ve din değiştirmeye dönük bir tehditti” (S:18)ancak halkını Hristiyan olarak korumak isteyen “Hristiyan Avrupalı bilginler rakip dini anlamak için büyük çalar gösterdiler;”(S:18) amaçları da “karşı dini çürütmek ve kendi cemaatlerini korumaktı.” (S:18) bunun için de Müslüman Yönetimlerin Hristiyan cemaat ve önderlerine gösterdiği hoşgörüyü kullandılar. Müslüman Yönetimlerin gösterdiği hoşgörüye ve Hristiyan Bilginlerin cemaatlerini korumak için yaptıkları bütün çalışmalara rağmen “önemli sayıda insan fatihlerinin inancını gerçekten benimsedi.” (S:19)
Bernard Lewis Ortaçağ boyunca Müslümanlar ile Hristiyan tolum arasından ortak yönler “İslamiyet’in ve Hristiyan âleminin birlikte sahip çıktığı büyük bir miras vardı ve bu büyük miras da ortak kaynaklara dayanıyordu: Eski Yunan bilim ve felsefesi, Roma Hukuku ve devlet yönetimi, Yahuda’nın etik tek tanrıcılığı ve bütün bunların ötesinde derin kökler salmış olan antik Ortadoğu kültürleri.”(S:21) olduğu gibi farklılıklarında olduğunu ”Ortaçağ Hristiyanlığı ile Ortaçağ İslam’ı arasındaki bir karşılaştırma, İslam dünyasının antik uygarlıktan modern uygarlığa geçmek için yetkin yolu sunduğunu kesinlikle gösterecektir.”(S:23) ancak “İslam dünyası varlıklı ve genişti; birçok değişik halkı ve büyük bir kaynak zenginliğini barındıran uçsuz bucaksız bir alan kaplıyordu. Batı Hristiyan âlemi gibi, o da Helen uygarlığının mirasına sahip çıkıyordu; ama bilim ve felsefesini daha büyük bir maharetle değerlendiriyordu ve öteki uygarlıklarla bağları ve kendi yaratıcı girişimleri aracılığıyla bu mirası büyük ölçüde zenginleştirmişti.”(S:23) Müslümanların bu konuda daha önde olduklarını söyler. “Ortaçağ Avrupa’sı yalnızca alan bakımından küçük değildi, bakış açısı da dardı. Öteki dinler bir yana, kendi dininin çeşitli biçimlerine karşı bile belirgin bir biçimde hoşgörüsüzdü. Oysa İslam dünyası bileşimiyle çeşitliliğiyle, karakteriyle çoğulcuğa sahipti. Müslümanlar kendi içlerinde ibadet ve hatta inanç bakımından önemli farklılıklara hoşgörüyle bakmaya yatkındı; onayladıkları öteki dinlere toplumda bilirli bir yer vermeye de razıydı.” (S:23)
Bernard Lewis namuslu bir oryantalist ya da müsteşrik bilim adamı olarak “İslam toplumu gerçekten de hoşgörü bahşetmekte ve öteki dinlerden insanlarla bir arada yaşamaya rıza göstermekteydi; az sayıdaki kısıtlamaları ve ehliyetsizlik durumlarını kabul etmek karşılığında, bu insanlar dinlerinin gereklerini serbestçe yerine getirme ve kendi iç işlerini serbestçe yürütme hakkından yararlanabiliyorlardı.” (S:24) ifade ederek devamında Hristiyan dünyanın bu duruma Din Savaşlarından sonra kavuştuğunu da ekler. İber Yarımadası’ndaki Müslüman hoşgörüyle Hristiyan ve Yahudilerin varlıklarını devam ettirdiklerini ve gelişme imkânı bulduklarını ancak Hristiyanların Yarımadayı yeniden geriye aldıklarından sonra “hem Yahudiler hem Müslümanlar açısından getirdiği sonuçlar çok iyi bilinmektedir” (S:24) diyerek açık olarak ifade edemediği Endülüs soykırımını işaret etmektedir. Geniş İslam coğrafyasında yaşayan milletlerin kendi dillerinin yanında ortak dil olarak Arapçayı hem konuşma hem de yazı dili olarak kullanmasını Avrupa’nın zengin dil farklılığı yanında bir eksiklik olarak görürü. 14. Yüzyılda Reşidedin’in kaydettiği Frankların 25 ayrı dil kullandığı ve aralarında birbirlerini anlayıp anlaşamadıklarını aktarır.
Müslümanlar ile Hristiyanlar arasındaki güç değişimi 15. Yüzyılda başlar ve uzunu yüzyıllar devam eder. Batı yükselirken İslami gücün sönüşü gittikçe artan eşitsizliğin ortaya çıktığı savaş gücü ve silah donanımıydı. “Müslümanların daha fazla ileriye gitmesini önleyen şey düşmanlarının direnişinden çok, kendi sistemlerinde ve özellikle de çok yayılmış ulaşım hatlarında gittikçe artan sıkıntılardı. Silah donanımları hasımlarınınki kadar iyiydi ve hatta bazı durumlarda yenilikçiydi; sözgelimi Ortadoğu’da bolca bulunan petrolün, patlayıcı karışımlarında kullanılması yeni bir olguydu. Uygun tasarlanmış kaplara konan bu patlayıcılar hem deniz savaşlarında hem de kuşatmalarda top güllesi işlevi görmekteydi.” (S:25-26) Balkan Harbi Hatıratını yazan Hafız hakkı Paşa Bozgun adlı kitabında ordunun ve teçhizatın hem cepheye taşınması ve yaralılar ile çekilme anında cepheden geriye hızlı bir taşınmasının elzem olduğunu söyler ve Balkan Bozgunun sebeplerinden birini de Lojistik olarak görürü.
Müslümanların cihad, şehit, savaşta ölenlere cennet gibi gazayı tavsiye eden hususların Hristiyanlıkta da olması gerektiğini düşünen Papa IV. Leon ve birkaç on yıllar sonra Papa VIII. Johannes “dinini savunma uğruna çarpışanlara ve bu mücadele sırasında ölenlere günahlarını bağışlama sözünü verdi.” (S:26)
“Şimdilerde sık sık saldırgan emperyalizme dönük bir erken Batı serüveni olarak yorumlanan Haçlı Seferleri” (S:27) den sonraki zamanlarda “Hristiyan âleminin lehine olan eşitsizlik gittikçe daha da büyüdü. Hristiyan zaferleri büyük ölçüde üstün silah donanımını ve teknolojileri ile bunları destekleyen daha güçlü ekonomilere dayanmaktaydı. Uzakdoğu’da icat edilen barut, anlaşıldığı kadarıyla burada esas olarak havai fişek gösterileri için kullanılmaktaydı. Ortadoğu’yu atlayarak getirildiği Avrupa’da ise yeni ve ölümcül bir amaca, ateşli silahlara uyarlandı.”(S:28) eşitliğin bozulduğunu ve daha sonra bu ateşli silahın Hristiyanlar tarafından Müslüman ve diğer düşmanlarına karşı kullandıklarını ve bunun Hristiyanlara büyük üstünlük sağladığını söylemektedir. Ancak daha önce Müslümanların üstün olduklarını söyledikleri zaman ve burada müphem bir nokta vardır; zaman ya da devir. Net zaman tasnifi yapmaz Bernard Lewis, bu durum da kendisinde bazen Müslümanları bazen Hristiyanları üstün gösterdiği bir tutarsızlık olarak algılanmasına sebep olabilir. Bernard Lewis, İbn Zünbül’ün Mısır’ın Fethi üzerine yazdığı tarihinden Osmanlıların ilk ateşli silahı kullandığını aktarır ancak onlarında “Batı Teknolojisine bağımlı” olduklarını ve “topçu birliklerinin donarım ve yönetimini, gittikçe artan bir ölçüde, batılı dönmelere ve paralı askerlere bırakmışlardı.” (S:30) diyerek ateşli silah teknolojisi geliştiremediğini ifade eder. Bu üstünlüğün denizlerde de Batı’ya geçtiğini “batı Avrupa gemileri Atlantik sularında seyretmek üzere inşa edilmişti; bu bakımdan Müslümanların Akdeniz, Kızıldeniz ve Hint Okyanusu için inşa ettikleri gemilere oranla daha büyük ve daha sağlamdı. Manevra yeteneği daha yüksek olan Avrupa gemileri daha uzak mesafelere gidebilmekte ve hepsinden önemlisi çok daha ağır teçhizatı taşıyabilmekteydi.(…) Müslüman tekneleri hız ve manevra bakımından da kuzeyin daha fırtınalı denizleri için inşa edilmiş gemilerin gerisindeydi.” (S:30) Teknolojideki üstünlükleri silahlardan başka alanlarda su ve yel değirmenleri ve bunlar ile enerji üretiminde, matbaa teknolojisinde geri kalan İslam ülkelerinin özelikle ateşli silah ve matbaa kullanımında din tesiriyle geri kaldığını, kul toplumu olan Müslümanların değişime ayak uyduramadığını ve kul toplumuna sık sıkıya bağlı olan bir özellik olarak kadını ikinci planda tutulması gibi konularda Avrupa’dan geride kalmanın sebepleri olarak görür. “Batı uygarlığı kadınların varlığından dolayı zengindi; Müslüman uygarlığı ise onların yokluğuyla daha yoksuldu.” (S:33) nüfusun yarısının sosyal hayatta kullanılmadığının fakirlik olduğu tespitini yapar. Batının üstünlük yönündeki değişimi Fransız tarihçi Bernard Vincent söylediği Kastilya lehçesinin standart İspanyolca olarak benimsenmesinin dilde birlik sağlanmasının “İspanyol-Amerikan uygarlığının ortaya çıkmasına ve olgunlaşmasına” (S:34) büyük katkıda bulunduğunu söylemektedir.
Bernard Lewis “İslamiyet kendi Rönesanssını 10. Ve 11. Yüzyıllarda, Antik çağ biliminin yeniden canlanmasıyla ve yeni bilim anlayışının yaratılıp yayılmasıyla yaşadı. Avrupa’ya özgü Rönesans, İslam topraklarında hemen hiçbir etki yaratmadı ve Türk tarihçi Adnan Adıvar’ın sözleriyle, “bilimsel akım ilahiyat ve fıkhın setlerine çarpıp dağıldı.” İslam dünyası 15. Ve 16. Yüzyıllarda Rönesanssın yüzünü görmediği gibi bir Reform hareketi de yaşamadı.” (S:35) acı tespitiyle kitabının feth bölümünü bitirir.
İtalya Venedik’te 13 Nisan 1602’de bir vatandaş cumhuriyet yönetimine kenti ziyaret eden Türk tüccarlara yiyecek ve barınak sağlayan “Fondaco dei Turchi”nin kurulmasının sakıncalı ve tehlikeli olduğuna dair bir dilekçe verir. Dilekçe sahibine göre “Tek bir yerde çok sayıda Türk’ün varlığı kaçınılmaz olarak bir caminin inşasını ve Muhammed’e tapılmasını gerektirecekti. (…) Fondaco Türklerin siyasal tasarılarını kolaylaştıracaktı. Böylelikle “tek bir padişahın yol gösterdiği ve büyük bir deniz gücüyle donanmış” Türkler, “bir reis ya da hükümdardan yoksun” ve “dünyanın ayaklar altına aldığı” Yahudilere oranla Venedik’e çok daha fazla zarar verebilirdi.”(S:37)
“Ortaçağ Batı dünyasında yaygın olan bir hikâye daha da ileri giderek, Muhammed’i, papalık seçiminde bir tarafa itilmesine çok içerleyerek Arabistan’a giden ve orada rakip bir dini başlatan dönme bir kardinal olarak gösteriyordu.” (S:38) Avrupa yıllarca halkına Hz. Muhammed’i papazlıktan dönme bir din adamı olarak tanıtır. Bazen de İslamiyet’i Hristiyanlığın “erken dönem Reform hareketi” gibi sunuyorlar. Hristiyanların “Müslümanlarla Yahudileri kilise ve din düşmanları olarak göstermek çok daha eski ve çok daha yaygındır; bu anlayışın kökleri en azından Birinci haçlı Seferi dönemine kadar inmektedir.” (S:38)
Haçlı seferleri sırasında Hristiyan askerlerin tarihini yazan dönemin İbrani tarihçisinden Yahudi düşmanlığını “Yahudilerin oturduğu kentlerden geçerken şöyle dediler: “Bak şimdi, kâfir mabedini arayıp bulmak ve İşmaeloğullarından intikamımızı almak için uzun bir yola koyuluyoruz; oysa burada tam da içimizde atarlı O’nu haksız yere katledip çarmıha germiş Yahudiler bulunuyor. İntikamımızı önce onlardan alalım, İsrail adının bir daha hatırlanmamasını sağlamak üzere ülkelerimizde onların kökünü kazıyalım ya da onlara kendi dinimizi kabul ettirelim.”(S:39) şeklinde aktaran Bernard Lewis 11. Yüzyıl sonlarından itibaren başlayarak Yahudilerin Orta ve Batı Avrupa’da din değiştirme ya da ölme arasında seçim yapma arasında kaldıklarını, halkı bu duruma teşvik edenlerin Haçlı seferine çıkmaya çağıran kişiler ya da yetkili makamlar olduğunu, 15. Yüzyılın Fransisken vaizi ve Engizisyon yargıcı Joao de Capistrano olduğunu da söyler.
“Hristiyanlık adına geri alınmış olan yeni topraklarda Yahudiler ve Müslümanlar, güçlükle kazanılmış olan Hristiyan birliği ve bağımsızlığı için sürekli bir tehdit olarak görülmekteydi. Batı Avrupa’da Yahudiler ile Mağribiler, Doğu Avrupa’da da Yahudiler ile Türkler polemik yazılarında, vaazlarda ve hatta yerel birimlerin, kralların ve papaların yasal düzenlemelerinde genellikle Hristiyan aleminin düşmanları olarak birlikte anılmaktaydı.” (S:40) Kısaca kültürler çatışmıyor Hristyanlar Mağribîleri, Yahudileri ve Türkleri kendilerine düşman görüyorlardı.
“Müslüman ilerleyişi sırasında dönmeler arasında çok güçlü olan İslamiyet’in çekiciliği, geri çekilmeleriyle birlikte zayıflamaya yüz tutmuştu. Osmanlıların olağanüstü zaferleri bile, halifelerin daha önceki zaferlerinde olduğu gibi fethedilen topraklarda çok sayıda insanı İslamiyet’in kesinlikle Allah’ın hakiki dini olduğuna inandıramamaktaydı.” (S:42) tespitinde Bernard Lewis kısmen Hristiyanların bütün yapıp ettiklerinden dolayı Batı Avrupa’da Müslüman kalmaması hususunda haklı olmakla birlikte Osmanlı konusunda yanılmıştır. Osmanlının fethettiği Balkanlarda ya da Doğu Avrupa’da Boşnaklar ve Pomaklar Müslüman olmuş ve Müslümanlar ya da Osmanlı yani Türkler bu topraklardaki egemenliklerini kaybedeli bir asrı aşkın zaman geçmiş olmasına ve Hristiyanların ütün zorlamalarıma ve soykırımlarına rağmen hala Müslümanlığını muhafaza etmektedirler.
31 Mart 1492 de Yahudilerin İspanyadan çıkarılma Fermanı ile İspanyada çıkarılması, ilk değil en iyi bilenindi. Daha önce 13. Yüzyıl ve 14. Yüzyıllarda Napoli, İngiltere ve Fransa krallıklarından, birçok şehirden ve prenslikten kovulmuşlardı. İspanya’dan kovulmak son olmadı, 1496’da Portekiz Yahudileri ve onlara sığınan yüz bin İspanyol Yahudi’si çok daha sert bir sınır dışı etme eylemiyle karşı karşıya kaldılar. “Böylesine ıstırap verici seçeneklerle karşı karşıya kalınca, çok sayıda İspanyol ve Portekiz Yahudi’si kendisine dayatılan inancı dışarıya karşı kabul etme ve özel yaşamda reddetme tutumlarını birleştirerek, sorunlarına rahat olmayan ve tehlikeli bir çözüm buldu. Dönmeler resmi olarak conversos ya da nuevos cristianos (yeni Hristiyanlar) olarak anılıyordu; gayri resmi olarak ise çoğunlukla viejos cristianos (eski Hristiyanlar)tarafından marranos olarak nitelendiriliyordu. Asıl anlamı “domuz” olan ve mecazi bakımdan (domuzca karaktere ve huylara sahip bir kişi)yi ifade eden İspanyolca marrano sözcüğü, zaman içinde özellikle gizlice Yahudi ibadetini sürdürdüğünden kuşku duyulan yeni Hristiyanlar için kullanılır hale geldi. Bu anlamda marranizm, yani gizlice bir inanca bağlı kalırken görünüşte başka bir inancı kabul etme, hiçbir biçimde İber Yarımadası’yla sınırlı değildir; başka zaman ve mekânlarda birçok benzer örneği vardır.”(S:45) Yahudilerin askeri bir gücü olmaması kendilerine yönelen bir tehlike karşısında dönmelik yolunu sık sık tercih etmiş oldukları görülmektedir. Osmanlıda toplum düzenini sağlamak için adli bir müeyyide uygulamasından kurtulmak için bile Sebetaycılığı tercih etmişlerdi. 1992 de sadece İstanbul’da Yahudilerin İspanyadan çıkarılışının 500. Yılı kutlandı. “haliyle bu kutlama Yahudilerin İspanyadan ayrılmasıyla değil, Türkiye’ye varmasıyla ilgiliydi.”(S:46) “1555-1556 papalığa bağlı devletlerden Ancona’da açıkça bu tarzda yaşayan bir grup Portekizli Yahudi’nin, marrano olmakla suçlanması ve dinden çıkma suçuyla yargılanmasıydı. Soruşturma sırasında itirafta bulunarak yeminle Yahudilikten vazgeçenler, kalyonlarda ömür boyu kürek çekme cezasına çarptırılarak ödüllendirildi. Geriye kalan yirmi dört erkek ve bir kadın devlet yetkililerine teslim edildi ve ardından da boğularak öldürüldü. Osmanlı imparatorluğunun ser diplomatik müdahalesi bile serbest bırakılmalarını sağlamadı.”(S:48) Müslümanların silahlı güçleri olsa da cephe gerisindeki insanların can güvenliği açısından emin olması gerekirken buna bile dikkat etmemiş topyekûn bir cezalandırmayı tercih etmişler hatta Yahudilerin silahlı gücü olmadığı, devlete isyan gibi bir suç da işlemedikleri için onlar tamamen savaş suçu dışında değerlendirilmesi gerekirken topluca cezalandırılma yoluna gidilmiştir.
Yahudilere Avrupa baktığı gözle bakmaya Osmanlı 16.yüzyılda Macaristan’ın bir bölümünü feth edince kendi Yahudilerini beraberinde getirmiş ve Macar Yahudilerine de Osmanlı topraklarına gitme çağrısı yapmıştı. “1686’da Macaristan’dan ayrılırken kendi Yahudilerini geri götürdüler.”(S:52) Macaristan’dan çekilirken Yahudilerin güvenliğinin sağlanması, Osmanlı topraklarında uygun yerlere yerleştirilmeleri hususunda padişah fermanları vardır. Türkler Yahudileri tehlike olarak görmüyordu. Yeni fethedilen yerleri İslamlaştırmak için Müslüman nüfus götürüldüğü gibi ülkenin imarı için, ticareti geliştirmek ve güvenliği için devlete sadık tebaa olarak gördüğü Yahudiler sınıra yeni fethedilen yerlere Macaristan’a götürülüyordu. “Aslında Osmanlı Padişahlarının yönetimi altındaki birçok farklı etnik ve dinsel grup arasında, yalnız Yahudiler bu yönetimi gönüllü benimsemişlerdi.”(S:55)
“Ren bölgesindeki kıyımların Haçlı Seferleri için bir prova olduğu doğruysa, Yahudileri İspanya’dan kovmanın da Müslümanları ülkeden atma açısından benzer bir işlev gördüğü söylenebilir.”(S:55)
Hristiyanların egemenliğine girmeye Yahudiler için efendinin değişmesi diyen Bernard Lewis Müslümanlar için egemen konumdan bağımlı konuma geçiş anlamına geliyordu der. Ve Hristiyan egemenliği altında yaşamayı kabul eden Müslümanlara Arapça müdeccen ya da ehlü’d-decn sözcüklerine dayanan İspanyolca mudejar adının verildiğini ve bunun da manasının “ vahşi hayvanat”ın karşılı olarak “uysal ya da evcil hayvanat” anlamına geldiğini ve aşağılama ifade ettiğini de ifade eder.
“İspanya’da Yahudilik ve İslamiyet’in yok edilmesinden sonra, her iki topluluktan da geçmişteki başarıların ve acıların anılarını korumaya çalışan bazı kimseler çıktı.” (S:659 diyen Bernard Lewis dah sonra edebiyat, tarih olarak İspanyadaki Yahudi ve Müslüman geçmişin yaşatılmaya çalışıldığını, bu konuda da dünyada bir akım başladığını ifade eder.
Hristiyan dünya “Müslüman gücünün doğu ve güney sınırlarının dışındaki uzak topraklarda dindaşlar, ticaret ortakları ve belki de müttefikler bularak İslam dünyasını arkadan kuşatma gibi çok daha iddialı ve hiçte yeni olmayan bir hedefi vardı. Müslümanlara karşı ikinci bir cephe açmaya ilişkin sürekli görülen rüya, Avrupa’da Ortaçağ boyunca hem devlet adamlarının hem de yazarların aklından hiç çıkmadı.bu rüyanın ifadesini bulduğu anlardan biri Moğollarla, Etiyopyalılarla ve hatta Şii İranlılarla ilişkiler geliştirmeye yönelik girişimlerdi. ” (S:69) Hatta bu rüyada o derece ileri gittiler ki bir efsane olan “Vaftizci Yahya”dan medet umar oldular. “Modern tarihçiler bu garip hikâyenin gerçek bir olayı yansıttığı konusunda görüş birliğindedir. Söz konusu olay Eylül 1141’deSemerkand’ın doğusunda Katvan’da yapılan ve Büyük Selçuklu Sultanı Sencer’in, Moğollarla akraba bir Doğu Asya halkı olan Karahitaylar karşısında ezici bir yenilgiye uğramasıyla sonuçlanan çarpışmadır. Hristiyanlar’ca alınmış olan Şam’ı geri alan Müslümanlar bu umudu bitirdi. Hristiyan vaizlerin ve Hristiyan diplomatların bütün çabalarına rağmen Hristiyanlığı tercih etmeyip Müslüman olan Moğollar Hristiyanların umutlarına büyük bir darbe indirmiş, ayrıca Müslümanlara yeni bir güç ve zindelik katmışlardır.
İkinci cephe açma girişiminden vazgeçmeyen Hristiyan Avrupa Afrika’daki Etiyopya ile gizli görüşmeler sürdürür ki asıl amacı bir saldırı başlatarak “Müslümanları alt edip İslamiyet’e son vermek”(S:72)tir. 1428’de İranlı bir tüccar casusluk yaparken yakalanır ve yargılanıp idam edilir. “Vasco da Gama’nın, hedeflerini açıklarken baharatı Hristiyanlar’dan sonra belirtmesi şaşırtıcı değildi.” (S:72) Bernard Lewis, Vasco da Gama’nın Doğu seferinin asıl amacını n ticaret değil de Hristiyan müttefikler bulmak veya Hristiyanlığı yaymak olduğunu ima eder.
“Avrupa kendi başına Avrupa oldu. Amerika’yı da Avrupa keşfetti ve bir bakıma yarattı; çünkü Kuzey Kutbu’ndan Antartika’ya kadar Batı Yarıküre’sindeki bütün devlet biçimleri bir Avrupa modeline göre kurulmuştur ve kendilerini bir Avrupa diliyle ifade ederler.” (S:76)
Müslümanların dünyayı nasıl ayırdığını ve isimlendirdiğini Merak eden Bernard Lewis Arapça, Farsça, Türkçe İslam dilerlinde dünyanın coğrafi literatürde ayırmada “iklim”in esas alındığını ve “klasik Müslüman yazarlar -, modern çağda bizim yaptığımız gibi bu ayrımlara ırkî, kültürel ve hatta tarihsel özellikler yükleme hatasını işlememekteydi.” (S:78) diyerek isimlendirmelerde dini, kültürel, etnik ya da siyasal çağrışımlar kullanmadığını ve tamamen coğrafik isimler kullandığını da itiraf eder.
Hristiyan ve Müslümanlar kendilerinin önemli rakipleri olduklarını itiraf etmedikleri gibi “Hristiyanlar düşmanlarından Müslümanlar olarak söz etmek yerine, etnik terimleri kullanmayı yeğ tutmakta ve onları Avrupa’nın farklı kesimlerinde Mağribi ya da Serazen, Türk ya da Tatar adlarıyla anmaktaydı. Aynı şekilde Müslümanlar da Avrupa’nın sakinlerinden ve hatta Avrupa’dan gelmiş olan Haçlı askerlerinden söz ederken, onları Rum, Frenk ya da Slav olarak adlandırmaktaydı.” (S:79) Müslüman ve Hristiyan olarak ifade etmeyip daha küçük bir parçayı temsil eden etnik kökenlerine göre isimlendirdiğini söyler. Bizde bu isimlendirmenin yapılmasının her iki taraf arasındaki mücadeleyi her şeye rağmen toptan bir dinler savaşı olarak görmediklerinin de zimmî itirafı olacağını söyleyebiliriz.
“Avrupalılar öteki halkları alt etmeye, boyunduruk altına almaya ve soymaya koyulurken, yalnızca komşuları ve selefleri tarafından önlerine konmuş örneği izliyor ve aslında insanoğlunun ortak alışkanlığın a uygun davranıyordu” (S:86) Bernard Lewis kolaycı bir yaklaşımı tercih ederek selefleri ve insanlığı suçlama yolunu seçmiştir. Hristiyanların cennetten çıkarılma konusunda ilk insan Hz Âdem’i suçlamaları ve dünyada günah insanların işlemesi hususunda günahkârlığın sebebi olarak göstermeleri gibi bir toptancılık yoluna başvurmuştur.
“Batıya ait olan bizler elbette küstahlık ve tahakkümden, saldırganlık ve sömürüden, boyun eğdirme ve köleleştirmeden, cinayet ve çapulculuktan dolayı suçluyuz”(S:90) der ve bunları hafifletici neden olarak bunların “hoş görülebilir şeyler olduğu” ve “Tanrı’yı memnu edici ve ilahi hukukun buyurduğu” şeyler saydıklarını ve bu düşüncelerle işlediklerini zimmî olarak itiraf da eder.
Yenidünyanın tarihini 1492 de başladığını ve bu gün 20. Yüzyılda Batı uygarlığının tartışmasız lideri ve Batı uygarlığını yıkmaya çalışan iç ve dış düşmanlara karşı onu savunan başlıca ülke olduğunu ve “Her gün “Kahroldun Amerika” diye bağıranlar bile, böyle bir istekleri olsa da bu amaca ulaşma gücünden kesinlikle yoksun”(S:90) olduklarını ve onların Amerika’yı yok edemeyeceğini ama “Amerikan toplumunda görülebilen belirli yönelimlerin bu noktaya varması halinde, bir intihara yardım edebilir” (S:90) diyerek Amerika’nın yıkılışını içerden olacağını ifade etmektedir.
Batı olarak bizden farklı olanlara saygı gösterme konusunda başarısız olsak da diyor Bernard Lewis “bu saygıya ideal olarak ulaşmaya çalıştığımız, hem kendi içimizde uygulama hem de başkalarına pay verme açısından belirli başları elde ettiğimiz bir şeydir” (S:91) bütün olumsuzluklara rağmen başka kültürlere, medeniyete saygı gösterip pay verdiklerini ve bu hususta tek oldukarını ifade etmektedir. “Emperyalizm, cinsel ayrımcılık ve ırkçılık Batıda ortaya çıkmış sözcüklerdir.”(S:92) ancak Bernat Lewis’e göre bunlar “Batının bir kötülük” olduğunu fark etmesinden ibarettir.
Bernard Lewis’e göre “Batı kültürü yok olur giderse, bütün kıtalardaki erkekler ve kadınlar bunun sonucunda güçsüz düşecek ve tehlikeye girecektir.”(S:92) sanki istemektedir ki bütün dünya Batı Kültürünün lideri durumundaki Amerika’yı yaşatması gereklidir
Bernard Lewis’in bu kitabında çıkaracağımız iki sonuç var. Birincisi tarih denen hayat yaşanırken olaylar bıçakla kesilmiş gibi pürüzsüz bir düzgünlükle başlayıp devam etmiyor. Tarih farklı iki testerenin dişlerinin karşılıklı birbirine geçmesi gibi girift yaşanıyor. Bir yerden başarılı olanlar başka bir yerde mağlup olmakta, dünyanın her hangi bir yerinde herhangi bir başarı ya da başarısızlık yaşaya bilmektedirler. İkincisi Batılı Hristiyanlar hiçbir zaman insani vasıflar bakımından Türkler kadar humanist olamamışlardır. Kazanırken vahşi dişlerini kadın çocuk güçsüz demeden herkese geçirmişlerdir.