Türklük ve Geleceği
Ziya Nur AKSUN
New York Times gazetesi yazarı Salzberger’in Türkler hakkında yazdığı makaleden söz ediliyordu. Yazar, “Türk ırkının coğrafi olarak çok geniş bir alana yayıldığını, bugünkü Çin’in Sinkiang eyaletinde oturan bir Türk ile Edirne’de oturanın anlaşabileceğini, Çin’e kadar yalnız Türkçe konuşularak gidilebileceğini; Balkanlar ve Orta Asya’da yaşayan Türkler’in gözlerinin Türkiye’de olduğunu, gelecekte Asya’da bu kavmin siyasi olaylarda daima göz önünde tutulması ve ihmal edilmemesi gereken bir unsur ve ağırlık olduğunu” dile getiriyordu.
Merhum (Dündar Taşer) bu konuda şunları söyledi:
“Türkler, Balkanlar’dan Rusya ve Çin içlerine kadar çok geniş bir coğrafya parçası üzerinde, hattâ 15-20 derecelik bir enlem dairesinde, yoğun bir şekilde yayılmışlardır. Türk’ün tarihî açıdan egemenlik kurduğu alan ise, çok geniş bir cihan; hattâ dünyadır denilebilir. Bütün Çin, bütün Rusya, Viyana önüne kadar, Polonya ve Romanya dâhil Avrupa, baştanbaşa Hindistan, İran, Afganistan ve Yemen’e kadar bütün Arabistan, Orta Afrika’ya kadar uzanan bütün Kuzey ve Doğu Afrika çok zaman Türk hanedanları ve hükümdarları tarafından idare edilmiştir. Türk’ ün egemenliğini kabul ettirmediği, siyasi etkisini hissettirmediği, bir Eski Dünya köşesi kalmamış gibidir. Biz, millet olarak böyle bir akıştan geliyoruz.”
“Karadeniz’in kuzeyinden ve güneyinden tâ Çin’e kadar yalnız Türkçe konuşarak gidilebileceği, sadece bir gerçek değil, söylenmiş bir sözdür. Nitekim William Ramsey: ‘Belgrad’dan Pekin’e kadar, yalnız ve ancak Türkçe konuşularak gidilebilir.’ demiştir. Diğer biri, zannederim, Thomson da: ‘İzmir’den Çin sınırına kadar yalnız Türkçe’yle gidilebilir.’ sözlerini söylemiştir.”
“Türk’ün Asya ve Doğu için ihmal edilmemesi gereken bir unsur olduğu sözü ise, zaten tarihî bakımdan kanıtlanmıştır denilebilir. Bu bin senede Asya’daki, Afrika’daki, hattâ kısmen Avrupa’daki en büyük siyasi, sosyal ve medenî hamle Türkler’in idaresinde gelişmiştir. Bugünkü Türk nüfus dinamiği, 19’uncu asırdakinden çok başka bir manzara arzetmektedir. Geçen asırda, nedense, nüfusu azalan bir kavimdik. Onun için bazı Avrupa siyasileri, Türk’ü medenî hayata ayak uyduramayan, eski ve aşağı bir ırk olarak görüyorlardı. Bugün bu değişmiştir. Türk dünyasındaki nüfus artışı, senede binde otuzu aşmaktadır (1974 itibariyle). Bugünkü dünyada, Türk nüfusunu 150 milyonun üzerinde tahmin edersek, hata etmemiş oluruz. Bu büyük nüfus, yaşadığı alanlar ve tarihî açıdan sahip olduğu etki, devlet kurma ve insan idare etmedeki emsalsiz yeteneği ve üstadlığıyla, Asya’nın dikkatten uzak tutulmaması gereken en önemli unsurudur.”
“Yalnız, dünya Türkleri’nin bugün çok önemli bir derdi vardır. Bu da kültür problemidir. Meselâ yazı ve lisan… Türkler bugün, üç alfabeli bir millettir. Anlaşma ve haberleşme araçlarının alabildiğine geliştiği günümüzde, Türk topluluklarının kültürü devamlı olarak parçalanmaktadır. Bunu içimizde bile, uydurma dil akımı ile densizce yapan ahmaklar vardır. Türk dünyasının en büyük dâvâsı, ortak kültürü geliştirmek ve kuvvetlendirmek olmalıdır. Bereket versin ki, ortak millî kültürün maddî ve manevi en kuvvetli harcı olan Sünni Müslümanlık, Türk benliğinin ayrılmaz bir parçası ve ölçüsü olmuştur. Türk’ün ruhuna işlemiş ve geleneğiyle karışarak mukaddes bir mahiyet almış olan bu iman, her çeşit mekanik baskılara karşı yıkılmaz ve sarsılmaz bir sed halindedir. Bu şeddi kuvvetlendirici bir husus da, Türk’ün lisana ve an’anelerine, geleneklerine verdiği mukaddes kıymettir. Bunlar, Rus komünizmi altındaki Türk’ü bile millet olarak ayakta tutmaktadır.”
“Napolyon’un Türkler hakkında bir sözü vardır ki, çok severim: ‘Türkler yenilebilir; fakat mağlûb edilemezler.’ diyor. Evet, yenildik; fakat asla mağlûb edilmedik ve edilmeyeceğiz. Türk’ün büyük kudretini yitirdikten sonra dahi Batı baskı ve sıkıştırmasına karşı direnmesi; kendi aydınının bile ihanetine rağmen hâlâ büyük mücadelesini sürdürmesi ne müthiş şeydir. Ne akıl almaz olaydır. Herhalde bu mücadeleden göz kamaştırıcı bir zaferle çıkacak olan, o esrarengiz güçlere ve akıl erdirilmesi zor sırlı kuvvetlere sahip olan millettir. Bu imtihanın sonucu çok büyük bir çıkış olacaktır zannederim.”
“Osmanlı Türkleri, Avrupa’da, özellikle acı çeken kitlelerce pek başka türlü görülmüşlerdi. Yükseliş ve hamle devirlerimizde, yenilmez bir kudret olduğumuz zamanlarda, bizim üstünlüğümüzün sebeplerini düşünen ve araştıran adamlar çıkmıştır. O zamanki Türk ülkeleri, hasret çekilen bir adaletin ve idarenin merkezi sayılmıştır. Türk’ün bu konudaki şanı ve şöhreti 19’uncu asrın sonuna kadar sürmüştür. Meselâ, 17’nci asır başlarında ölen ve Civitas Solis (Güneş Ülke) diye bir eser yazan, ütopik komünist Campanella: ‘Mademki düşünceyi zindana koymayan, hakikat sevgisini zincire vurmayan bir millet, o cesur ve âdil Türkler var; üzerinde yalnız hakikatin, adâletin ve hürriyetin hüküm sürdüğü bir Güneş Ülke yarın neden vücud bulmasın?’ demiştir. Bir İtalyan papazı… Düşündüğü rahat ve huzur âleminin yahut hayalinin hakikat olma ihtimalini ancak bizim varlığımıza bağlamış demektir.”
“Burada bir an duralım ve ‘Bizim aydının, 17. asra, yahut geçmişimize bakışı nasıl?’ sorusunu soralım… Bu soruya, onun kafasıyla cevap verelim:’Astığı astık, kestiği kestik bir padişah; keyfî bir idare, hırsızlık ve rüşvetle haşır neşir olmuş idareciler; zulüm altında bir halk…vs. vs.’ Oysa, kantarın topuzunu kendi tarafımıza aktarmadan, yani mümkün olduğu kadar tarafsız kalarak, Batıyla bir mukayese yapalım. Meselâ, Saignebos’un Avrupa Kavimlerinin Mukayeseli Tarihi‘ne bir bakalım. Fransa’da doğru dürüst bir devlet göremeyiz… Almanya zaten sahnede yok… Diğerleri küçük kontluklar gibi… Buna karşılık bizde, dışişleri, mâliyesi, askeriyesi, mülkiyesi, adliyesi ile maddî manevi etkiye sahip geleneksel hükümranlığın etrafında çok mükemmel bir devlet makinesiyle karşılaşırız. Onların anladığı ve iddia ettikleri şekilde bir keyfi devlet, 600 sene değil, 60 sene devam eder mi? Bizim ilericilerin anladığı anlamda bir geçmişe sahip olana ne derler? ‘Sen zaten adam değilsin, tarihin zulüm ve gaddarlıktan ibaret, yaşamaya hakkın yok; yıkıl git!’ derler. Zaten gâvurların iddiası da aynı. Kuvvetimizi yitirmeye başladığımız andan itibaren de bu gerekçe ile elimizden toprak aldılar. Yani bizdeki bu zihniyet sahipleri, âdeta yabancı ajanı… Başka bir şey söylemeğe lüzum yok… İnsan deştikçe ve düşündükçe fenalaşıyor, asâbı bozuluyor…”
“Bizi öven yalnız bu papazdan da ibaret değildir. Meselâ pozitivizmin’in kurucusu Auguste Comte da, III. Selim’e yazdığı bir mektupta, kurduğu ‘sevgi dini’ne onu davet etmiş, ‘Siz, çeşidi din ve mezheplere her türlü hoşgörüyü gösteren bir âdil devletin başkanısınız’ mealinde lâflar etmiştir. Marx bile, zamanındaki Türkiye’nin, Rusya ile kıyas edilemeyecek kadar âdil ve insanî bir rejime sahip olduğunu söylemiştir[1]. Bütün bunlar bizi asla sevmeyen, pek garip vahşi bir düşmanlık gösteren, bundan hâlâ da dönmeyen Avrupa’da, Türk’ün hasletlerini nisbeten takdir eden adamların da bulunduğunu ortaya koymaktadır.”
“Büyük bir Osmanlı Tarihi yazmış ve bunun için otuz sene çalıştığını söyleyen Hammer: ‘Heredot’un Tarziyanus, Tevrat’ın Toganma diye andığı Türk, bunlardan çok daha eski asırların tanıdığı bir millettir. Zorbalık kabul etmeyen bir yiğitlik, alabildiğine geniş bir fetih aşkı, sonsuz bir girişimcilik yeteneği, ortama uymaktan çok, onu kendine uydurma zevki ve tutkusu, bu milletin asırlar dolduran tarihinde apaçık görünür ve okunur. Türkler, devlet yıkmakta ve devlet kurmakta birinci sınıf üstaddırlar. Ülkeleri değil, kıtaları alt-üst etmişler ve bu korkunç saldırılar arasında, sarsılması hiç de kolay olmayan egemenlikler yaratmışlardır. Tarih, Türkler’den çok şey öğrendi. Onların elinden çıkma Öyle eserler var ki, medeniyet için birer süs teşkil etmektedir.’ cümleleriyle Türk’ü anlatmıştır. Bu sözlerde Türk’ün sahip olduğu hasletler, pek açık dile getirilmiştir.”
“Herhalde tarih boyunca pek büyük hamleler yapan, çok yüksek bir idare yeteneğine, pek yüce bir adalete sahip, teşkilâtçı ve çok eser veren bir milletin, miskin ve bomboş oturması mümkün değildir. Ve yine herhalde, kavim olarak, tarih bakımından söyleyecek sözümüz ve yapacak işimiz vardır.”
“Şunu da söyleyeyim ki, biz gittiğimiz her yere barış, sükûn, huzur, adalet ve düzen götürdük. Avrupa, gittiği her yere medeniyet adıyla huzursuzluk, haset, iki yüzlülük, sefahat ve fuhuş götürdü, 19’uncu asırda ve 20’nci asrın başlarında kendilerini yersiz, gereksiz olarak medeniyet havâriliği ile görevlendirilmiş gören Avrupalılar, gayrı medeni diye isimlendirdikleri kavimlere, meselâ; bizim eski eyaletlerimize karşı bir fetih hakkı iddia ettiler ve buraları sömürge yaptılar. Aslında bu iddia gülünçtür ve tamamen manasızdır. Onların “hak” dedikleri şey de, “kuvvet”ten ibarettir. Kuvvetin adı medeniyet, kuvvetsizliğinki ise bedeviyet (medeniyetsizlik) olamaz. Biz kuvvetli olsaydık, mesele aksi olacaktı… Fakat Avrupa’nın kuvveti yaptırmışız (müeyyidesiz) kuvvettir, yani vahşi kuvvettir. Daha doğru bir deyimle, kaba kuvvettir. Bizim kuvvetimiz ise daima yaptırımlı (müeyyideli) ve ölçülü olmuştur. Meselâ, Osmanlı, karşı konulmaz bir kudret iken bile, daima ölçülü, daha doğru bir deyimle, hukuka bağlı bir kuvvet olmuştur. Ne yapacağı, ne yapamayacağı bellidir.”
“Avrupalı bizim için ‘Türk’ün ayağının bastığı yerde ot bitmez’ demiştir. Allah için söyleyin, biz mi öyleyiz, yoksa onlar mı? Bizim fethettiğimiz yerlerde Hristiyan unsuru ve mezhepleri, kendi ülkelerinden daha serbest yaşamışlardır. Nitekim, Ubidni “İzmir’de, İstanbul’da, Trabzon’daki Katoliklik, Paris ve Lyon’dakinden daha serbest.’ demiştir. Avrupalı için bunu söylemek mümkün müdür? Meselâ, kendi azdırdıkları Balkan kavimlerinin, Müslüman nüfusunu feci surette katliam etmelerine karşı, medeniyet havârisi olan Avrupalı, onaylamaktan başka bir itiraz sesi yükseltmiş midir? Pardon, hükümetlerinin baskısına rağmen yazı yazan iki dost çıkmıştır: Pierre Loti ve Claude Farrere. Onlar da Avrupa’da ve kendi toplumlarında göremedikleri, fakat hayal ettikleri erdemleri Türk’te gördükleri için itirazda bulunmuşlardır. O da, kişisel ve bireysel protesto boyutunu aşmamıştır. İtalyanlar, Trablusgarb eyaletimizdeki halkımızı medeniyet adına öldürmüşler; Fransızlar, Tunus ve Cezayir’deki kardeşlerimizi, yine medenileştirmek için kurşunlamışlardır. İngilizler, Mısır’ı ve Arabistan’ı, medeniyet götürmek için işgal etmişlerdir. Tabii bu saçma iddiaya sadece gülünür. Fakat ne gariptir ki, içimizde, bu yabancı propaganda dolmalarını yutan zavallılar da olmuştur. Daha da garibi, Ortadoğu’da bir takım grupların, kendi milletlerine bu emperyalist devletlerin yaptığını yapmaya kalkışmalarıdır.”
“Bir takım aydınlar, sızlanmayla ve insaniyet aldatmacalarıyla bir orduya ve kuvvete karşı koymanın mümkün olmadığını anlamışlardır. Kuvvete, ancak kuvvetle karşı konur. Hak kuvvete dayanmadıkça, onunla desteklenmedikçe, anlamsız kalır. Eşkiyaya karşı kanun maddesini göstermek abestir. Avrupalılara karşı da sızlanmalar, yanıp yakılmalar etkisiz kalmış; ancak onların iştahlarını kabartmıştır. Fakat çıplak kuvvetle de insanlara uzun müddet zorbalık edilemez. Avrupa onun için, işgal ettiği yerlerde duramamıştır. Aynı prensip, Rusya için de öncelikle geçerlidir.”
“Osmanlı, birçok ülkelerde asırlarca kaldı ise, hukuka bağlı ve âdil bir kuvvet olduğu için kaldı. Bugün hâlâ hasreti çekiliyorsa, düzen ve intizam unsuru, adalet ve hak pekiştiricisi olduğu içindir. Herhalde insanları idarede, devlet kurmada, adalet ve hakkı teslimde, tarihte kâbımıza (topuk kemiğimize) varacak bir devlet ve millet henüz yoktur. Gelecek ise, böyle bir milleti reddedecek kadar şaşkın ve zâlim olmayacaktır zannederim…”
_________________________________________________
[1] Kari Marx’ın Türkler hakkındaki görüşü, tanıdığı David Urquarth’dan gelmektedir zannederiz. Ayrıca, bir ara New York Times yazarı olduğu zaman Kafkaslılar’m Rusya’ya karşı mücadelesini tutmuş ve dağlıların hürriyetçiliğini övmüştür. Tabii, bunlarda o günkü dünya kamuoyunun eğilim ve yansımasını görmek gerektir.
Marx’ın din hakkında ve İslâmiyet konusundaki görüşleri ise başkadır. Karl Marx’a göre “Din, bir afyondur.” Sonradan Lenin buna biraz sivu- ha (aşağı cinsten ve fena kokulu bir votka) katmışur. Böylece komünistlerin görüşü ortaya çıkmıştır: “Din halkın afyonudur; din bir çeşit manevi sivuhadır ki, sermaye köleleri kendi insanî tavırlarını bu suda boğarlar.”
Yine Marx’a göre, “Muhammed’in (a.s.) dinî devrimi, diğer din hareketleri gibi şekil bakımından irticai (gerici), yani eski sadeliğe doğru hayâlî bir dönüşten başka bir şey değildir.” “Kur’an ve buna dayanan Müslüman kanunları, bütün dünya milletlerinin coğrafya ve etnografisini, müminler ve mümin olmayanlar diye ikiye bölmekle, oldukça sade ve uygun bir kurala indirgemiştir. İslâm mümin olmayan milletleri lânetlemek suretiyle, Müslümanlarla Müslüman olmayanlar arasında sürekli bir savaş havası meydana getirmiştir,”
Bu eleştiriler, harcıâlem Hristiyan iddialarıdır ve yanlıştır. İşin garibi, dünyayı “proleterler ve kapitalistler” diye ikiye bölen ve insanlık arasında korkunç bir mücadele açan görüşün kurucusunun İslâm’a böyle acaip bir eleştiriyi yöneltişidir. İslâm, inkâr edilmez bir topluluk kurabilmiş, kendini kabul etmeyenlere dahi hak ve hukuk vermiştir. Marxist görüşün uygulaması ise çok fecidir. Bir topluluk kuramamış ve kendini tanımayanlara – bırakın hak ve hukuku – hayat hakkı dahi tanımamıştır.
Bunun, meselâ Rusya’daki uygulaması çok açık ve nettir. Devrimden hemen sonra, Rusya’da Müslümanlara karşı pek çok baskılar, eziyetler yapılmıştır. Camiler kapanmış, klüp, eğlence yeri yahut ambar haline getirilmiştir. Türkistan’da 14 bin, İdil-Ural’da 7 bin, Kafkasya’da 4 bin olmak üzere, Rusya Müslümanlan’na ait 26 bin caminin kapatıldığını söylemek, işin boyutu hakkında fazla söze gerek bırakmaz.
Şunu da söyleyelim ki, Rusya’da kolektivizme en fazla karşı koyanlar Müslümanlar olmuştur. Bu sebeple Rus yazarları bu karşı koyuşu dinî sebebe bağlayarak açıklamışlardır. Meselâ bunlardan biri, “Kur’an vahşi Arablar tarafından düzenlenmiş, derebeylerinin, sultanların, emirlerin kendi menfaatleri için kullandıkları eskimiş bir kitaptır… Tâ başlangıçtan beri siyasi ve sosyal bir faktör olan İslâm, savaşçı ticaret kapitalizminin ideolojisini ifade eder… Kur’an, özel mülkiyetin ve kişisel- bireysel ticaret kapitalizminin bir , ifadesidir.” demektedir. Bu görüş, komünist görüşün İslâm’a nasıl baktığını gösterir ki, dikkat çekicidir. Yani bu ifadeye göre, “Müslümanlık, değiştirilmesi mümkün olmayan bir burjuva dinidir.”
Yine Sovyet resmî yazarlarından Klimoviç, “Kur’an’ın aslında sosyalist olduğu yolundaki bazı yayımların taraflı olduğunu, bunlara adlanılmaması gerektiğini” beyan ederek, 1905’de İlminski adındaki bir Rus misyonerinin, Ortodoks Kilisesi Yüksek Şûra Başkanı Pobedeostsev’e yazdığı bir mektubu açıklamaktadır. Bunda aynen “Müslüman propagandasına hürriyet verilmesi isteniyor. Bu, korkunç bir iştir. İslâm, bir dakika için olsun silâhını elinden bırakmayan, muazzam bir kuvvettir. İslâm, iman ve fanatizmin kuvvetidir ve bütün İslâm dünyasında sahip olduğu kaynaştırma yeteneği bakımından, dünyada eşi bulunmayan bir dindir. Manevi alanda onunla mücadele imkânsızdır.” demektedir. Bu görüşler, Sovyet resmî ideologlarının görüşleridir. Arap dünyasında ve memleketimizde de, İslâmi hükümleri, sosyalizme uydurmaya çalışanlar vardır. Bunların – eğer maksatlı değilseler – nasıl bir hata içinde bulundukları, yukardaki görüşlerle yapılacak basit bir mukayese ile ortaya çıkar. Bu konuda fazla söz söylemek gereksizdir.
KAYNAK: Dündar Taşer’in Büyük Türkiyesi, Ötüken Neşriyat