Dr. Bahadır Bumin ÖZARSLAN: FIRAT TANRIDAĞI’NDA…

FIRAT TANRIDAĞI’NDA

Dr. Bahadır Bumin ÖZARSLAN*

 “…SÜLEYMAN ÖZMEN kardeşimizin, “Bir gül bahçesine girercesine şu kara toprağa” girdiği günün akşamı Dündar Taşer ağabeyimizle konuşuyorduk. Dedi ki: “Ne kadar üzülürsem üzüleyim, ağlamak âdetim değildir. Hattâ, annemin ölümünde bile ağlamadım. Ama, bu çocuğun gidişi ağlattı beni. Törendeki konuşmamda ne söylediğimi de hatırlamıyorum. …”[1]

“… Dündar Taşer Bey, yalnız ıstırabın renk verdiği sesiyle bir şeyler söylüyordu.

  • Kan yerde kalmaz! Süleyman Özmen şehit oldu. Kuşatılmış, aç bırakılmış arkadaşlarına ekmek götürürken, komünist kurşunları ile vuruldu. Yüksek Öğretmen Okulu’nda solcular azıtmışlar, ayni yerde yattıkları arkadaşlarını ani olarak öldürmek için harekete geçmişlerdi. Milliyetçi gençler binaya girip, kapılarını kapattılar. Ondan sonra kuşatma başladı. Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nden, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden gelen ve Fen Fakültesi’nde üslenen diğer solcu gençlerin yardımıyla, Yüksek Öğretmen Okulu’nda milliyetçilerin sığındığı binanın elektrikleri kesildi, suları kesildi. Başka fakültelerdeki milliyetçi gençler, hapis kalanlara yardım için, okul müdürünü aradılar. Ve… hep elleri boş döndüler. İçerde açlık ve susuzluk devam ediyor, solcular tabanca, dinamit, molotof kokteyli ve her çeşit tahrip araçları ile donanmış bir halde kuşatmayı sürdürüyorlardı… İşte Süleyman Özmen böyle bir yere yemek götürüyordu. Okula doğru koştu, bir kurşun yedi, sonra bir daha. Birinci karaciğere, ikincisi omuriliğe saplandı ve Süleyman Özmen yere serildi. Ve Pazartesi günü de Hak’ka yürüdü… O, şehittir, yeri şühedâ katıdır. Fakat biz artık ölmeyeceğiz, bu sallanan topraklar üzerinde, doğum sancısı, yeni, güçlü, büyük Türkiye’nin sancısını çeken bu topraklar üzerinde, biz artık ölmeyeceğiz. Süleyman ülkücülerin son şehididir, biz artık ölmeyeceğiz…”[2]

 

“… O hâlde Süleyman’ı niçin vurdular? Bu sorunun cevabı çok basittir; ama çok acıdır, ibretlidir. Süleyman, uğruna bahar çağında şehit düştüğü ülküsü yüzünden vuruldu. Hayatını zaten her gece rüyâlarına giren, hayallerini süsleyen ülküsüne adamıştı. “Yüz milyonluk büyük Türkiye” diyerek gür sesiyle haykırdığı vakit genç yüzü nurlanıyor, genç yüreği gururla şişiyor; cümle sıkıntılarını, dertlerini, fukaralığını unutuyor, hayallerinin zenginliğine dalıyor, bir başka ve mutlu dünyada yaşamanın tadını çıkarıyordu. Öyle bir dünya ki, tutsak Türk illeri bağımsızlığını kazanmıştır. Türklüğün dertli çağı bitmiş, yücelme çağı başlamıştır… Şehit Süleyman’ımızın ve cümle Bozkurtların ülküsü böylesine açıktır, sadedir ve büyüktür! Süleyman’ı işte bu yüzden vurdular. Her gece rüyalarına giren, hayallerini süsleyen, cümle sıkıntılarını unutturan ülküsünün düşmanları kıydı ona. …”[3]  

 

20 Şubat günü kaybettiğimiz rahmetli Fırat Yılmaz ÇAKIROĞLU, bende pek çok duyguyu bir arada uyandırdı ve özellikle yukarıdaki satırları hatırlattı. Haberi aldıktan sonra Dündar TAŞER’e ve Galip ERDEM’e benzer bir ruh hâli içine girdim. Öyle ki haberi bana telefonla veren arkadaşımla tam olarak ne konuştum bilmiyorum. Avukat arkadaşım da benden farksızdı ve refleks olarak beni aramıştı. Ama Allah uzun ömür versin Emine IŞINSU Hanım, ülkücü şehidimiz Dursun ÖNKUZU’yu anlattığı “Sancı” isimli romanında, Dündar Bey’in hatırlayamadığı sözlerini bize aktarmış. Bu sözlerle Galip Bey’in yazısını yan yana getirince değişen pek bir şey olmadığı anlaşılıyor. Sancı çeken bu topraklarda ülkücüler aynı sebeplerle şehit edilmeye devam ediyor. Öldürenler ve gerekçeleri de hep aynı. Tek bir tesellimiz var, çok şükür ki Ülkücü Hareket’in hayalleri de hedefleri de aynı ve Bozkurtlar ölürken bile her dem var olmaya ve dirilmeye devam ediyor. Belki de Dündar Bey’in kast ettiği asıl ölümsüzlük de bu olsa gerek.

 

Ülküdaşlık hukukunun güzel bir örneğini yaşatmış olan Fırat, Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü’nde görev yaptığım 2004-2014 yılları arasında tanıdığım pek çok genç ülkücü kardeşimden biriydi. Fırat ve arkadaşlarıyla İzmir Ülkü Ocakları ve Bornova Ülkü Ocağı bünyesinde eğitim çalışmaları yapıyor, fırsat buldukça da bu kardeşlerimizle ayrıca bir araya gelmeye gayret ediyorduk. Odamızın kapısı, bu arkadaşlara her daim açıktı ve bir nevi Ülkü Ocaklarının Ege Üniversitesi’ndeki şubesi işlevini görüyordu. Değişik vesilelerle odamıza gelen bu arkadaşların en büyük derdi, eğitim haklarının gasp edilmeye çalışılmasıyla ilgili sıkıntılarıydı. Bunlar içinde en önemli yekûnu, Edebiyat Fakültesi öğrencileri oluşturuyordu. Resmî makamların ve zaman zaman da güvendikleri kişiler ile kurumların ilgisizliği de onları kahrediyor, okumak için kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kalmaları sebebiyle cansiperane bir mücadele veriyorlardı. Bu mücadelede Fırat, hep en önde yer aldı. Sadece kendi hakkını elde etmeye değil aynı zamanda kendi ülküdaşlarının ve hatta farkında olmadıkları için henüz tehdit altında olmayan ama yakın bir gelecekte engellemelere uğrayacak olan diğer öğrencilerin de hakkını savundu. O sessiz ama büyük çoğunluğu oluşturan öğrenci kitlesi, ne durumun farkındaydı ne de Fırat ve arkadaşlarının içinde bulunduğu açmazı anlayabiliyorlardı. Umursamazlığın da kol gezdiği bu kitlenin sessizliğine rağmen Fırat, yine de kendi adına asaleten, Türk Milleti adına vekâleten bu mücadeleyi yürütüyor; geri adım atmıyor, taviz vermiyordu. Zira eğitim hakkını elde etmenin başka yolu yoktu.

 

Bölücü örgütün Ege Üniversitesi’ne yuvalanması yeni değildi, Ege Üniversitesi yönetimlerinin duruma seyirci kalması alışılmıştı ama son üç-dört yıldır kimlik kontrolüne varacak kadar uygulamalar ve fiilî saldırılar sonucunda Fırat ve arkadaşları, nadiren polis desteğiyle ancak genellikle kendi bilek güçleriyle okula girebiliyorlardı. Yaptıkları bütün resmî ve gayrıresmî müracaatlar hiçbir netice vermiyor; orkestra şefliğini AKP’nin yaptığı ne idüğü belirsiz “çözüm süreci”ne uygun olarak YÖK ve özellikle Ege Üniversitesi yönetimi duyarsızlıkta tavan yapıyordu. Bu duyarsızlığın geri dönülemez ve telafi edilemez bir sonuca varacağı belliydi ama kulaklar sağır, diller suskun, gözler kapalıydı. Bu sağırlık, suskunluk ve körlük sarmalında sadece bahsi geçen aktörler değil maalesef güvenilen dağlar da vardı. Öyle ki güvenilen dağların bir yetkilisi, durumu Ege Üniversitesi’nde protesto etmek isteyen bu yiğit gençlere, “Boşverin bunları, ben size hafta sonu bir kahvaltı organizasyonu yapayım.” diyebilecek kadar pervasızlaşıyordu.

 

Yukarıda çizdiğim bu manzara karşısında zaman zaman odama gelen Fırat, birden çok cephede savaş veren bir delikanlıydı. Edebiyat Fakültesi Tarih Bölüm öğrencisi ve aynı fakültenin Reisi sıfatıyla bir yandan okula girebilmenin mücadelesini veriyor, diğer yandan da okumaya, araştırmaya ve hatta yazmaya gayret ediyordu. Enerjisinin tamamını bu ikinci grup faaliyetlere ayırmak istiyor ama bir taraftan şartlar, bir taraftan sorumluluğu ve diğer taraftan da asil ülkücü hassasiyeti buna mani oluyordu. Böyle bir duruş sergileyen Fırat’ın hedef olması gayet normaldi. Şehit edilmesinden bir gün önce bile Eğitim Fakültesi’nde aldığı pedagojik formasyon dersleri esnasında bir grubun saldırısına uğramıştı. Saldıranlar bu işi o kadar kalleşçe yapıyorlardı ki defalarca saldırıya uğrayan Fırat’a hiçbir zaman tek kişi saldırmamış, her seferinde bir grup saldırmıştı. Bu da Fırat’ın cesaretinden ve celâdetinden korktuklarını göstermesi bakımından ibretliktir.

 

Fırat’ın şehâdet haberini aldıktan sonra, Ege Üniversitesi’nden ayrılmamdan önce son kez geldiği odamda, söylediği şu sözler kulağımdan hiç çıkmıyor: “Hocam, senin odana daha çok gelmek istiyorum. Akademisyen olmak istiyorum, Türklüğün ve Türk Dünyası’nın meseleleriyle ilgili yaptığım okumalarla ilgili konuşmak, kafa yormak, tartışmak istiyorum ama durumu biliyorsunuz. Derslere bile zor girebiliyoruz.” Ben Ege Üniversitesi’nden ayrıldıktan sonra bir başka kutsal nöbeti devralmış ve Ülkü Ocakları Ege Üniversitesi Teşkilatı’nın Okul Başkanı olmuştu. Buna rağmen niyeti değişmemişti. Okumaya, araştırmaya, yazmaya hasretti. Nitekim şehadete ermeden birkaç gün önce, Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü’ndeki bir öğretim üyesi arkadaşımıza uğrayıp “Hocam, bir hafta sonra görevimi bir başka arkadaşa devrediyorum. Birkaç ay sonra okulu bitireceğim. Hemen Yüksek Lisans’a başlamak istiyorum. Bana önereceğiniz kaynaklar neler?” şeklinde bir yardım talebinde bulunduğunu da bu satırları kaleme alırken beni arayan bir başka arkadaşımdan öğrendim. Aynı arkadaşım, Fırat’ın Ege Üniversitesi Merkez Kütüphanesi’nde çalışamadığını/çalıştırılmadığını, bu sebeple Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü’nün kütüphanesine sık sık çalışmaya geldiğini de ifade etti. Şaşırmadım ama acım bir kat daha arttı.

 

Can kardeşimiz Fırat’ın kaybında, Ege Üniversitesi’nin uzun süredir devam eden duyarsızlığı, en önemli etkendir. Yalnızca mevcut yönetim döneminde değil önceki dönemlerde de Edebiyat Fakültesi’nin önü, PKK’nın propaganda alanı olmuştur. Burada her türlü eylem yapılmakta, gelen-geçen taciz edilmekte ve hatta Edebiyat Fakültesi’nin elektriği kullanılarak müzik yayını yapılmaktadır. Belirli günlerde azgınlık artmakta, Nevruz Bayramı ve Bahar Şenlikleri gibi günlerde örgüt propagandası zirveye çıkmaktadır. Durumu bütün yönleriyle bilen Ege Üniversitesi’nin yönetimleri, hiçbir zaman müdahale etmemiş; zaman zaman Bahar Şenliklerini iptal etmek ya da hiç düzenlememek gibi suya-sabuna dokunmayan çareler üretmişlerdir. Edebiyat Fakültesi önünde yuvalanan bu gruplar, Edebiyat Fakültesi’ndeki bazı öğretim üyelerini tehdit etmişler, 29 Nisan 2005’te Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü’ne gelerek eylem yapmışlar ve Enstitü’nün yöneticileriyle görüşerek onları da açıkça tehdit etmişler; Ege Üniversitesi’nde Halk Mahkemelerinin kurulacağını, belirledikleri öğretim elemanlarını yargılayacaklarını, cezalandırmayı da Ege Üniversitesi içinde bizzat yapacaklarını beyan etmişlerdir. Bu esnada, Rektörlüğü arayan Enstitü Yönetimi’ne, “Bir şey olmaz merak etmeyin. Bağırır, çağırır, giderler. Polise gerek yok.” mealinde cevap verilmiştir. Bu grup Enstitü’yü terk ederken girişteki camları kırmış, bazı demirbaş eşyaları tahrip etmiştir. O dönemki Üniversite yönetimi kayda değer hiçbir adım atmamış, duyarsız kalmaya devam etmiştir. Olay yargıya intikal etmiş ancak bir sonuç alınamamıştır.

 

Ege Üniversitesi’ndeki genel manzara böyleyken 2008 yılındaki rektörlük seçimlerinde aday olan ve akabinde atanan mevcut Rektör Candeğer YILMAZ, adaylık tanıtım toplantısı için geldiği Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü’nde, kendisine bu durumu aktaran ve ne yapacağını soran bana, “Benim Rektör olduğum yerde bu gibi durumlar yaşanmaz, izin vermem.” şeklinde cevap vermişti. Benim, “Bunu taahhüt ediyor musunuz?” şeklindeki soruma da “Taahhüt ediyorum.” diyerek kendince bir seçim vaadinde bulunmuştu. Rektör olarak atandıktan sonra kısa bir süre, birkaç göstermelik tedbir aldı ancak daha sonra eski düzene geri dönüldü. Yani taahhüt havada kaldı. Hatta 2010 yılında bir öğrenci topluluğu tarafından tertip edilen Çanakkale ile ilgili konferans, bu azgın grupların protestosu sebebiyle iptal edildi. Üstelik konferansı verecek Hoca da Edebiyat Fakültesi’nden Doç. Dr. Hasan MERT’ti yani üniversitenin kendi personeliydi. Acziyet o boyuttaydı ki üniversite kendi personeline sahip çıkamıyor, kendi öğrencilerinin düzenlemek istediği bir etkinliğin gerçekleşmesini sağlayamıyordu. Bu ve benzeri örnekler defalarca tekrarlandı, dışarıdan misafir olarak gelen konuşmacılar aynı gruplar tarafından engellendi ya da taciz edildi.

Ege Üniversitesi’ndeki vahim manzaranın ve ortaya çıkan elim sonucun baş sorumlusu olan Ege Üniversitesi’nin Senato’su ise bir skandala imza atmıştır. Olay sonrasında üç günlük eğitime ara verme kararı alan ve bu kararı üniversitenin internet sayfasında yayımlayan Üniversite yönetiminin vurdumduymazlığının bir başka örneği olan söz konusu kararda, hayatını kaybeden Fırat için bir başsağlığı bile dilenmemiştir. Olayın sıradan ve o güne mahsus bir gelişmeymiş gibi gösterildiği bahsi geçen kararda, şiddet içermedikçe her düşünceyi demokratik bir ortamda ifade etmenin önemine ve bunun temel ilke olarak benimsendiğine dair bir ifade de eklenmiştir. Bu ifadeyle Senato, sanki Ege Üniversitesi’nde demokratik bir zemin varmış ve öğrenciler buna rağmen çatışıyormuş izlenimi yaratmaya çalışmıştır. Edebiyat Fakültesi’nin içinin ve özellikle ön bahçesinin Kandil’e çevrilmesinde hiç payı yokmuşçasına işin içinden sıyrılmaya çalışan bu mantık, kendi içinde çeliştiğinin farkında bile değildir. Böyle bir açıklamayı yapan Senato, öncelikle ilkelerini hayata geçirme yönünde adım atması yani demokratik zemini oluşturmak için gerekli tedbirleri alması, şiddet tehdidinde bulunan ya da şiddet uygulayan terör örgütü destekçilerine göz açtırmaması gerektiğini atlamakta, daha doğrusu atlatmaya çalışmaktadır ama mızrağın çuvala sığmadığı artık gün gibi ortadadır. Zira arslan gibi bir delikanlı şehit edilmiştir.

Fırat kardeşimizin ölümü üzerine yapılan haberler ve yorumlar, alışılmış ama bir o kadar da acı bir biçimde sunuldu: “Karşıt görüşlü öğrenciler çatıştı.”. Basının bu standart ve aymazca tavrının altında yatan en önemli sebeplerden biri de Soğuk Savaş psikolojisidir. 68 ve 78 kuşağının eski tüfek solcularının ve/veya onların yetiştirmelerinin zihinlere kasten çaktığı bu algı, işine geldiği için mevcut iktidar yanlılarının da bolca kullandığı bir gerekçedir. Bu grupların tamamı, sorulduğunda teröre ve terörizme karşıdır ancak terör örgütü mensuplarına ve yandaşlarına bir türlü doğru hitap etmemektedirler. Akla hemen 1856’da çıkarılan Islahat Fermanı’na gösterilen tepkilerden biri gelmektedir: “Gâvura, gâvur demek suç oldu.”. Nitekim Yeniçağ Gazetesi’nden Servet AVCI da “Fırat Neye Karşıttı?” başlıklı yazısında, tam da bu hususa işaret etmekte ve sorumluları ifşa etmektedir:

“          …Ne karşıtı? Kim neye karşı? PKK neye karşı? Devletin emniyet güçlerinin ve üniversite yönetimlerinin gözleri önünde öğrenim hakkı ellerinden alınmak istenen ülkücü öğrenciler neye karşı? Ne sağı, ne solu?

Cengiz Akyıldız’ın şehadetinden sonra ifade etmiştik: Bu dili tanıyorduk… Üniversitelerde yuvalanan PKK çetelerinin her saldırısından sonra ortaya çıkıyordu… Medya şablon başlıklar atıyordu  “Karşıt görüşlü öğrenciler çatıştı”   diye… O ‘karşıt görüş’ün ‘neye karşıt’ olduğunu ifade edemiyorlar, adlarını bağışlayamıyorlardı…

Bu ’karşıt görüşlü’ ifadesi medyayla sınırlı kalmıyordu… İşin kötü tarafı olaylardan sonra gözaltına alınanların ifade tutanaklarında da olayların bu şekilde tanımlanması için kolluk ve adliye de özen gösteriyordu!.. Tıpkı klasik ‘sağ-sol’ kapsamında kalması için ne gerekiyorsa yapılıyordu… ‘Karşıt görüş’ büyük bir terör probleminden ziyade, ‘eski alışkanlıklarıyla yaramazlık yapan iki kesim’i işaret ettiği için konu abartılmamış oluyordu!..

 Böylece el birliğiyle küçülte küçülte büyüttüler şehirlerdeki terörizmi… PKK vurdukça kalemleriyle ve dilleriyle sinenler veya organize biçimde olayı basitleştirenler, bugünlerin hazırlanmasında günaha ortak oldular…”[4]  

 

Söyleyecek, anlatacak pek çok husus var ama “zamanın ruhu”, Türklüğün lehine işlemiyor. Türklük cazip bir aidiyet olmadığı gibi yükselen ve/veya yükselme eğilimi olan bir konumdan uzak duruyor. Bu durumun başta biz Türk Milliyetçileri olmak üzere pek çok sorumlusu var. Galip ERDEM’in dediği gibi “…Bir ölür, bin diriliriz. Ama bir ölenimizi de unutamayız. Süleyman’ın maddî varlığı sona ermiştir, mânâsını elbette yaşatacağız. Şehit Süleyman’ın ruhu, Türk Milliyetçiliğinin zafer bayrağı göndere çekilmediği sürece, hepimize kırgın kalacaktır. Bunu hiç unutmamalıyız!”[5]. Bu tablo karşısında açık bir gerçek var ki yazarken bile insanın eli gitmiyor. Eli kalem tutan ve hayatı boyunca kalem tutmak isteyen bir Türk yiğidini, eli kalem görmeyenler ve görmeyecekler katlederken zamanın ruhunu hazmetmişler ve bu hazmı kolaylaştırmakla görevli olanlar, işlerini hakkıyla yapmaya devam ediyorlar. Biz ise hâlâ zafer bayrağını göndere çekemiyoruz, en kötüsü de bu yönde ümidimiz kırık. Olan ise Fırat’a, Fırat’lara oluyor. Geride kalanlara da Yeniçağ Gazetesi’nden İsmail ŞAHİN’in dediği gibi en zor görev düşüyor, en zor görev dayatılıyor: Sabretmek[6]. Neye sabrettiğini tam anlamadan, ne zamana kadar sabredeceğini bilmeden sabretmek ve en önemlisi neden sabrettiğine ikna olmadan sabretmek, sabretmek, sabretmek…   

 

Son sözü şiirle ifade etmek, Fırat kardeşimin ruhuna daha uygun olur. Zira şiir aşığı ve internetteki sosyal paylaşım sitelerinde bu yeteneğini de sergilemiş olan Fırat, tersinden akarak doğduğu yere yani Tanrıdağı’na ulaşmıştır. Çünkü Fırat ve Fırat’lar, sabretmeyi bilirler ama icabında suyu tersine de akıtırlar, akıtabilirler. Yeter ki eli titremeyen bir bayraktar, gerçek bir bozkurt gibi öne düşsün. Bu sebeple Hüseyin Nihâl ATSIZ öldüğünde, onun aziz hatırasına Niyazi Yıldırım GENÇOSMANOĞLU tarafından yazılan “Atsız Tanrıdağı’nda” isimli şiir, son şehidimize de yakışır. Dündar TAŞER’in ettiği duayı tekrarlayarak Fırat’ın gerçekten son şehidimiz olması yakarışıyla Fırat kardeşime Allah’tan rahmet diliyorum. Ruhu şad, mekânı cennet olsun… TANRI TÜRK’Ü KORUSUN ve YÜCELTSİN…

 

FIRAT TANRIDAĞI’NDA

 

Burada baş sağlığı, orada gözler aydın;
İki ayrı dünyada iki ayrı tören var.

Tanrı katından gelen bir yüce buyruk üzre,
Aramızdan ansızın çadırını deren var.

Orada ecdat ruha şadümanlık içinde
Burada tamu içre gönüllerde boran var.

Eksilmiş bir yanımız; çarpılmış gibiyiz hep
TANRI korusun, sanki Bozkurtluğa kıran var.

Yukardan gök mü bastı; altta yer mi çöktü ne?
Kimsede ağız, dil yok; gözleriyle soran var.

Buradan uğurlarken onu binlerce Bozkurt
Orada karşılayan binlerce Alp-Eren var.

O gün Tanrıdağı’nda tan ağardığı çağda,
Dediler Oğuz Han’ın otağına giren var.

Ve Tanrı-Kut Mete’nin huzurunda FIRAT’ı
Kür Şad’la Kül Tigin’le diz vururken gören var.

Töredir; konan göçer, doğan gün batar elbet
Tanrı zeval vermesin devlet, din ve KUR’AN var.

Dayanılmaz olsa da FIRATSIZ’LIĞIN acısı
Ulu Tanrı’ya şükür yine toy var, Turan var.

 

Niyazi Yıldırım GENÇOSMANOĞLU
_____________________________________  

* MHP MYK Üyesi; Genel Sekreter Yardımcısı; Hacettepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Milletlerarası Hukuk Ana Bilim Dalı

[1] Galip ERDEM, “Bir Bozkurdun Göçüşü”, Devlet Gazetesi, 30 Mart 1970; Galip ERDEM, Ülkücünün Çilesi, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2012, s. 236

[2] Emine IŞINSU, Sancı, Töre-Devlet Yayınevi, Ankara 1980, s. 19-20

[3] Galip ERDEM, “Bir Bozkurdun Göçüşü”, Devlet Gazetesi, 30 Mart 1970; Galip ERDEM, Ülkücünün Çilesi, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2012, s. 237

[4] Servet AVCI, “Fırat Neye Karşıttı?”, Yeniçağ Gazetesi, 22 Şubat 2015

[5] Galip ERDEM, “Bir Bozkurdun Göçüşü”, Devlet Gazetesi, 30 Mart 1970; Galip ERDEM, Ülkücünün Çilesi, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2012, s. 238

[6] İsmail ŞAHİN, “Fırat’ın Katili Kim?”, Yeniçağ Gazetesi, 23 Şubat 2015