Bir Ayet’in Şehadetiyle: Şehit Dursun Önkuzu / Abdullah KILAVUZ

dursun-onkuzu_284144

 

Bu yazı, bir anma yazısı değildir; kat’â! O, zihnimizin ve yüreğimizin en müstesna köşesinden hiç çıkmamıştır zaten.

Bu yazı, bir kutsama yazısı değildir; hâşa! O, şehadetiyle en kutsal mertebeye çoktan ulaşmıştır zaten.

Bu yazı bir hüzün yazısı da değildir; asla! O, iman ettiğimiz gibi şehîd oldu ve ölmedi zaten.

Bu yazı, Tokat  Zile’de filizlenip; Ankara Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulu’nda soldurulan bir ülkü çiçeğinin;

Bu yazı, Şeyh Edebâlî’nin ‘’insanlar vardır, şafak vaktinde doğarlar, akşam vaktinde ölürler” sözüne nazire yaparcasına , yirmi ikisinin başında gözlerini  sonsuzluk perdesi arkasında  ölmezliğe açan bir yiğidin şehadetini;

Bu yazı, Kuran’ı Kerim’de her Ahzab Suresi’ne gelişimizde, içimizin neden burkulduğunu anlatır:

Eylül 1970…

Ankara’da ki üniversitelerde ve bazı yüksek okullarda yaz dönemi imtihanları, kendilerini ‘devrimci’ olarak tanımlayan öğrencilerin meydana getirdiği anarşi yüzünden eylül ayına tehir edilmişti. Eylül ayının gelmesiyle tekrardan karışması beklenen Ankara’da sokakların ve fakültelerin alışılmadık sükûneti herkesin zihninde “Devrimciler artık anarşiden ve silahlı işgallerden vazgeçti herhalde” düşüncesinin hasıl olmasına sebep olmuştu. Tam da huzurun yeniden sağlandığına inanılmaya başlandığı; imtihanların başlayacağı günlerde Dev-Genç; hak, hukuk, anayasa, temel hak ve hürriyetlerden nasipsiz bir bildiri yayımlayarak, adeta devlete, kanuna ve nizama açıkça meydan okumuştu:

“…Proleter devrimcilerin egemen oldukları üniversitelerde faşistlerin ideolojik, politik, örgütsel çalışma olankları yoktur ve olmayacaktır. Yani emperyalizmin fedailiğini yapan faşistlerin bildiri dağıtma, pano çıkarma, fakülte içi öğrenci sorunlarında söz sahibi olma, yurda ve kantine girme hakları yoktur”
Eylül 1970, Dev-Genç

Yayımlanan bu bildiriden birkaç gün sonra, 23 Eylül 1970 günü Gazi Eğitim Enstitüsünü silahlı bir baskınla işgal eden Moskof komünizminin yerli tetikçileri, okulu fiilen ele geçirmişti. Kendilerine ayrılan panoya bildiri asmak için okula gelen milliyetçi öğrencileri kurşun yağmuruna tutup iki milliyetçi öğrenciyi ağır yaralamalarından, yakaladıkları milliyetçileri kurdukları halk mahkemelerinde yargılamalarına; okul mahzenlerinde işkence odaları kurup, öldüresiye işkencelerle vatanseverlerin canlarına,mallarına kast etmeye ve okuma haklarını ellerinden almaya varacak kadar çizmeyi aşmıştı. İnsanların aklına haklı olarak ‘’Peki tüm bunlar olurken polis ne yapıyordu?” sorusu geliyor… Hemen cevap vereyim; dönemin tüm ülkelerinde görülen Polis-Marksist çatışması bizde tam tersine bir hâl  almış; şehit edilen milliyetçilerin katillerini aramak için bile Türk Ocakları defalarca basılırken, ismi alenen zikredilen kızıl katiller –yeni cinayetler işleyebilsinler diye- yakalanmıyor, eli kanlı hainler ne hazindir ki, devlet ve polis eliyle cesaretlendiriliyordu.

Dönemin Ülkücü Gençlik yapılanmalarının Milli Eğitim Bakanlığı, Başbakanlık, İç İşleri Bakanlığı, Valilik ve Dekanlık gibi tüm ilgili birimlere yaptıkları şikayetler cevapsız kalıyor, bazen de gelen cevaplar ‘’Solcuların silahı var da sizin ki yok mu? Onlar vuruyorsa siz de vurun!’’ minvalinde alaycı ve gayrı ciddi oluyordu. Dönemin başbakanı Süleyman Demirel‘’Yanlış adrese geliyorsunuz, şikayetlerinizin muhatabı ben değilim’’ diyerek sorumluluğu üzerinden atarken, diğer yandan da yeni dostu olan Rus’ları memnun etmek için içişleri bakanı ile birlikte başlattığı ‘’Milliyetçi avı’’na ara vermeden devam ediyordu. Devlet cephesinde  süreç böyle işlerken diğer yandan vatansever, milliyetçi  Anadolu çocukları okullarına ve yurtlarına giremiyor, yurtlarda milliyetçi öğrencilerin yataklarında öğrenci bile olmayan kızıl tetikçiler barınıyor, yemeklerini de yine bunlar yiyor, çoğu  Anadolu’dan gelmiş fakir milliyetçi gençler ise aç ve sefil bir şekilde otel ve han köşelerinde sürünüyordu.

Bu memleketin öz çocuklarının kızıl katillerin tetiklerine terk edildiği, Ankara’nın meşhur soğuklarının yeni başladığı günlerden biriydi… Takvim yapraklarının 23 Kasım 1970’i gösterdiği bulutlu bir Cuma günüydü.  Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulu’nun etrafı sayıları yüzü aşkın polislerle çevriliydi. İki gündür kayıp olan Ertuğrul Dursun Önkuzu’dan haber alamayan arkadaşları onu ararken okula bakmaya gelir de, kızıl katillerin işleri yarıda kalır diye, İçişleri bakanlığının emriyle nöbet tutuyorlardı… Okula kimse alınmıyordu. İçeride ise ertesi gün gazete okuyanların hayrete düşüp tekrar tekrar okuyacakları, inanılması güç ve örneğine daha önceden rastlanılmamış türden bir vahşet ve sadizm yaşanıyordu.

Önkuzu, kurulan sözde halk mahkemesinde yargılamış, suçu “hainlik” cezası “ölüm”olarak belirlenmişti. “Bu ölüm diğerlerine hiç benzememeli” diye konuşuyordu kendi aralarında polisin sırt verdiği katiller…

Biri bir köşeye oturmuş, komünist üstadlarından birinin yazdığı “işkence nasıl yapılır” kitabını yüksek sesle okuyor, diğerleri ise özenle tatbik ediyordu.

Önce yere yatırılan Önkuzu’nun ayak kemiklerini kırmaya başladılar, üzerine çıkıp iyice çiğnediler ve dizine kadar olan kısmı iyice ezdiler. Bacaklarla olan işleri bitmişti!..

Kitaptan yeni bir sayfa çevirdi nasipsiz eller ve jileti eline aldı bir diğer katil. Rast gele jilet atmaya başladı Önkuzu’nun vücuduna…

Vücudu kân revan içinde kaldı Önkuzu’nun… Kitaptan yeni sayfalar çevrildi… Ellerine aldıkları makasla etlerini doğramaya çalıştılar bu defa… Vücudu iyice morardı…

Sonra tekrar jiletlediler Önkuzu’nun bedenini… Akan kanların üzerine avuç avuç tuz bastılar…

Dayanamadı acıya, bayıldı…

İnsanlıktan  hiçbir nasipleri olmadıklarını  ispatlarcasına işkenceye devam eden kızıl katiller, insanlık tarihinin en sadist cinayetlerinden birini işlemek için var güçleriyle uğraşıyordu… Lâkin yorulmuşlardı(!), dinlenmeye çekildiler kısa bir süre.

Birkaç saat sonra Önkuzu ayılınca, yeni bir sayfa çevirildi kitaptan… Ağzına bir hortum yerleştirdiler. Elleri ve ayakları bağlıydı… Yarı baygındı, çok susamıştı. Kim bilir, belki de su verilecek sanmış, bu sebepten kafasını uzatmış ve hiç itiraz etmeden dudaklarını açmıştı.

Nerden bilecekti ki hortumun bisiklet pompasına bağlı olduğunu?

Sırayla şişirdiler… Önkuzu’nun ciğerleri patladı…

Kapının önünde Önkuzu’yu arayan milliyetçilerin okula girişini engellemek için bekleyen -ve bir anlamda cinayetin rahatça işlenmesi için nöbet tutan- polislerin önüne cansız bedeni üçüncü katın penceresinden atıldı…

Süleyman Demirel’in, İsmet İnönü’nün, İçişleri bakanının, polis şeflerinin, kuzeydeki Komünist dostlarımızın ve nesebi belirsiz satılmış uşakların isteği yerine gelmiş; el birliği ile Ertuğrul Dursun Önkuzu’nun canına kıyılmıştı .

O, babasına “Altmış yaşına gelip ölmektense, Türk Milleti uğruna yirmi yaşında ölmeyi tercih ederim” demişti bir gün… Dediği gibi de oldu. Yirmi iki yaşında, o çok sevdiği milleti uğruna işkence altında canını verdi.

Ruhi Kılıçkıran, Bahattin Dedeşan, Mustafa Kahraman, Kemal Ertürk, Süleyman Özmen ve Yusuf İmamoğlu gibi Müminler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de şehitliği beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde sözlerini değiştirmemişlerdir.”(Ahzab,23) ayetine yaraşır bir hayat sürüp, diğerleri gibi pâk alnıyla katıldı Hazreti Hamza’nın ordusuna bundan kırk iki sene evvel.

Bizlere ise, yüreğimizde bıraktığı ve yılların silemediği ”sancı”  ile bir gün aynı ayetin içinde buluşabilme ümidi kaldı…

Verdiği söz, sözümüz; gittiği yol, yolumuz ve bıraktığı emanet şerefimizdir!

 Allah ondan razı olsun…

Abdullah KILAVUZ