DAĞ YOLU’NDA BİR ZİYAFET
Celâl Nuri (İLERİ)
Balta limanından verilen bir emir üzerine Malta Adası’nda (Polverista) Hapishanesi’nde iki yıla yakın tutuklu kalmak şerefine erişdikden sonra, yeni doğan Milli Hükümetimin teşebbüsleri sâyesinde arkadaşlarımla birlikde vatan sahiline, İnebolu’ya iâde edilmişdim.
Oradan merkeze gidiyordum. Bütün taşıt araçları askere tahsis edilmiş. Hem meşakkatli (zahmetli, sıkıntılı), hem hoş bir seyyahat. Meşakkat maddî idi. Bunun ehemmiyeti yok. Fakat iki yıldır ayrı düştüğümüz vatanın yem manzarası, yeni ruh, yeni faaliyet Ba’s-i ba’d-el-mevt’e (öldükten sonra dirilme’ye) erdirmişdi. Ankara’da Gazi Heykeli’nin altında, sırtında mermi taşıyan, asker kıyafetli Türk kadınının tunçtan değil, etten, kandan, azimden, irâdeden yapılmış yüzlerce, belki binlerce örnekleri, kafilelerle Ordu’ya levâzım taşıyorlardı.
Yol aldıkça orta Anadolu yaylasına çıkıyorduk. Yükseliyoruz: Her râkımda ruhumuz da bir az daha, yükseliyor. Kastamonu’nun ormanları, o yüce Ilgaz Dağı, karlı tepeler, minare gibi çamlar, dereler ve geçitler, kasabalar ve köyler hep canlı idi, canlanmışdı. O bilmez tükenmez ağaçlar, Ankara semtinden esen rüzgârla aynı vezin ve kafiyede sözler söylüyorlar, bir vatan türküsünü tekrarlıyorlardı. Bu sesi anlamak güç değildi.
Yol alıyor, konakları geçiyoruz: Pek yükseklerdeydik. Ovanın ortasında bir dağlar silsilesi… Bunun üzerinde de bir küçük ova, zarif bir yayla gözümüze çarptı. Bütün Anadolu’ya bakan bir kürsü! O noktaya yaklaştıkça garip bir binâ görünmeğe başladı. Üslûbu eski değildi. En belirli özelliği kuzeye, doğuya, güneye, batıya dönük dört minareli bu Ocak nedir? Sualimize köylüler cevab verdi;
- Burası bir tekke’dir.
- Tekke mi, ne Tekkesi? Mevlevi mi, Rifâi mi, Nakşi mi? Bektâşi mi?
- Hayır, Efendi, bu tarikatın adı MİLLÎ’dir.
- Tarikat-1 Aliye-i millîye! Pek âlâ… Bu dergâhın post-nişini var mı?
- Var Efendi. Kendisine Şeyh Hamdullah derler.
- Bu noktanın adı nedir?
- DAĞ YOLU.
O akşam bir az daha yol alacakdık. Fakat böyle lâtif bir durak gördüğümüzden seyahata bir ara verelim, dedik. Tepeyi tırmandık. Tekke, bildiğimiz dergâhlara benzemiyor. Modern stil, yâni asri üslub. Hankahların (tekkelerin, zâviyelerin) cebhesinde (ön taraflarında, yüzlerinde) heykelciklere hiç rastlanmaz. Halbuki bu binanın gerek cebhesi, gerek sütunları, gerek minareleri türlü türlü tasvirlerle bezenmişdi.
İçeriye girdik. Her tarafta büyük bir konfor görülüyor. Parkeler cilâlı. Salonlar nefis tablolarla süslenmiş. Kiitübhâne düzenli ve heykel gibi. Anadolu’nun ortasında bu modern tekke gerçekten hayretimizi çekti. Dizi Selçuk tarzında döşenmiş bir salona aldılar. Edib ve nâzik bir mürid:
- Efendiler, geç oldu, hava da bir az bulanık. Şeyhimiz ricâ ediyor, bu gece burada misafir olacaksınız, beraber lokma edeceğiz, kendileri de şimdi geliyorlar.
Hava gerçekten kararıyordu. Diğer bir mürid elektirikleri açtı. Kalorifer de odayı ısıtmağa başladı. Şeyh Hazretleri geliyor.
Henüz kırkına yaklaşmış, fazla tasavvuf ve murakabeden saçları gümüş rengini almış, lâkin genç siymâlı, güler yüzlü bir şeyh. Hazret, üstad elinden çıkma bir simokin giyinmişdi. Güleç yüzüyle bize çok iltifat etti. Fakat iyice dikkat ettim, milli tarikatın çelebisi bizim gibi konuşmuyor, sözleri dâimâ vezinli ve kafiyeli olmamakla beraber hep şiir. Sesi gür. Hitabetten başka bir vâdi tanımıyor. Her sözü bir nutuk, bir hitabe. Coştukça coştu. Meğer Şeyh Hazretleri, her sabah gün doğarken, sıra Ve bu minarelere çıkar, yüksek sesle ezan okur ve tabiatta bulunan (Radyo) kuvveti onun sözlerini dört tarafa nakledermiş.
Tekkede bir ziyafet. Çok acıkmışdık. Şerefimize hazırlanan yemeklerin de nev’i pek garib! Affınıza güvenerek listeyi arzedeceğim, Çorba sandığımız bir hoşafmış. Sarasıyla şunlar geldi: Baklava, Tel-kadayıfı, Yassı-kadayıfı, Ekmek-kadayıfı, Muhallebi, Revani, Keşkül-ü-fukara. Sütlâç, Plihnpudin, Komposto, Helva, Elmâsiye…
… Evet; Ocaklar Reisi ve İstanbul Meb’usu Hamdullah Subhî Beyefendinin ilk cildini çıkarmayı başardıkları nutuklar mecmuası (DAĞ YOLU), işte hep böyle tatlı, şekeri çok fazla sahifelerden ibârettir. Yarım okka lokum veyâhud reçel nasıl birden yenemezse, (DAĞ YOLU)’nun içindeki manzumeleri de yavaş yavaş okumak, her birinde durmak, lezzetlenmeyi uzatmak gerekiyor. Fransızca buna (Deguster) etmek derler.
Hamdullah Subhî Bey’de çokdan teri bir eksiklik görürüm: Bu zâtın her sözü bir hitâbedir, heyecan veren bir nutuktur. Adı anılan zat sıradan söz söylemez; ağzını açınca mutlaka bir şiir şakıyacaktır. Ateşli bir hitabe, vatani ve milli şiir… Bunlardan başka türlü nutku Hamdullah Subhi’nin meydana getirdiğini, söylediğini duymadım, görme- dimi
Eseri oluşturan parçaların çoğunu okumadan önce, dinlemişdim. Dinlerken nasıl heyecanlandımsa, okurken de o heyecânı duydum. Sahifeleri çevirirken Hamdullah Subhi’nin gür ve vezinli sesi kulağıma geliyordu. Ama bu ses yüksektir; onun için üç sahifenin, bir hitabenin sonunda cildi bırakıyor, kalanını, devamını ertesi gün devam ediyordum.
Bu hatibin yapısı heyecanlı makalelere yaraşır. Konu heyecana elverişti değilse Hamdullah Subhi’yi kürsüye çıkarmak doğru olmaz. Meselâ bütçe görüşmelerinde jandarma faslında, yâhud kuponlar meselesinde söz alacak olursa, sözü kuşkusuz batica tarafa kaydıracakdır: Jandarma… Konu yüzdeyüz ahlakın korunmasına geçecek. Kuponlar… Avrupa sarraflarının Türk milletine ettiği zulümden şikâyetlere kalkışılacak.
Hamdullah Subhi Bey, millî dinin alemdarı ve müezzindir. Hem Ebâ Eyyûb Ansarî, hem Bilal-i Habeşi. Ocakların muazzez reisi dil şekline inkılâb etmiş (dönüşmüş) bir hisdir. Bunun tersi doğrudur; Hisse dönüşmüş bir dil.
…Şu üslûbu bırakıp da sıradan bir gazeteci diliyle Hamdullah Subhi’nin eseri hakkında okuyucularımızla görüşüp derdleşmek gerekse deriz ki bu birinci cild bir millî onur ve haysiyet kitabıdır. Okunması gençlere kuvvet, bizim gibilere fazla bir güç verir. Bu mensur parçalar (Paul Deroulede)’in manzûmelerini andırıyor.
Hamdullah Subhi Bey, şâir ve bir hatib olmakla berâber, bir de teşkilâtçı olmak üstün vasfına sâhiptir. Alçakgönüllülükle temellerini attığı kuruluş üzerine her yıl bir kat çıkıyor.
Edebiyâtımızda hitabe vâdisi (Genre’ı) yok gibiydi. Zâten eski devirlerimizde edebiyatın böylesi olamazdı. Bu i’tibarla (DAĞ YOLU) ile düşünce alanımıza bir tün daha ekleniyor. Bence, kitap ve yazı şeklini almış bu nutukların seçkin özelliği, okunurken de dinleniyormuş gibi bir his vermesidir. Daha açık ifâde ile deyeyim ki, bu sahifeleri okuduğunuz zaman, bunların sıradan yazılar olmakdan çok bir hitâbe olduklarını hemen anlarsınız.
Bütün bu nutuklarda bir tarikat kokusu duyulur. Hamdullah Subhi’de de bir havârî (peygamberlerin fikirlerini yaymada yardımcı) kılık ve vasıfları var. Aziz dostum Mehmed Emin Beyefendinin buyurduğu gibi, bu kuruluş da ma’bedi andırmakda. Şimdi, dededen, babadan zarifliğe, nükteye alışkın olan muhterem Meclis arkadaşımın kendisine yakıştırdığım Şeyhlik unvânını hoş göreceklerini zan ve nutuklarını tasnif ettiklerinden dolayı da tebrik ederim. (DAĞ YOLU) dergâhında verdikleri hep tatlıdan oluşan ziyafetlerine tekrar teşekkür etmeği bir vazife bilirim.
KAYNAK: İkdam Gazetesi, 14 Ağustos 1928 Salı.