TEKKELER
MEŞRULAŞMALI MIDIR?
Doç. Dr. A. Yılmaz SOYYER
Diyanet’in tekke ve zaviyelerin meşrulaştırılması konusunda faaliyet yürüttüğüne dair haberler gelmektedir.
1925 senesinde bir kanunla kapatılan tekke ve zaviyeler günümüze kadar başka isimler altında faaliyetlerini yürütmektedir. Bugün Diyanet’in arzusu bunu meşrulaştırmak olarak dillendirilmektedir.
Tasavvuf, Türk toplumunda 12. yüzyıldan itibaren tarikatleşmiş ve onu hem inanç hem de kültür bakımından geliştirmiştir. Bektaşîlikten Mevlevîliğe, Kadirîlikten Uşşakîliğe kadar pek çok tarikat 20. yüzyıl başlarına kadar faaliyet göstermiştir. Aslında 1826’da kapatılmış olan Bektaşîlik de Nakşibendî tekkeleri adı altında etkinliğini sürdürmüştür.
Tekke ve zaviyelerin bazılarının bilhassa Mevlevîlik ve Bektaşîliğin Türk kültürüne yaptıkları katkı muhteşemdir. Şiir, mûsıkî ve tiyatral zarafetteki âyinlerinin estetik zevki geliştirmesi çok mühimdir. Bunların kapatılması kültürel açıdan bir zayıflamayı da beraberinde getirmiştir.
Bugün tekrar meşrulaşma isteğini değerlendirmek bu bağlamda olmalıdır. İlkin Türk kültürünü en çok geliştiren Mevlevîlik ve Bektaşîliğin meşrûlaşmak gibi bir arzuları bulunmamaktadır. Konuştuğum Bektaşî babaları ve Mevlevî dedeleri artık tarikatlerin zamanını doldurduğunu, gök kubbe altında gönüllerin tekke olduğunu söylemektedirler. Açılma konusunda feveran edenler ise memleketin irfanına zerrece katkısı bulunmayan, tekkeleri kıyafet olarak devam ettirmeye çalışan artık şirketleşmiş hatta holdingleşmiş yapılardır. Bunlar menfaat örgütlerinden ibarettir.
1925’te tarikatlerin yasaklanması ile doğan kültür boşluğu çağdaş derneklerle doldurulamamıştır. %70’den fazlası köy ve mezralarda yaşayan halkın cemaatten cemiyete dönüşmeden modern dernekler kurması zaten düşünülemezdi. Türk Ocakları ve Halkevleri de kırsal kesimde kültür bakımından fazla etkili olamadı.
Ben şahsen tekke ve zaviyelerin meşrulaştırılmasına taraftar değilim ancak bu şu veya bu şekilde yürürlüğe konabilir gibi görünmektedir. Görebildiğim kadarıyla cemaat örgütlenmesine sahip bu yapıları işlevsiz bırakmak şarttır ve bu da cemiyet kültürüne ulaşmış okumuş-yazmışlara düşmektedir. 1925 yılında yapılamayanı yapmak mecburiyeti vardır. Bu da kültür ve bilgi çevrelerinin oluşturulmasıyla mümkündür. Avrupa’da son derece yaygın olan kültür çevresi ve bilgi çevresi derneklerin önemi şehirlileşmiş Türk halkına örnekleriyle anlatılmalıdır. Mesela Hacı Bektaş Velî ve Mevlanâ dernekleri bir kültür ocağı hâlinde zaten çalışmaktadır. Bunlara felsefî düşünce dernekleri ve bilim çevreleri de eklenmelidir.
Bunları yapmak elbette zordur, halbuki onlarca insana 18.yüzyıl giysileri giydirerek büyük âlim, büyük fâzıl gibi lakaplar takmak kolaydır. Ben şahsen tiyatro, müzik, edebiyat, tarih konularında faaliyet gösteren bilgi-kültür çevrelerinin gelişmesini zor da olsa mümkün görenlerdenim. Bunun İstanbul Akara, İzmir ve diğer batı bölgelerimizden başlayacağını da görmekteyim. Zâten kıyafet ve sakaldan ibaret bir tarikatleşme anlayışını önlemenin başka yolu da görünmemektedir.
Bu tür kültür ve bilgi çevreleri medya vasıtasıyla yerleşmekte olan “ucuz, kolay ve bol” nitelikteki zevk yozlaşmasının da önüne geçebilecektir. Şeklî özelliklerinden başka hiçbir kültürel vasıfları olmayan bu cemaat yapılanmalarının müzik zevkleri de acılı arabeskten öte geçmemektedir. İlahî adını verdikleri arap yaleyline benzer teraneler kültürün ve incelmiş zevkin artmasıyla müşteri bulamayacaktır. Kültür “ucuz, kolay ve bol” yerine “nitelikli” hâle geldiği zaman bu ortaçağ kırsal kesim yapıları da kendiliğinden yok olacaktır.