Din Bilmecesi
Dr. Necmeddin Hacıeminoğlu
Mart 1970
Son birkaç yıldan beri gazete ve dergilerde, sık sık, dinî konularla ilgili yazılara rastlıyoruz. Ancak, bazen küçük bir fıkra, bazan uzunca bir makale ile dinin çeşitli meselelerine temas etmekten pek hoşlanan bir çok yazarlar, yazık ki, bu hayâtî konuyu önem derecesi ile mütenâsip bir şekilde ele almamaktadırlar.
Günün politika rüzgârları ile yelkenlerini şişiren gazete yazarlarının dâimi bir tartışma konusu yaptıkları din meselesi üzerinde, hiç bir zaman ciddiyetle durulmamıştır. Çünkü bu mesele, her defasında, kendisine dolayısıyle temas edilen, başka olaylarla ilgili olduğu nisbette önem kazanan ikinci dereceden bir konu olarak düşünülmüş, öyle kabul edilmiştir. Hiç bir zaman, doğrudan doğruya ve bağımsız bir İçtimaî kurum olarak, yâni sadece din olarak ele alınmamıştır.
İşte bu yüzdendir ki, basit bir zabıta olayının veya bir siyâsî konuşmanın tesiri ile hemen günün en önemli meselesi hâlini alıveren bu ciddî konu, her seferinde de çabucak önemini kaybetmiş ve ortaya çıkmasına sebep olan hâdiseyle birlikte unutulup gitmiştir. Yâni gazete sütunlarına düşen her ciddî memleket meselesinin kaderi ne ise, din meselesi de aynı âkıbete uğramıştır. Esasen başka türlü olması da beklenemez. Zira bir cemiyetin ciddî ve hayatî önemi hâiz meseleleri, elbet de, sayfalarının yarısını spor, sinema ve cinayet haberlerine, geri kalan kısmını da politika ve sosyete dedikodularına ayıran günlük gazetelerde incelenemez. İncelenmek istendiği takdirde da böyle neticelenir.
Bizim bildiğimize göre, her cemiyet olgusu gibi din de doğrudan doğruya ve bağımsız bir mesele olarak düşünülür, öyle incelenir ve ondan sonra bir karara varılır. Eğer cemiyette çözülmesi gereken bir din bilmecesi mevcutsa, bunu halletme çarelerini araştırmağa kalkışmak için mutlaka bir zâbıta olayının vukuunu beklemek veya böyle bir fırsat kollamak icab etmez. Din, mâhiyeti ve önemi itibari ile, hiç bir zaman ikinci dereceden bir mesele, âdeta bir «gölge hâdise» olarak kabul edilemez. O, insanların kalbinde, cemiyetlerin içinde ve milletlerin rûhunda tek başına yaşayabilen bağımsız, gerçek, canlı ve sıcak bir duygudur.
İşte bu özelliğinden ve öneminden dolayıdır ki, cemiyetimizde din meselesinin de, her sosyal hâdise gibi, ciddiyet ve samimiyetle ele alınmasını istiyoruz.
Gene bu konu ile ilgili olarak üzerinde durulması gereken diğer bir hususda, din meselesini ele almakta olanların ilmî ve fikrî hüviyetleridir.
Yıllardan beri büyük bir hayranlık beslediğimiz ve benzemeğe özendiğimiz batı dünyâsında – eğer yanılmıyorsak – böyle meseleleri mütehassıs ilim ve fikir erbabı ile, filozof, sosyolog ve içtihat koyma yetkisine sahip din adamları ele alırlar; onlar inceler, onlar tartışır ve sonuca gene onlar varırlar. Tartışma veya münazara sahneleri de her halde, günlük politika gazetelerinin cılız sütunları değildir.
Bizim memlekette ise, yıllardan beri, dinin çeşitli meseleleri üzerinde fıkra ve makale yazarak fikirler ileri süren, tenkit ve hücumlarda bulunan, yapılmasını istedikleri “reform” hakkında plân ve programlar teklif eden kalem sahiplerinin dinle olan ilgilerinin derecesi kimse tarafından bilinemez.
Bakarsınız, bâzen bir’ diş tabîbi veya göz hastalıkları mütehassısı, bâzan bir emekli mal müdürü veya tapu memuru, bâzan da lise diplomasına bile hak kazanamamış bir şâir, hikâyeci veya fıkra yazarı, bu dâvânın halli için sütun sütun makaleler, sayfa sayfa kitaplar kaleme alıp, yeni yeni görüşler ortaya atarlar.
Bütün bu ve buna benzer acemice müdâhaleler, uzun yıllardan beri çeşitli din meselelerinin yüz üstü kalıp, çıkmazdan çıkmaza sürüklenmesine sebep olmuştur. Üzülerek belirtmek zorundayız ki, ona yıllar yılı samîmi bir dost eli uzatılmamış; güvenilir bir koruyucu, usta ve güçlü bir sahip bulunamamıştır. Gene içimiz burkularak itiraf etmek mecburiyetindeyiz ki, Türk cemiyetinde din, zaman zaman, çeşitli menfaat düşkünleri tarafından defalarca istismar edilip, kötü yolda sömürülmeğe çalışılmış ve insafsız politikanın hoyrat elinden bir türlü yakasını kurtaramamıştır. Böylece, bin yıldan beri kendisine milletçe kopmaz bağlar ve çok vefâlı duygularla bağlı bulunduğumuz; gelişip yayılması yolunda hiçbir hizmet ve fedakârlığı esirgemediğimiz İslâm dini, birlikte geçen bu yüz yılların macerası boyunca, bâzan hazin talihsizliklere de uğramıştır.
Gün olmuş, mutaassıp ve câhil yobazların elinde şekilci bir hurafeler ve bâtıl düşünceler mozayığı hâline geldiği için, çeşitli yönlerden insafsız sataşmalara hedef teşkil etmiş; gün olmuş, bilgisiz ve toy politikacıların elinde bir oyuncak durumuna düşmüş ve gün gelmiş, menfaat hırsı ile gözü kararan siyaset adamları tarafından bir nevi «can kurtaran simidi» olarak kullanılmak istenmiştir.
Bizde din müessesesinin başına gelenler bu kadarla da bitmez. Şâirin: «Kangı derdim söyleyem, dağlarca derdim var benim» mısraı ile ifade etmeğe çalıştığı «dertli insan halet-i ruhiyesini» müslümanlık adına, biz de yaşıyoruz. Bu ıstıraplarımızı dile getirmeğe devâm edelim :
Belirli bir tarihten itibaren baş döndürücü bir hızla gelişip ilerliyen batı dünyası karşısında, sert çerçevesi içine sıkışıp kaldığımız doğu medeniyeti topluluğu ile birlikte biz de geri duruma düşünce, bu talihsiz akıbete sürüklenişimizin «sebeplerini aramağa başladık. Kaderimizin böylesine ters, alın yazımızın böylesine «kara tecellisi» karşısında, bu uğursuz çöküntünün «suç»unu üzerine yükliyebileceğimiz bir «şey» bir «sorumlu unsur» bulmamız lâzımdı. Hiç olmazsa kendi kendimizi tatmin ve iknâ etmek için! İşte o zaman, çok karmaşık ve derinlerde olan, hemen bulunup izahı yapılamıyan asıl sebepler yerine müslümanlığı bularak, onun «yakasına yapıştık» onu «didikleyip» onu «tartaklamaya» başladık.
Karşımıza kara sakallı yobaz çıktı. Biz bu adama, onun câhilliğine, onu yetiştirmiyen, aydınlatmayan devlete kızacağımız yerde, dinin kendisine yüklendik. Karşımıza mutaassıp softalar çıktı. Biz, onları bu taassuptan kurtarmanın çare ve yollarını aramak dururken, milletin samîmi duygularına, temiz îmânına hücum ettik. Karşımıza dini sömüren, onu menfaatine âlet eden ahlâksız çıktı. Biz, müslümanlığı bu sahtekârların hâin pençesinden kurtarmamız gerekirken, her türlü mânevî meselelere arkamızı döndük. Karşımıza müslümanlığı yanlış anlamış, fakat iyi niyet sahibi insanlar çıktı. Biz, güler yüzle onları aydınlatıp, doğru yola götürmek dururken, kendilerine sinirlendik; bilgisizlikleri ile alay ettik.
Hasılı, bir zamandan beri, Tasladığımız her dinî mesele karşısında yüzümüzü buruşturmayı, ona şöyle bir dudak büküp omuz silkip geçmeyi medeniyetin, Avrupalılığın ve ileri fikirliliğin kaçınılmaz icaplarından sandık.
Fakat artık bu «bilmece»yi çözmeliyiz. Çözmek için çalışmalıyız. Boş, kuru ve lüzumsuz tartışmaları bırakalım.
İnsan cemiyetlerinin en hayatî meselesini teşkil eden din ve inanma duygularının varlığını, önem ve değerini ne inkâr, ne de ihmal etmemize imkân var. Bu, duruma bırakılmakla halledilebilecek bir konu değildir, ilgi, samimiyet ve ciddiyet ister. Bu, her arzu ve heves sahibinin, her politika ve kalem erbâbının başarabileceği basitlikde bir iş de değildir. Bilgi, tecrübe, ihtisas ve iyi niyet ister.
Türk milleti, bütün bu lüzumlu şartların sağlanıp, din meselesinin tam bir ciddiyet, samimiyet ve iyi niyetle ele alınmasını bekliyor. Hem de yıllardan beri…
KAYNAK: Millî Hareket, Sayı:44, Mart 1970, s.6-7.