DİL’İM DİL’İM DOĞRANMADAN
Ömer Faruk GÜMÜŞ
Bir labirentte kaybolduğunuzu düşünün. Soluk soluğa bir oraya bir buraya koştururken bir mahzenle karşılaşıyor, korkarak içeriye giriyorsunuz. Yolunuzu bulmaya yarayacak bir şeyler arıyor, etrafı didik didik ediyorsunuz. Bir köşede bir sandığa gözünüz ilişiyor, içi mücevher dolu olsa da umurunuzda değil. Yeter ki sizi buradan çıkaracak bir ipucu çıksın o sandıktan. Kapağı kaldırdığınızda yüzlerce mektuba rastlıyor, heyecanlı heyecanlı okumaya başlıyorsunuz. Elinize aldığınız her mektup sizi bir tarih yolculuğuna çıkarıyor. Okudukça, yolunu kaybedip buraya düşenlerin hangi sebeplerle yolunu kaybettiğini anlıyorsunuz. Kendinize dersler çıkarıyor, kurtulduğunuzda bir daha meçhul yollara girmeyeceğinize dair sözler veriyorsunuz. Okuduğunuz son kağıt parçası yazılı bir pusula, size çıkış kapısının yolunu gösteriyor. Sevinçle o pusulayı yerine bırakıp çıkmaya yelteniyorsunuz. Ancak adımlarınız labirentteki gibi hızlı değil. Çıkmakla çıkmamak arasında gidip geliyorsunuz. Okuduğunuz mektuplardaki ulu kocaların öğütleri, tecrübeleri; atalarınızın örf ve adetleri, inançları, heyecanları, üzüntüleri ve esenlikleri sizi gizli bir hasrete boğuyor. Yanık bir ekmek kokusu duyuyorsunuz, bir anne ninni söyleyerek beşiği sallarken bebek olasınız geliyor. Gittiğiniz gurbetten, sılaya dönmek için gün sayıyor, dua ediyor ve umutlarınızı arttırıyorsunuz. Askere giderken size neden kına yaktıklarını daha iyi anlıyorsunuz şimdi. Yaklaşan bayramda küstüklerinize hakkınızı helal edip onları daha sıkı kucaklamayı düşünüyorsunuz. On dört asır önce taşlar üzerine yazılmış bir metni anlatan mektupta; kaybolan milli şuurunuzu yeniden buluyorsunuz. Düşmanın tatlı sözüne, ipekli kumaşına kanıp uzaklara gittiğinde; tarihini, inancını, törelerini ve adaletini kaybederek kemiklerinin dağlar gibi yığılacağını yeniden öğreniyorsunuz. Dadaloğlu’nun Avşar göçündeki feryadını yüz elli yıl sonrasında Muharrem Ertaş’ın bağrınıza ok gibi saplanan bozlağında hissediyorsunuz. Köroğlu’nda mertliği, bir barak türküsünde vefayı, bir Karacaoğlan şiirinde elif sevdasını, bir varsağı’da yiğitliği keşfediyorsunuz. Ve son bir defa arkanıza bakıp; bir yanı gurbet bir yanı sıla, ama ana sütü kadar temiz türkülerin haber götüren turnası oluyor, Yesevi aşkıyla mayalanıyor ve mahzenden çıkarak yola koyuluyorsunuz…
Bu labirenti toplumsal sorunlarımızın içinden çıkılması güç durumu; kaybolan kişiyi de geleceğimiz olan çocuklarımız ve gençlerimiz olarak telakki edin. Bugün çocuklarımızın geçmişten ve kültürümüzden kopuk olmalarından dolayı serzenişte bulunuyorsak ve onların nezdinde geleceğimizden endişeleniyorsak, ve hatta konuşmalarını beğenmiyor, günlük yaşamda kullandıkları kelime sayısının çok sınırlı olduğundan dem vuruyorsak; ya geçmişten günümüze uzanan köprünün geçiş güzergahına dikenler döşendiğini ya da köprünün dinamitlenerek bir kısmının yıkıldığını kabul etmemiz gerekir.
O köprü, medeniyete giden yolda övünç ve hasletlerimizi seyrettiğimiz bir nehir üzerine kurulu Türkçemizdir. Kuşaktan kuşağa aktarılan inançlarımız, törelerimiz, adetlerimiz, gelenek ve göreneklerimizdir. Köprüyü onarabilmemiz büyük bir dil seferberliğine bağlıdır. Acil önlemler alınması, eyleme geçilmesi kaçınılmazdır. O mahzendeki mektuplar yok olmadan ve dahası okunabiliyorken yeni mektuplar yazamazsak, öğütlerimizi çocuklarımıza kabullendiremezsek, yarın çok geç olacak; bu kez ileriki nesillerimiz; düşmanlarımızın fark ettirmeden kurduğu sahte Türkçe olimpiyatı köprülerinde kurşunlara dizilecektir.
Bugün ülkelerin beşeri sermayesini teşkil eden ve orta kuşak olarak nitelenen kesim, küreselleşmenin getirdiği bütün yükü omuzlamak zorundadır. Dil yoluyla geçmişi geleceğe taşıma yükümlülüğü de onlardadır. Ne yazık ki çoğu anne ve baba rolüne ulaşmış bu kuşak; küresel bir telaşla çocuklarına yeteri kadar zaman ayıramamakta, onları yine küresel sembollerin taşıyıcılığını yapan internetin ve uydunun sanal diline teslim etmektedirler.
Bir toplum, bireylerinden çok bireyler arasındaki ilişkilerden müteşekkildir. Bireyleri değerlendirirken ait olduğu toplum yapısını ve toplumsal kültür kabullerini iyi bilmek gerekir. Kültür olgusunun kalıplaşmış bir biçiminin yanında, zaman içindeki toplumsal ve siyasi gelişmelerin, teknolojik ilerlemelerin etkisiyle değişen diğer bir biçimi de mevcuttur. İnsani ve evrensel değer eksenindeki bu birinci biçim ile değişime açık olan ikinci biçim dengelenemediği takdirde kültürün değişime açık olan yönü inanç ve değerlere nüfuz ederek toplumu bir arada tutan temel dinamikleri bir virüs gibi sarar. Kullandığı sosyal medya dili ile eleştirdiğimiz gençlerimiz buna örnektir. 1990’lı yıllarda ileri kapitalist ülkeler birer bilgi toplumu olarak öne çıkmaya başladığında; o yıllarda telefonun çevir sesinden bile habersiz olan ülkelerin, günümüzde (çoğunluğu dört asırlık bir geçmişe sahip İngilizce dilinde olmak üzere) üretilen dijital içeriğin pençesinde bir tüketim toplumu haline dönüşerek, küreselleşmeye yetişmek uğruna kültürlerini ve dillerini tüketime sunmaları çok çarpıcıdır.
Geleceğe hazırlanmakta olan çocuklarımız ve gençlerimiz, anne ve babalarının düştüğü ekonomik hatalardan ders çıkarıp girişimci olmaya soyunmuşlardır ama çalışmaktan hoşlanmamaktadırlar. Bencildirler, kaybetmeye tahammülleri yoktur. Sürekli bir beklenti içindedirler ancak bedel ödemeye yanaşmazlar. Hayatın anlamı uydu ve internettir. Sadece tüketirler, hiçbir zorlukla karşılaşmadıkları için zihinlerindeki kıtlık ve savaş olguları, ait oldukları sanal dünyanın sanal bir yansımasıdır. Bireycidirler, dolayısıyla toplumsal meselelerin bir önemi yoktur. Hemen şimdi isterler. Sosyal medyada konuşuyormuş gibi kurdukları, sığ ve estetikten yoksun cümlelerde geçmiş ve gelecek zaman ekleri pek yer almaz. Dahası üniversite sıralarında otururken seksen bin kelimeli kültür hazinemizin ancak yüzde birini kullanmakta, meramlarını doğru dürüst anlatamamaktadırlar. Her cümlenin arasına illa ki bir “ııııı” sesi yerleştirmek zorunda kalarak fikir kısırlığı sebebiyle akşama kadar “aynen” sözcüğünü onlarca kez kullanmaktadır. Peyami Safa, “Eğitim-Gençlik-Üniversite” isimli eserinde şöyle der: “Bir milleti yok etmek isterseniz askerî istilâya lüzum yoktur. Ona tarihini unutturmak, dilini bozmak, dininden soğutmak ve dolayısıyla manevi değerlerini, ahlâkını soysuzlaştırmak kafidir.”
Günümüz genç nesli; kimliğini ve hislerini artık küresel kültürün sıradan müzikleriyle, sözleriyle, fotoğrafları ve çeşitli simgeleriyle dile getirmeye başlamıştır. Sosyal medyada temsili bedene mesaj verdiren bu dil, bilinçaltında sadece öteki temsili beden tarafından yüceltilmeye kilitlenen, onun beğenisine göre inşa edilen bir kimlik oluşturmuştur. Bu umutsuz, sanal ve reklam amaçlı dil; ne bir arşivde, ne bir bellekte, geçmişte ve gelecekte, bireylere, dolayısıyla topluma ait bir benlik oluşturmaya imkân vermemektedir. Bireyci ve bencil çağımızın ortasında yalnızlık ve terk edilmişlik duygusuyla kendini bulan bu nesil artık mantıklı bir iletişime girememekte ve sağlıklı sosyal beceriler edinememektedir. Söz ve davranışlarla övülme arzusu yani beğenilme içgüdüsü onlarda aldatıcı bir benlik ortaya çıkarmıştır.
Yapısalcı psikanalist Jacques Lacan’a göre, bilinçaltı bir dil gibi yapılanmıştır; dil ve bilinçaltı ötekinin söylemidir; istek her zaman dilin ve bilinçaltının kilit taşıdır; isteğin nedeni eksikliktir ve istenilen şey ele geçirilemediği için, özne ancak yoksunluğu sebebiyle vardır. (Türkçesi veya Türkçeleşmişi varken farklılık olsun, çok şey biliyor densin diye ısrarla yabancı kelime ve kavramları kullanan iş yerleri, akademisyenler ve sunucular dâhil herkesi, kimlik yoksunluğu ve övülme arzusu bağlamında değerlendirmek gerekir.)
Kültürün yansıması en çok dilde belirgindir, ortak yaşamı sürdürebilmek için dil genel nitelikte olmalıdır. Toplumlar; kaderde, tasada ve kıvançta “dil” ile bir araya gelir. Kültür dilde yaşar, gelişir ve birikir. Dil, kültürün hazinesi ve bilincidir, kültür gibi bütünleştirici bir yapıya sahiptir. İsviçreli dilbilimci Saussure (1857-1913) dilin belli toplumsal kabuller üzerinde inşa edildiğini söylerken; geçmişin, değerlerin ve inançların kabulünü işaret eder.
Kültür ve dil hayatta kalabilmek için birbirinin varlığına muhtaç iki simbiyotik canlı gibidirler. Bu canlılar tek bir organizmaya benzer şekilde birbirleriyle yardımlaşarak bir arada yaşamak zorundadırlar. Söz gelimi odunsu bitkilerle beslenen karıncalar aldıkları besinleri sindirebilmek için bağırsaklarında yaşayan tek hücreli canlıların enzimlerine ihtiyaç duyarlar. Diğer taraftan bu tek hücreli canlıların yaşamlarını devam ettirebilmeleri karıncaların bağırsaklarındaki ortam şartlarıyla mümkündür. Bir toplumun kültürü yozlaşmaya başlamışsa hastalık sebeplerini öncelikle dil yozlaşmasında aramak gerekir.
Egemen kültürler, yoksul kültürler üzerinde uzun vadeli bir şiddet uygulayarak onu yıkma girişiminde bulunabilirler. Bunun en etkin silahı da dildir. Bir dönemin Rusçası bütün Doğu Blok’u toplumlarının seçkin kültür dili olmuştu. Sovyet yayılmacılığının planlı politikaları Rusçayı, tebaasındaki kültürü birbirinden çok farklı topluluklara bir sanat dili, bir bilim, edebiyat, davranış, değer, jest ve mimik dili olarak kabullendirmeyi başarmıştı. Hatta kültürel üretimin inşası olan yazı dilinde öyle bir uygulamaya gitmişti ki Kiril Alfabesinin harflerini fonetik olarak değiştirerek farklı farklı alfabeler türetmiş, kültürel mirası çok güçlü olan İslamî ve Turanî toplulukları orta vadede birbirinden uzaklaştırmayı başarmıştı.
Günümüzün egemen kültürünün dili ise İngilizcedir. Dünyanın ekonomi ve teknoloji düzenine uyum sağlayabilmek için bu yabancı dili bilmek ülkelerin kalkınmaları adına hayati derecede önemlidir. Şu durumda Türkçemizi küresel bir bilim ve kültür dili haline getirene kadar okullarımızda yabancı dil öğretmek kaçınılmaz hal almıştır. Olması gereken şey ise; kültürel yaşantımızı Türkçemizle, küresel ilişkilerimizi yabancı dillerle sürdürmektir. Böylece Türkçe konuşarak kültürümüzün kalıplaşmış yapısını korumuş, yabancı dili gerektiğinde kullanarak da kültürümüzün değişime açık olan yönünü (bilimsel ve teknolojik gelişimimizi) sürdürmüş olacağız.
Uygarlığın kof tarafının ananın yerini ele geçirmek için adetlerimizi öldürüp dadılığa soyunmasını engellemek istiyorsak; çocuklarımızı geçmişin omuzlarına çıkarıp; kültürümüzü üreten yazı ve konuşma dilimizle ufuklara baktırmalıyız. Bunu başaramazsak; Ceddimiz Osmanlı’nın miras bıraktığı ve en ücra köşelerine kadar hâlâ tercümana ihtiyaç duymadan gidebildiğimiz gönül coğrafyalarımıza; Balkanlara, Kafkaslara, Afrika’ya, Ortadoğu’ya ve hatta Orta Asya’ya kapıdan bir bakıp geri dönme şansımız bile olmayacaktır.
İlgi, sevgi ve övgüye muhtaç olan çocuklarımızda sözlü ve yazılı etkileşimle gerçek bir benlik saygısı oluşturduğumuzda, kaynağı köklerimizde bir nehir olan Türkçemizin taşıyıp getirdiği övünç hasletlerimizi edebi bir dille çocuklarımızla özdeşleştirdiğimizde, bu yolla onlarda tükenmez bir motivasyon sağladığımızda, Mevlana gibi bütün dünyaya insanlığı öğreten mutasavvıflar, Yunus Emre gibi evrensel şairler çıkarmamız hiç de zor olmayacaktır. Dilimiz ve onunla ürettiğimiz edebiyatımız farklı coğrafyalarda merhamet, vefa, sevgi ve sadakat gibi hisleri sürekli besleyecektir.
Uygulanmakta olan, yapılandırmacı ilköğretim programı böyle etkinlikler için son derece kullanışlıdır. Bu modelde öğrenme ve dil iç içedir. Öğretmen rehberliğinde bilgiyi dil yoluyla içselleştirip kendine göre yapılandıran öğrencinin zihninde ait olduğu kültürün gerçek örnekleriyle yüceltilmesi hiç de zor değildir. Çünkü dil anlamlandırma mekanizması içinde çalışır. Bu anlamlandırmayı çözmeleri için “dil” iyi kullanılmalıdır. Türkçemiz, bu anlamda milli ögelerin kabı ve taşıyıcısı görevini üstlenecektir.
Öğrencilerimize kendilerini ifade edebilecekleri alanlarda fırsat ve imkan sağlanmalıdır. Başarı duygusu tattırılmalı, mensubu olduğu kültürün ögeleri ile benlik saygısı kazandırılmalıdır. Böylece birbirinin sorunlarına yabancılaşmış sosyal ağlardaki benciller topluluğundan takipçi kazanarak sahte bir benlik peşinde koşma yolunu seçmeyeceklerdir. Bireyin kendini görme, varlığını ifade etme şekli olan “benliği” ve öz kimliğinin ifadesi olan Türkçe, tutum ve düşünceleri nezdinde tahribata uğramayacaktır.
İlköğretimde ve ortaöğretimde derslerde ve ders dışı etkinliklerde Türkçenin doğru, güzel ve etkili kullanılması için münazaralar yeniden ve çokça sahne almalı, genç dimağlar; kelimelerle, edebi sanatlarla ve bilgiyle teçhizatlanarak fikirlerini beğendirme yolunu seçmelidirler. Güzel ve zengin bir Türkçe ile güzel eserler üretmelerinin, dokunaklı şiirler yazmalarının önü açılmalıdır. Çünkü bir dilin gelişimi üretilen edebi eser sayısına bağlıdır.
Türkçemizin güzelliğini hepimiz kabullenmiş durumdayız. Ancak zenginliği konusunda tartışmalar devam etmektedir. Kimileri zenginliği dilimizin ilk halinde aramakta kimileri de dilimize yerleşmiş yabancı sözcükleri bir zenginlik olarak kabul etmektedir. İlk görüşü savunanlara hak vermek mümkün değildir. Böyle bir durumda mensubu olduğumuz inancın medeniyetine yabancı bir şekilde 3000-4000 kelimeyle konuşmak zorunda kalacaktık ki ne bir sanat, ne bir edebiyat ne de bilimsel eserler üretebilecektik. İhraç ettiğimiz dil ürünümüz sadece “ yoğurt” olacak, “döner” ve “baklava” kelimelerini kabullendirebilmekse iyimser bir beklentiye dönüşecekti. Batı, İbni Rüşd, Farabi ve İbni Sina’dan mahrum kalarak Aristotales’i yorumlayamayacak, Harezmi eser veremediği için aritmetik ve logaritma keşfedilemeyecekti. Gerçekten üretime açık olan Türkçemizden yeni kelimeler türeterek dilimizi zenginleştireceksek; yeni kavram ve terimlerle eş zamanlı olarak ve “bilgisayar” kelimesinde başardığımız gibi yerini yurdunu yadırgamayacak kelimeleri tercih etmeliyiz. “Tanrı Uludur.” Örneğinde olduğu gibi inanç dilimize yerleşik olanı varken, zorlama sözlerle sığ bir takdis yoluna sapmamalıyız. Dilimize her gün bulaşan İngilizce kelimeleri bir tarafa bırakarak, sadece Arapça ve Farsça kelimeleri çıkarmaya çalışanlarla ise dil konusunda tartışmaya değecek bir sebep yoktur. Çünkü onların asıl derdi inanç kültürümüzledir. Bilinmelidir ki Osmanlı’nın bir cihan devleti haline gelmesindeki güç merkezlerinden biri de tebaasındaki Arapları, Acemleri ve diğer unsurları Türk gelenek ve görenekleriyle yoğurarak elde ettiği hamurdan bir Osmanlı Türkçesi meydana getirebilmesiydi. Ve unutulmamalıdır ki bugünkü egemen batı kültürünün temelleri Yunan ve Roma dili üzerine inşa edilmiştir. Latince bugün de bütün Avrupa’nın bilim dili olarak ve temsil ettiği Hristiyanlığı bütün bünyelerine yayarak; İngilizcesinden İspanyolcasına; Fransızcasından Flemenkçesine kadar yerleşik hayatını sürdürmektedir.
Ömer Seyfettin, “Türkçeleşmiş Türkçedir!” der.
Bu tespiti sağlayan en güzel kelime benim nazarımda “Mehmet” adıdır.
Hem milliyetimizi hem de dinimizin peygamberini temsil eder. Anaların oğullarına seslenişi, ordularımızın çağrılışı, ses bayrağım Türkçemin ayı ve yıldızıdır o.
Birleştirici bir dinamiği olan ve insanı topluma ait hissettiren, toplum adına kendisine sorgulama yaptırabilen dil, kültürün belli bir toplumsal düzeyde varlığını koruyabilmesi için vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Ait olduğu kimliğin dilini kaybetmeye başlayanlar ülkesi adına düşünmeyi bırakacak; Yahya Kemal’in tespitiyle: “Kökü toprakta kalıp, kendisi kesilmiş bir ağaç” misali inanç ve değerlerini yitirecektir. 19. Yüzyılın başlarında Avrupa’da milletinin parasıyla öğrenim gören Türk öğrencilerin; eğlencede, giyimde, eşyada ve mutfakta “Fransız zevki”ni tercih ederek, “alafranga”yı “alaturka”dan üstün tutmalarının, çoğunluğunun ülkesine düşman birer aydın(?) olarak dönmelerinin altında, kökeni dil olan sebepler yatmaktadır.
Aydın demişken… Ziya GÖKALP, aydınların bir gümrük bekçisi gibi olmaları, yabancı kaynaktan gelen her türlü nesneyi milli kültür lehine ayıklayarak halka sunmaları gerektiğini söyler. (Hatta alınması gereken tek şey bilim ve tekniktir.)
Halkı ise milli kültürün ana rahmi olarak nitelendirir. Halka inmeyen, yabancı okulda yetişip dünya görüşü batı ile özdeşleşen, öğrendiği lisanı öz diline yeğleyen, çağdaşlaşmayı batılılaşma olarak görenleri milli aydın sınıfına sokmaz. Ve der ki :
Türklüğün vicdanı bir;
Dini bir, vatanı bir;
Fakat hepsi ayrılır
Olmazsa lisanı bir
Ömer Faruk GÜMÜŞ