“Tarık Buğra
Hakkında”ya DAİR
EMİNE IŞINSU
TÖRE, OCAK/ŞUBAT 1981,
SAYI: 116-117: 40-46
“Gençliğim Eyvah” beni fena hâlde sarsmıştı. Bir kısa yazı ile duygularımı ifade etmeğe çalıştım. Ancak bu yazı, ne roman ne de yazarı hakkında tam bir değerlendirmeydi. Bütün değildi, kifayetsizdi… Düşündüm, Tarık Buğra şunca yılın muharriri, hani başlangıçtan bu yana romancılığımıza bakınca, sayabileceğim üç büyük isimden biri. Ahmet Hamdi Tanpınar ve Kemal Tahir’i kastediyorum ki, Kemal Tahir elbet ikisinin arkasından gelir, hem de arada epey mesafe bırakarak. (Bu arada Peyami Safa’dan şundan bundan bahsaçarak beni, en azından, haksızlıkla itham edenler bulunabilir. Edebiyatçı değilim, ancak iyi bir okuyucuyum. Hoşa gitsin veya gitmesin, bu benim değerlendirmemdir, o halde yazmak zorundayım.)
Evet, Tarık Buğra büyük romancı. Romancı da, niçin hak ettiği alâkayı görmedi ve görmemekte? Ve şu mükemmel romanı “Gençliğim Eyvah”, niçin öyle katı, acımasız -beni cidden rahatsız eden- bir sükutla karşılandı?
Töre’nin sayfalarını “Gençliğim Eyvah” ve Buğra’ya açmaya karar verdim. Bir sayıyı ona hasredecektim. En azından haksever bir okuyucu olarak, yapabileceğim tek şey buydu, sahibi olduğum dergiyi, böyle mühim bir hizmete koşmak. Hizmet derken, yanlış anlaşılmasın, Türk Edebiyatı Tarihi’ne ve Türk okuyucusuna hizmeti kastediyorum. Tarık Buğra’ya hizmet değil belki, ancak romancının hak ettiği ilgiyi görmesini ve okumasını da istiyorum elbet. Hele Türkiye’de, sanatçıların “ilgiden” başka gıdaları var mıdır?…
Kendisinden alâkasını rica ettim. Yağmur Tunalı ile mülakatı memnuniyetle kabul etti. Ve edebiyatçılara, sanatçılara rica ettim: Gençliğim Eyvah, Tarık Buğra’nın edebî şahsiyeti veya her hangi bir eseri hakkında yazar mısınız, lütfen…
Aldığım cevaplar beni şaşırttı diyemem, beteri oldu: Kalbim kırıldı. Çünkü değer verdiğim bazı kimseler, Buğra’nın şahsi ilişkileriyle, edebî şahsiyetini birbirine karıştırmışlardı. Çok samimi olduğum bir edebiyatçı dostum, açık açık: “Ben sevmiyorum o zâtı, kitabını okuyamam.” dedi ve sahiden okuyamadı. Daha resmi münasebetlerim olan bir kaç edebiyat otoritesi, şu sıralarda işlerinin fazla olduğundan bahsedip, “vakit” ayıramayacaklarından yakındılar.
Bir üniversitemizdeki edebiyatçı öğretim üyelerine Garipkafkaslı ile haber yollayıp, rica etmiştim. Hiç birinden ses çıkmadı.
Şimdi diyeceksiniz ki, “Sende de maaşallah hiç alınganlık yok! İnsanlar Buğra için değil de, Töre’ye yazmaktan imtina ediyorlar. Senin dergini istemiyorlar.”
Aman efendim, daha önceleri Töre, bu kişilerin kıymetli imzalarını yayınlamaktan şeref duymuştu. Halâ da şeref duyar. İşte bu yüzden hiç üstüme alınmadım, alınmıyorum.
Bir arkadaş, “Kendini çok beğeniyor, hepimizi küçük görüyor.” dedi. Diğer bir sanatçı dostum: “Sen galiba politikayla fazla uğraştığın için beğendin Gençliğim Eyvah’ı, ben öyle beğenmedim. Hattâ 50-60 sayfadan öteye gidemedim.” dedi. Başka biri: “Onun iddiası bütün sağcı sanatçıların birbirlerine destek olmasıdır. Ama yalnız kendisine destek olunmasını ister, çünkü kendisinden başka sanatçı olduğunu kabul etmez.” dedi ve biraz da alaycı bir tonla, “Meselâ o, senin hakkında tek satır yazdı mı?” diye kışkırtmaya kalktı.
O, şöyledir.. O, böyledir!… Hayır, sayılan sıfatları tekrarlamak istemiyorum. Belki edeplice, “hırçındır”, ”bencildir”de toplamak mümkün. Bir kısmı da onun hakkında yazmaktan “korktuklarını” ifade ettiler. “Ne yazarsak yazalım, beğenmiyecek!”
Kuzum önce ayırmak ve bilmek gerek; biz Buğra’nın edebî şahsiyeti ve eserleri hakkında yazarken, onun huyunu suyunu, tavırlarını mı eleştireceğiz, onun hoşuna gidip gitmemeyi mi düşüneceğiz, yoksa bir hakkı -geç de olsa- teslim mi edeceğiz? Edebiyatçı ve sanatçı olarak, sen-ben dâvâsına mı düşeceğiz, yoksa edebiyat tarihimiz için bazı tespitler yapıp, günümüzün ve yarının okuyucusuna yol mu göstereceğiz?.. Bu ayırımı yapmak gerekirdi. Dikkat çekeyim; istediğim “gereksiz övgü” değil, samimi teşhis ve tespitlerdi.
Bakın şuna eminim, Allah uzun ömürler versin, bir gün gelip Tarık Buğra aramızdan ayrılırsa, şimdi yazmak istemeyenlerin pek çoğu onun eserlerini şiddetle öveceklerdir. Belki bir kısmı şahsî takılmalarından ayrılamayacak, tavırlarını da eleştireceklerdir ama onun Türk romancılığının temel taşlarından biri olduğunu hararetle ifade edeceklerdir.
Peki Tarık Buğra’nın ne suçu ne günahı var ki, edebiyatımızdaki yerini hayatta iken göremesin? Şahsiyeti ile edebî şahsiyetini karıştırıyorlar, dedim. Bu doğru, kişinin şahsiyeti ile edebî şahsiyetini birbirinden ayırmak zordur ama, romancı için böyledir, bizzat yazan için. Belki bir de eserleri pek iyi değerlendiremeyen, hattâ okumayan hani sıradan arkadaşlar için… Oysa edebiyat alanında kalem oynatanlar, hele otorite iseler, mutlak “tarafsız” olmaya mecburdurlar gibi gelir bana. Eğer yazarın şahsiyeti eserlerine aksediyorsa, bunu da eser içinde, eser çerçevesinde tespit gerekir değil mi? İlim ve hikmet böyle icap ettirmez mi? (Tabii bu arada ideolojik gayelerle şişirilen veya batırılan eserleri ve onların tenkitçilerini hesaba katmıyorum. Milliyet’in Sanat Dergisi’nde Gençliğim Eyvah hakkında çıkan yazı, bu yüzden hiç mühim değil) Ben, edebiyat sahasında kalem oynatan dürüst isimlere seslendim. Bir şair dostum ise, telefonda yarım saat kadar azarladı beni, gerçi hedef Buğra idi ama, azarı işiten ben oldum!
Şimdi gelelim, neden böyle oldu?… Hatırlatayım tekrar, değerlendirmelerim tamamiyle şahsidir, eksik veya yanlış olabilir Ancak samimi duygu ve düşüncelerim olduğu için, samimiyetle yazma arzusu duyuyorum. Önce satıhtan başlayalım: Buğra ile tanışıklığımız galiba 1965’lere gider. İkimiz de Antalya Film Festivali’nin jüri üyesi idik. Orada tanıştık, ahbaplık ettik. Ve dost hasreti çekilen şu dünyada, “dost” olmaya karar verdik. Bana, eserlerini imzalayıp göndermeye söz verdi, fakat sonra, ondan hiç ses çıkmadı. Yayımlanan ilk kitabım “Küçük Dünya”yı, bugün gibi hatırlıyorum; “Biz dostlarımızı arada sırada da olsa hatırlarız” hitabıyla ona imzaladım, göndermedim. Eğer bu hadisede “vefasızlık” söz konusu ise, payı iki tarafa da eşit olarak bölüştürmek gerekir.
Sonra ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum, onun hakikaten hayran olduğum, “Ayakta Durmak İstiyorum” piyesi, Ankara’da sahneye kondu. İlk haftasıydı, bir kaç gazeteci arkadaşla beraber gittik. Şimdi olaya bakın; Tarık Buğra tiyatrodaydı, bizim dost, arkadaş, hattâ sıradan bir seyirci olarak yanına gidip tebrik etmemiz gerekirdi, çünkü hepimiz gerçekten beğenmiştik eseri. Oysa yanımdakiler, “Bakın yahu” dediler “oyunu seyretmeye BİZ’ler geldik, Buğra burada bir hoş geldiniz bile demiyor!” Ve suçlu gibi; başlarımızı önümüze eğip, ona bir “Yüreğine sağlık, eline sağlık” bile demeden ayrıldık tiyatrodan. Buğra hakkında yazarken, kendimden bahsetmem hoş değil ama, mecburiyetindeyim. Ben o zamanlar bu şimdi olduğumdan daha pısırık ve çekingendim, yanımdakilere: “BİZ dediğiniz de kim? İşte eser ortada! Yazarı bizi görmezden gelmişse, bu onun meselesi… Gidip tebrik etmemiz lâzım” deme cesaretini gösteremedim. Hattâ belki böylece düşünemedim bile, gazeteci arkadaşın tesiri altındaydım; Buğra’dan kabul bekler gibiydim ancak bu işde bir terslik olduğunu seziyordum, rahatsızdım. Şu olayda vefasızlık payı, benim hesabıma daha ağır basıyor… Ama eminim, o gazeteci arkadaş düşüncesini kıl payı değiştirmemiştir, sorarsanız: “Buğra mı, diye başlar, oyununu seyretmeye gittik de yüzümüze bile bakmadı.” Neden bakmadı, yahut biz niçin tebrik etmedik, diye aklının ucundan geçirmez. Olaylarda, kabahatin tümünü karşı tarafa yüklemek kadar, rahatlık var mı?
Sonra Buğra ile bir kaç defa İstanbul’da Karaköy-Kadıköy vapurunda karşılaştık, hâl hatır sorduk. Konuşmamız havadan sudan nezaket cümlelerinin dışına çıkmadı. Ve derken Basın İlân Kurumu’nun kampında, üst-üste bir kaç yıl yaz tatilimizi beraberce geçirdik. İlk yıl, bilhassa eşim İskender Öksüz’le ahbaplık ettiler. Ben, çekingendim, itiraf etmek gerekir, beğendiğim romancıyı insan olarak iyice tanımak istediğim hâlde, yanında bir garip rahatsızlık duyuyordum. Neden? Bu da benim meselem galiba. Hakkında dinlediklerimin bir neticesi olmalı; onu kızdırmamak, gücendirmemek için karşısında (kendim) olamıyordum. Hareketlerimi, sözlerimi “ona göre” ayarlamak mecburiyetini duyuyordum. Böyle bir mecburiyet de, kişiye ne biçim bir YÜK olur, taşıyan bilir!.. Eşimin benim gibi ön yargıları, sıkıntıları, hele sözlerini karşısındakine göre ayarlama diye bir mecburiyet hissettiği yoktur. O, son derece rahattı, “İbiş’in Rüyası”nı okuyup bitirdi, bir gece yemekte, roman üzerine tartıştılar. Buğra, eserin “Mükemmel” olduğunu söyledi, İskender; “Hayır, dedi, İbiş’in Rüyası mükemmel bir roman değildir!.”, masanın altından dizine, benim tarafımdan kuvvetlice bir tekme yediği halde, tınmadı, fikrinde ısrar etti.. Tartışma uzamadı ama, ben Tarık Buğra yanımızdan ayrıldıktan sonra, “Artık senin yüzüne bile bakmaz!” dedim. Fakat hayret, ertesi gün ve kamp müddetinin sonuna kadar sıkı-fıkı arkadaşlıkları devam etti. (Şunu ilâve etmek zorundayım, bir kaç yıl sonra bir gün ne münasebetle bilmem, eşim bana Tarık Buğra’ya haksızlık ettiğini ve ibiş’in Rüyası’nın sahiden mükemmel bir roman olduğunu söyledi.)
İkinci yıl, arkadaşlıkları “dostluğa” dönüşmüştü, ben halâ iyi-kötü idare etmeğe çalışıyordum… Eğer kendi duygularımı tahlil etmemiş, onun karşısında “yerimi” tespit etmemiş olsam, şimdi şöyle diyebilirdim: “Aman Tarık Buğra, ne sıkıcı bir adam! Sohbeti bile bana ağır geldi.”
Üçüncü yıl, ailemize Murathan katılmıştı. Buğra’nın minik oğluma gösterdiği sevgi, daha doğru dürüst konuşmasını bile beceremeyenle kurduğu dostluk, dehşetli ilgimi çekti. Buğra çocukları seviyordu, onlarla anlaşabiliyordu!
Burada durmak ve galiba satıhtan biraz derinlere inmek gerekir. Çocukları ve hayvanları seven insanlar? Büyük, yumuşak, şevkatli, hoşgörülü bir yürek akla getirir önce, sonra yetişkin insanın ukalâlığından, suniliğinden, bir takım kalıplarından kaçışı… Onlardan rahatsızlığı.
Romancı, yetişkin insanlar arasında kendini rahat hissetmiyor.
Bu “kendini rahat hissetmeme”, üzerinde düşünelim. Çünkü bence Tarık Buğra ile diğer insanlar arasındaki münasebet bozuklukları, bu duygudan kaynaklanıyor. Buğra niçin, diğer insanlar arasında rahat değil?.. Eh, psikolog değilim; iyi-kötü, vasat bir romancı, iyi bir okuyucu ve biraz da Froyd ile yaklaşıyorum meseleye. Froyd diyor ki: “Çocuklar oynadıkları oyunlarla kendilerine özgü bir dünya yaratır, daha yerinde bir deyişle yaşadığı dünyanın nesnelerini kendi beğenisine uygun olarak kurduğu yeni bir düzen içine yerleştirir, böylece tıpkı bir sanatçı gibi davranır.” “Sanatçı da oyun oynayan bir çocuk gibi davranır, tıpkı; o da kendine bir hayâl dünyası yaratarak, bu dünyayı pek ciddiye alır, yani zengin bir duygu hâzinesi ile donatarak, realiteden kesin sınırlarla ayırır onu.” (Sanat ve Sanatçılar Üzerine, Türkçesi: Kâmuran Şipal, T.D.K.ca Türkçeden dolayı okuyucularım beni affetsinler, tercümeyi dokunmak istemedim.)
Şu sözleriyle Froyd’a az çok katılmamak mümkün değil. Az çok diyorum, çünkü o sanatçıları çocukların düzeyine indiriyor. (Veya çıkarıyor). Kesin hüküm veriyor! Böylesi kesin hükümlerden kaçarak, Buğra’nın şu bizim ortamın yetişkin insanlar dünyası ile kendine has dünyasının dehşetli çatıştığını söylemek kabil. Froyd’un iddia ettiği gibi, Buğra’nın dünyası realiteden kesin sınırlarla ayrı mı?.. Yani Buğra, ayakları bir karış havada mı dolaşıyor, vakalardan ve vakıalardan kopuk mu? Hayır, hiç değil.. Çünkü, reel dünyayı bütün çıplaklığı ile eserlerinde okuyoruz, görüyoruz. Fakat “çatışma” da bir gerçek. Ve bu çatışmada galip ve mağlup aramak gerekirse, satıhda bir bakışla, Buğra, mağluptur. İşte şu kalabalık gurup, onu kabulden çekinmekte, yahut kabul ettiğini itiraf edememekte, büyük olan romanı, sükutla geçiştirilmekte. Fakat “hakikat” şu görünen manzarada mıdır?
Biraz önce Buğra’nın karşısında “kendi” tahlilimi yapmasaydım, çok yanlış bir yargıya kapılabileceğimi itiraf ettim. O halde “çatışan dünyalar” meselesinde bütün suçu Buğra’ya mı yükleyeceğiz?… Şu bizim yetişkinler dünyasının tahliline girişmeyeyim, bir sual daha sorayım, bizimkinin, Buğra’nın dünyasından daha saf, dürüst, hoşgörülü, vefalı olduğunu iddia edebilir miyiz? Böyle bir kesin hükme, kim imzasını atabilir?
Dış dünya ile münasebetleri daima iyi gitmiş, hiç bir sanatçı bilmiyorum ve tanımadım. Tolstoy’dan, Dostoyevski’ye, Sartre’a, Leonardo da Vinci’den, Gogen’e, Picasso’ya.. Bizden örnek verelim, Abdülhak Hamit’ten, Şinasi Hisar’a, Cenap’a, Haşim’e, Necip Fazıl’a, Yahya Kemal’e, Orhan Veli’ye, ne bileyim; Ömer Seyfettin, Ahmet Hamdi Tampınar, Peyami Safa, Halide Edip ve daha nicelerinin ismini sayabiliriz. Bu sanatçıların hiç birinin dış dünya ile münasebetlerinin hep iyi gittiği iddia edilemez. Ve dış dünya, çatlasa da, bu kişilerin sanatını alıp kabul etmiş, o sanatla gurur duymuş, bir kısım sanatçıyı ise baş tacı etmiştir. Hele yaşarken dahi, her türlü garip kaprislerini “bir çeşit sanat” gibi gösterip, baş tacı edilen Abdülhak Hamit, Yahya Kemal, Halide Edip vs.
Buradan acaba şöyle bir hükme varmama mümkün olur mu? Artık dış dünya da değişti, insan kıskançlığı, çekememezliği arttı, hâd bilinmiyor, sanata saygı azaldı. Ve insanlar sanatçıyı “sanatı” ile değil, kendileriyle münasebetlerinin iyilik derecesine göre değerlendiriyorlar?.. Galiba, öyle.
O halde Buğra, yetişkin insanlar arasında niçin “rahat” hissetsin kendini?
“Gençliğim Eyvah” hakkında yazdığım kısa yazıda, Buğra’nın mutluluğunun “zehir yeşili” olduğunu söylemiştim. Hak verdi bana. Ve ona hiç sormadım ama, Buğra’nın geceleri şöyle rüyalar gördüğünü tahmin edebilirim: Bir ziyafet sofrası, her türlü yiyecek var, bir çok insan yiyip içiyor, onun tabağı boş! Bir büyük mağaza, insanlar durmadan alış-veriş ediyorlar, top top güzel kumaşlar iniyor raflardan, Buğra; istediği, imrendiği halde, bir metrecik bile kumaş alamıyor! Plaj, güneş parlak, deniz pırıl pırıl, fakat o dalınca deniz birden hâl değiştiriyor, bulanık çamurlu bir su oluyor! Yani Buğra ne ziyafet sofrasından, ne kumaş mağazasından, ne de denizden nasibini alıyor.
Böyle rüyalar… Bakın takdir edilmedi, alkış toplamadı demiyorum, fakat Tarık Buğra şu dünyadaki sanatçı varlığının karşılığını “tam” olarak, ne mânen ne de maddeten almıştır. Kendisini “hakkı yenmiş gibi” hissediyorsa, bu ona has dünyanın fantazisi değildir, öyledir. Onu, “hırçın”lıkla, “saldırgan”lıkla itham edenler, niçin “sebepleri” üzerinde durmazlar? Böyle itham edilen sanatçının çok ince, hemen kırılıveren bir yüreği olduğu için, bunu örtüp saklama insiyakiyle “kırıcı”; çok çekinen ve mahçup olduğu için, yine ayni insiyakla “saldırgan” olabileceğini düşünmezler?
Yürekteki aşırılıklar, umumiyetle davranışlarda, tam aksi uçta aşırılıklara dönüşüyor. Ve şüphesiz Buğra’yı yüreğindeki, ruhundaki aşırılıklar için suçlayamayız, çünkü sanatını yoğuran onlardır.
Ve “yazdıklarımızı beğenmiyor..” diye çekinenler, münekkitler; acaba bir sanatçının eserini meydana getirmek için çektiği sancıyı, düştüğü bunalımı, yürek ezilişini ve tükenişi yaşamışlar mıdır? Sanatçı kendisi bizzat, verdiği eseri dahi, bu çektiği sancıya dek görmez, göremez… Eğer Tarık Buğra, yazılanlardan memnun olmamışsa, bunu açık açık ifade etmesi, bence dürüstlüğündendir. (Bir romanımı çok yanlış değerlendirmiş, hissettirmek istediklerimin hiç birini duymamış bir genç eleştirmen arkadaşıma, teşekkür ettiğimi hatırlıyorum. Gerçi onun kalbini kırmadım ama, kendi hesabıma dürüst hareket etmediğim için, rahatsızım.)
Ve sanatçı eserini meydana getirirken, kendi kendisiyle öyle bir kavga içindedir ki, öyle yiyip bitirir ki ruhunu, bir yerde “dış kemirgenler” çok çok hafif kalır, pek tabii küçümsenmeyle karşılanır… Hani, Buğra bizi küçümsüyor diyenlere!
Töre’de “İbiş’in Rüyası”nın temsili üzerine bir yazı yayımlamıştık. Kampta bana, o makaleye kızdığını söyledi. Şaşırdım. Dergiyi buldurduk, yeniden okuduk, bazı yerlerini işaret etti. Haklıydı.. Ben, o yazıyı sanatçının dünyasından değerlendirmemiş, herhangi bir editör gibi, yazı kalitesine göre yayınlamıştım. O dünyaya girince, Buğra’ya hak verdim.
İşte böyle.. “Tarık Buğra Hakkında”-ya dair. Ona bir sayıyı hasretmek istemiştim, olamadı. Ve kaderin çok garip bir cilvesi geçenlerde Buğra Ankara’ya geldiği zaman, iyi fotoğraf çeken oğlum Yağmur, onun otuz altı muhtelif pozunu çekti. Ve.. Banyo tankından film, bembeyaz çıktı! Nasip, demiştik… Bu da Töre’nin, okuyucularının nasipsizliği. “Tarık Buğra Hakkında” bir de fotoğrafsız olacak. Vehbi Okur kardeşimizin çizgileri yetişiyor imdada, sağ olsun.
Şimdi müsaadenizle romancıya hitap etmek istiyorum: Aziz Tarık Buğra, dış dünya ile çatışma, ne kadar şiddetli olursa olsun, burada bir ters orantı mevzu bahistir, değeriniz onca artmakta. Siz, lütfen yazın… Zehir yeşili mutluluk, size Allah’ın bir lutfudur ve muhakkak ki yazmanız içindir… Lütfen yazın. Tunalı’ya cevabınızda: “Gençliğim Eyvah” Türkiye’mizin romanıdır.. Politikaya bulaştığımız ölçülerde hepimiz varız onda. Aynaya niçin kızıyorlar?” demişsiniz… Müsaadenizle, üç kelimenizi değiştirmek istiyorum: “Türkiye’ye alâkamız nisbetinde” ve “hepimiz varız onda…” diyorum. Böyle anladım. Saygılarımla…