GÖKALP ve FINDIKOĞLU
Doç. Dr. MEHMET ERÖZ
TÖRE, Sayı:45. (Şubat, 1975)
Türk sosyolojisinin iki büyük ismini, iki büyük üstadını rahmetle anıyoruz. Ziya Gökalp, ölümünün ellinci yılı olması dolayısiyle, Ord. Prof. Dr. Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, geçen ay ebedî âleme göç etmiş olması, Ziya Gökalp’in yolundan gitmesi ve Türk düşüncesine, kültürüne çok şey getirmesi dolayısiyle anılmaktadırlar. Rahmetli hocam Fındıkoğlu, merhum Gökalp’in bazı derslerini takip etmek bahtiyarlığına ermiş ve sonra da eserlerini okuyarak onun öğrencisi olmuştur. Doktorasını da, Fransa’da Gökalp konusunda yaptığı için, Gökalp’i Türkiye’de en iyi bilen ilim adamıdır. O bakımdan, Gökalp’in sosyolojideki yerini, ilmi gücünü en iyi takdir edebilecek kimse, Fındık- oğlu’dur dersek, yanılmış olmayız. Kulaktan dolma garaz dolu fikirlerle, Gökalp’in kuru bir Durkheim taklitçisi olduğunu söyleyenlere de; Gökalp’e yöneltilen iyi niyetli, ilmi tenkitlere tahammül edemeyenlere de, en ilmi cevabı, hocamız vermektedir.
Gökalp’in büyük bir Türk Dünyası ve Türkçülük mefkûresi (ülküsü) getirmiş olmasından, “Turancılık” idealini geliştirmiş bulunmasından; sosyalizmle kapitalizm arasında ve ikisinden de uzak bir mülkiyet anlayışı ve sınıf çatışmasına yer vermiyen bir sosyal (içtimaî) yapı düşüncesi sunmuş olmasından ötürü, Marksistler tarafından şiddetli hücumlara uğramış, orijinal olmamakla, taklitçi olmakla itham edilmiştir. Bu solcular, çeşitli sol dergilerde, Gökalp’in hak ve vazife anlayışına çatmışlardır. Gökalp, yoktan var olmak durumunda olan bir millet ve devletin, her sahada yeniden canlanması için, “hak yok, vazife var” ve “gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım” diyordu. Bu iddia edildiği gibi, ferdiyeti, kişiliği öldüren Durkheim sosyolojisinin bir neticesi değildi; Türkiye’nin o günkü şartlarına uygun bir prensipti. Buna rağmen solcular, bu formülü şu şekle sokarak, bozmağa çalıştılar : “Gözlerimizi faltaşı gibi açtık, Hakkımızı arıyoruz”. Solcuların gözlerinin faltaşı gibi açılması, hak aramaları, sosyalist olmayan bir cemiyet te, o cemiyeti yıkıp, sosyalist yapmanın tesirli bir metod olmasından ötürüdür. Sosyalist cemiyette ise, gözleri faltaşı gibi açıp, hak arama kaidesini terkederek, gözleri kapayıp, vazife yapma prensibini benimser ve “hak yok, vazife var” derler. Bütün sosyalist ülkeler tatbikatı buna misaldir. Bu ilk bakışta bir tezat gibi görünür. Gökalp’in prensibinin sosyalist cemiyetlerde kullanılması, Durkheim ve Gökalp sosyolojilerinde bir istibdat havası görmek temayülünde olanlar için bir destek gibi görünebilir. Fakat Gökalp bu prensibini, insanların gönüllü iradelerine, kendi isteklerine tâbi kılıyordu. Türkçülük ülküsü ile dolu olan milliyetçiler, Türklük maddî ve manevî kalkınmasını yapıncaya kadar, haklarını düşünmeyecekler, vazife aşkı ile dolu olacaklardı. İstibdat ve terörün hüküm sürdüğü sosyalist cemiyetlerde ise, kişilerin arzu ve istekleri söz konusu bile değildir; orada hakkın olmadığını, sadece vazifenin olduğunu söyleyen Parti ve Merkez Komitesidir. Bu iki prensip arasında, hürriyetle esaret, insanlıkla vahşet, adaletle zulüm arasındaki fark kadar büyük fark ve uçurum mevcuttur.
Prof. Fındıkoğlu, bu İlmî olmayan ve her çevreden gelen suçlamaların, Gökalp’in getirdiği ilmî zihniyeti ve sosyolojik anlayışı sarsamıyacağını, fakat bunun bir doğmatizm, bir nascılık halinde Gökalp sosyolojisinin sürüp gitmesi manasına gelmediğini söylüyor ve Türk düşüncesinin asırlık durgunluğundan kurtulup, bu sayede kıpırdadığını ve yeni sentezlere, yeni terkiplere doğru yürüdüğünü söylüyor. Bu sentez işinde, felsefe ve psikoloji yönünden Mustafa Şekip Tunç’un yardımları olmuştur. Fakat esas sosyolojinin kendi sahası için- dş. Prens Sabahaddin ve Mehmet Izzet’in büyük yardımları dokunmuştur. Biz de şunu ekliyelim. Z.F. Fındıkoğlu ve Hilmi Ziya Ülken’in bu vadideki hizmet ve yardımları büyüktür. Ne körü körüne bağlanarak, ne de düşmanca bir duygu ile yıkmağa çalışmakla değil, eksiklerini tamamlamak, hatalarını düzeltmekle, fakat mutlaka ilim içinde kalarak ve ilmî ilâveler yaparak, Gökalp sosyolojisi, Türk düşüncesine bereket ve zenginlik getirir ve böylece yeni sentezlere kavuşulur.
Durkheim ve ondan mülhem olarak Gökalp sosyolojilerinin içtimaî hâdiseyi kişilerin istek ve iradelerinin dışında, bir “şey” gibi ele almaları ve her içtimaî hadisenin fertlere değil, diğer bir içtimaî hadiseye tâbi olması ve onun tarafından meydana getirilmesi olarak açıklamaları, cemiyetin Tanrılaştırıldığı ve ferdin yok sayıldığı şeklinde kanaatlere yol açmıştır. Hocamız Fındıkoğlu, buna kar şılık, sosyolojinin kendi konusunu tes bit etmek zorunda oluşunun bunu gerektirdiğini, fakat Durkheim ve Gökalp sosyolojilerinde, ferdin ihmcri edilmediğini söyler ve 1914 le 1924 arasında bazı devlet büyüklerini metheder şekilde yazdığı şiirlerden ötürü Gökalp’in tenkitlere uğradığından bahseder. Bu şiirler Gökalp’in, ferde, kişiye verdiği kıymeti gösterir. O yüzdendir ki Gökalp, sosyolojik determinizmi, sosyal determinizmi iİçtimaî muayyeniyeti, belirliliği) zedelemeden, “büyük adamların” cemiyette oynadığı büyük rollerden bahsetmiştir. İşi, psikolojiye, ferdci ruhiyata götürmeden, sosyolojik bir tahlil için de incelemek isteyen Durkheim ve Gökalp sosyolojileri, hürriyetle zarureti, ferdin yaratıcılığı ile, cemiyet kanunlarının zorlayıcılığı arasında bir telif tecrübesine girmişlerdir. Bunun yeter olmadığını söylemek başkadır, buradan çok haşin neticeler çıkararak Gökalp’e hücum etmek başkadır.
Gökalp’in içtimaî determinizmle büyük adamın cemiyetteki rolünü açıklayan düşüncelerini, gene onun talebesi, merhum hocamız Fındıkoğlu’nun eserlerinden faydalanarak, mümkün olduğu kadar kısa şekilde açıklamağa çalışalım. Ve böylece iki üstadı anmış olalım.
Gökalp, çeşitli hizmet, gayret ve rolleri ile tarihi yuğuran büyük adamlara, “Müceddit – Refour” adını veri yor. Bunun dışında kültür sahası da vardır. Bu sahada yenilikler, icatlar, keşifler, inkılâplar yapılır. Bunlara da büyük düşünce adamımız, “Mübdi – İnventeur” diyor. “O halde en geniş mânası ile gözönüne alınan tarih için İçtimaî heyetlerin yürüyüşü üzerine tesir etmiş büyük adamlar bu suretle iki çeşide, kendi ifadesi ile mücedditlere ve mübdî- lere ayrılmış bulunmaktadır.” Gökalp, bu büyük adamları, mensup olduğu sosyoloji ekolünün tesanüt (dayanışma) ve determinizm prensiplerine göre açıklamaktadır. Gelişmemiş, basit cemiyetlerde, cemaat hüviyeti gösteren cemiyetlerde, ferdiyetin rolü yoktur. Zaten mekanik tesanüdün işareti, “Ma’şerî şuurun (kollektif vicdanın) ferdî şuurumuzla her noktada uyuşmasıdır.” Bu takdirde kollektif vicdanın “kuvvetli halleri” karşısındayız. Fert, kendi ferdiyetine ait değildir. O, açıkça, “cemiyet emrinde olan bir şeydir”. Cemiyetlerin büyüyüp, gelişmesi, iş bölümünün artması, ferdiyetin kuvvetlenmesi, mekanik tesanüt yerine organik (uz- vî) tesanüdün çıkması dolayısiyle, herşey değişir. Bu vicdan “artık ferdi kendi emrinde olan bir şey gibi değil, kendisi ile iş beraberliği ediyormuş gibi karşılar”.
Gökalp’e göre, büyük adamın ortaya çıkması için, büyük bir İçtimaî felâket, büyük bir buhran veya zaferin zuhuru lâzımdır. “Çünkü kavim, ancak böyle buhranlı dakikalarda müşterek duygulardan ibaret olan kendi varlığını his ve idrâk edebilir”. Birinci tip cemiyetlerde, yani mekanik tesanütte, büyük adamların rolü, illiyet prensipleri, İçtimaî determinizmle açıklanabilir, yeter ki, o İçtimaî bünyeler, klânlar kabileler yakından bilinsin, İçtimaî hâdiseler tanınsın. Buradaki büyük adamlarda müstesnalık değil tabiîlik, orijinallik değil alelâdelik, izah edilmezlik değil, illiyet prensibi vardır. “Şüphesiz bu neviden sosyolojik izahlarla” büyük adam denen kompleks çözülmüş sayı-lamaz. Gökalp meselenin giriftliğini farkediyor. İçtimaî vicdan, kollektif ruh muayyen zamanlarda bir mümes sile muhtaç oluyor. Bu mümessil ihtiyacını kabul edebiliriz. Fakat neden Ahmet değil, Mehmet’in bu mümessilliği yaptığı meselesine karşı ne diyeceğiz?., (her türlü yeniliğin), o yeniliğin ortaya çıktığı cemiyet şuurunda izleri ve unsurları vardır.
Bunu da bir dereceye kadar kabul ediyoruz. Lâkin nasıl oluyor da Mehmet bu unsurları seziyor, topluyor neticede bize bir sistem, bir doktrin, bir reform… ilh. veriyor?” Gökalp’in açıklamalarına göre, İçtimaî vicdandaki müphem cereyan bir gün, müstesna bir fert tarafından açık bir şekilde anlaşılarak herkesin gözü önüne serilir. “Fakat İçtimaî sebepler büyük adamların zuhur etmesinin lâzım şartları olduğu halde kâfi şartları değildir. O halde bu kâfi şartları nerede aramalıyız?” Gökalp, bu sualin cevabını verebilmek için İçtimaî muayyeniyetin dışına çıkmakta ve ferdî uzviyete bak-maktadır. Psikolojik ve biyolojik sahada da, hürriyet görmüyor. Orada da bir zaruret, bir determinizm buluyor. Biyolojide. “istifa – selection – seçilme”, kendiliğinden de, ferdî irade ile de meydana gelir. Behreng boğazı tabiî surette, Süveyş Kanalı ferdî irade ile açılmıştır. Bunu içtimaî hâdiselere tatbik ediyor : 1 — Tabiî surette cemiyete tesir edenler, muhayyileleri ile, tabii surette bunu yaparlar. Burada mekanik tesanüt ve içtimaî determinizm vardır. 2 — İradî surette cemiyete tesir eden büyük adamlar. Bunlar zekâ ve iradeleri ile cemiyete tesir ederler. Bunların rollerini izah için, içtimaî determinizmden, psikolojik determinizm sahasına gider. “Müstesna fert içtimaî vicdanın buhranlarını, endişelerini, ihtiyaçlarını iyice sezecek bir şekilde uzvî şartlara sahiptir. Gökalp’in kullandığı tâbirle büyük adam bir “İçtimaî medyom” olmalıdır. Büyük adamın muhayyilesi, kendisinin uzvî ve ruhî yapısına bağlıdır. İşte bunun için dir ki Ahmet bir iş görmüyor, görülecek işi, yapılacak aksiyonu Mehmet yapıyor. Böylece sosyolojik izahlardan hoşlanmıyabilecek psikoloğun ferde ve ferdî faktörlere atfedeceği imtiyazlar da önleniyor. Bu takdirde büyük adam sosyolojinin izah edemi- yeceği bir “gayri aklî, irrasyonel,” demektir. Her ne kadar uzvî ve ruhî şartları için biyolojiye ve psikolojiye baş vurup onların muayyeniyetine göre meseleyi izah ediyorsak da, artık sosyolojik determinizm sahasını bırakmış olmuyor muyuz? Durkheim gibi Gökalp’in de gönülleri bu işe bir türlü razı olmuyor. “İnsanın dalgın anında hastalığını, ağrısını farkede- memesi gibi, cemiyet de farkedemez ve Nietzsche’nin deyimi ile “İçtimaî geviş getirme halindedir.” Bir anda şuurlanarak, işin farkına vararak hamle yapar. Zayıf ve belirsiz halde bulunan bir İçtimaî cereyan bic fertte belli bir hale gelince, millet canlanır ve gelişme olur.
Prof. Fındıkoğlu, Gökalp’in, Durk- heim’in sosyolojisini esas itibarile metod bakımından benimsediğini ve Türk cemiyetine ve düşüncesine tatbik ettiğini söyler. Fransa da, Türkiye gibi çeşitli buhranlara maruzdu, dinî ve manevî düşünceler yıkılmış, cemiyet sarsılmıştı. O bakımdan ben zerlik vardı. Yoksa tam bir kopya söz konusu değildi. Aynı cemiyetlerin, ayrı meselelerine ayrı çözümler getiren iki sosyolog karşısında idik. Ve ayrıca Gökalp’in eksik bıraktığı yerleri, yeni nesiller, genç ilim adamları doldurabilirdi. Yeter ki peşin hükümlerle hareket etmiyelim.
Prof. Fındıkoğlu, Gökalp’e ve metoduna çok bağlı olmakla beraber, “Büyük adam”a ait izahlardan pek tatmin olmadığı anlaşılıyor ve bu yüzden diğer hocası olan ve Gök- alp’e ilmî tenkitler yöneltmiş bulunan Mehmet İzzet’in de tesirindedir. M. İzzet, cemiyetten önce ferdî kıymetlere ehemmiyet veriyordu, hocasının erken yaşta ölmesine ve Gökalp sosyolojisine yeni şeyler katamamış olmasına üzülmektedir. Hocamız Fındıkoğlu, diğer yandan Prens Sabahaddin’i de beğenmekte, Türk sosyolojisine pek çok hizmetleri olduğunu söylemektedir. Le Play’den getirdiği anket ve monografi usulünün ve talebesi Henri De Tourville tarafından geliştirilen Nomenclature’nin ilmi bir metod olarak gayet kıymetli bulunduğunu söyler. Kendisi de aynı metodla araştırmalar yapmıştır (Adapazarı, Karabük ve Manyas – Erzurum’da). Prens Sabahaddin’in “Şahsi teşebbüs”çülüğünü, Türkiye’nin kalkınmasında rol alacak müteşebbisleri yaratmada hareket noktası olarak görüyordu. Düşünceden iş’e geçişte, içtihaddan siyasete geçişte bunu ve Durkheim ve Gökalp’teki aksiyonculuğu buluyordu. O yüzden kırk yıl “İş ve Düşünce” Dergisini çıkarmıştı. Hocamız, üç üstadının bir terkibi sayılabilir. Yeni nesiller bunu daha bereketlendirecekler, geliştireceklerdir.
Hepsini rahmet ve minnetle anıyoruz. Aydınlattıkları yoldan yürüyeceğiz.