ALİ ŞİR NEVÂÎ’DE
DEVLET FİKRİ
Dr. AHMET B. ERCİLASUN
TÖRE, Nisan 1974, 35:28-33, 63-64.
Türkler, tarihlerinin başlangıcından beri hâkim ve üstün millet olarak yaratıldıklarına inanmışlardır. Bu inançla dır ki, çok kuvvetli bir devlet ve ordu teşkilâtına sahip olmuşlardır. Onların devlet kuruculuğu ve ordu düzeni, Asyanın ve Avrupanın birçok kavimlerine tesir etmiştir. Daha Orhun Âbidelerinde, Türk hakanı bütün insanların hakanı olarak kabul edilir. Âbidelere göre gök ve yerin yaratılmasından sonra insanoğlu yaratılmış, insanoğlunun üzerine de Bumın Kağan ile İstemi Kağan hükümdar kılınmıştır.
Bu dünya hâkimiyeti ülküsü, destan ve efsânelerimize de yansır. Oğuz Kağan’ın müşaviri Uluğ Türk’ün rüyasında gördüğü altın yay, gün doğusundan gün batısına kadar uzanır. Osman Gazinin rüyasındaki ağacın da dalları bütün dünyayı kaplar. Reşideddin Oğuznâmesine göre Selçukluların atalarından biri de böyle bir rüyâ görür.(1)
Kısaca temas ettiğimiz bu inanç, Türkleri büyük devletler kurmağa ve asırlarca dünya siyasetini düzenlemeğe sevketmiştir. Böyle bir fonksiyonu icra etmek için çok kuvvetli ve disiplinli bir cemiyet ve devlet düzenine ihtiyaç olduğu açıktır.
Temür de Türk devletini büyük bir imparatorluk haline getirmek yolundaki faaliyetini hep bu inanca göre ayarlamıştır. Onun doğu ve batı seferleri şâyân-ı hayret bir şekilde Reşideddin’deki Oğuz Kağan Destanına benzemektedir. Temür’ün başarılarından sonra Batı Türkistan ve Horasan’ da büyük bir kültür ve medeniyet devri başlar.
15. yüzyılın birinci yarısında Şahruh ve Uluğ Beğ, ikinci yarısında da Ebulkasım Babür ve Hüseyin Baykara devirleri ilim ve sanat bakımından o kadar üstün bir seviye göstermiştir ki bazı batılı tarihçiler, bu devir için “Türk Rönesansı” tabirini kullanmışlardır. Bu hükümdarların himayesi altında edebiyat, hat, mûsikî, minyatür ve mîmârî büyük bir gelişme göstermiştir. Ayrıca Baysunkur Mirza, Herat’ta kendisi için büyük bir kütüphane meydana getirmiştir. Bu kütüphanenin kitapları, hususî bir şekilde istinsah ediliyor, tezhipleniyor, ciltleniyor ve minyatürlerle süsleniyordu. Birçok beğler de kitap istinsahını ayrıca ele almışlardı. Türk dili ve edebiyatı tarihinin çok mühim bazı kitaplarının bize kadar intikalini bu faaliyete borçluyuz. Herat ve Semerkant’ta kültür ve sanat faaliyetleri âdeta bir zevk ve eğlence haline getirilmişti. Bu iki şehrin çevresinde, ortasında havuzlar ve devlet adamlarının sarayları bulunan geniş bahçeler vardı. Buraları Herat ve Semerkant’ın sayfiye yerleri gibiydi. Bu bağlarda ve bahçelerde edebiyat sohbetleri ve mûsikî fasılları tertip ediliyordu. Hüseyin Baykara devrinde bütün, bu faaliyetin merkezini Ali Şir Nevâi teşkil ediyordu. O kadar ki o devirde zevkli ve faydalı sohbetler için “Nevâi sohbeti” diye bîr tabir kullanılır olmuştu. Herat siyâsî ve kültürel bir merkez olduğu kadar ticarî bir merkezdi de. Bir ziraat merkezi olarak Türkistandan Anadoluya kadar ihracatta bulunduğunu biliyoruz. Semerkant’ın ayrıca bir ilim merkezi olarak geliştiğini, Uluğ Beğ’in astronomluğunu, meşhur rasathanesini, Avrupa mekteplerinde asırlarca okutulan Zîc’ini teferruatıyla anlatmağa lüzum yoktur.(2)
İşte Nevâi, böyle bir çevre içinde yetişti. 1441’de Herat’ta doğan Nevâî’nin babası Kiçkine Bahadır da dahil olmak üzere ataları, kendisi gibi Temür oğulları hizmetinde idiler. Dayılarının da şiirle meşgul olduğunu kaynaklardan öğreniyoruz. Nevâi’nin çocukluğu, müstakbel hükümdar H. Baykara ile beraber geçer. Aynı zamanda onun süt kardeşidir. 15. yüzyılın ortalarında Şahruh’un ölümü dolayısıyla imparatorlukta meydana gelen karışıklıklar dolayısıyla Nevâi’nin çocukluğu ve ilk gençliği muhtelif şehirlerde geçer. 1469 da Baykara’nın hükümdarlığı üzerine Herat’ta yerleşir. Bazı vazifelerle ayrıldığı kısa süreler hariç 1501’de, ölümüne kadar bu şehirde yaşar.
Nevâi çok cepheli bir şahsiyettir. Bir kere Fuzûli ve Nedim’i etkileyecek derecede üstün seviyeli bir şairdir. Çağdaşı olan Molla Câmi, şairlikte onu Fars edebiyatının büyükleri olan Nizami, Hüsrev Dihlevî, Hâfız gibi şairlerden üstün tutar. O, Türk edebiyatının belki de bir numaralı şairidir. Doğu Türkçesinin sanatlı ve sade nesrinin en güzel örneklerini de Nevâi vermiştir. O, hem şiirde, hem nesirde bir çığır açmış, Anadolu’da ve Türkistan’da sadece onun eserlerini anlatmak için eserler tertiplenmiştir.
Nevâi, aynı zamanda bir bestekârdır. Ne yazık ki besteleri elimizde bulunmamaktadır. Son haftalarda Anadolu Ajansından geçen bir habere göre, Türk makamlarının esası olan “12 Makam” bir kitap halinde Rusya’da neşredilmiş, bu arada Nevâî’nin de şimdiye kadar bilinmeyen bazı şiirleri bulunmuştur. Haberin muğlak ifadesi dolayısıyla bu şiirlerin besteli olup olmadıklarını anlıyamadık.
Nevâi’yi bir hattat ve tezhipçi olarak da görüyoruz. Eserlerinden bazılarını kendisi istinsah etmiş ve tezhiplemiştir.
O, Kâşgarlı Mahmud’dan sonra Türk dilini en iyi bilen, bir âlim olarak da dikkati çeker. Farsça ile Türkçeyi karşılaştırdığı Muhâkemetü’l-lûgateyn’de âdeta modern bir dilci gibidir. Türkçenin, ancak bir dilcinin farkına varabileceği nüanslarını yakalamak suretiyle Farsçaya üstünlüğünü isbat eder.
Fazla olarak Nevâi, bir ahlâkçı ve sosyologdur. İncelememize konu olan MahbûbuT-kulûb ve Hayretü’l-ebrâr adlı eserlerinde bu tarafını daha yakından göreceğiz.
Ancak ayrı bir incelemenin konusu olabilecek çok mühim bir yönü de milliyetçiliği ve ülkücülüğüdür. O, sayısı otuzu geçen eserlerini, Türk dilini ve edebiyatını yüceltmek, daha da ötesi, Türkleri şuurlu bir millet haline getirmek için, kaleme almıştı. Lisânü’t -tayr adlı eserinde şöyle diyor: “Cihanda Türk edebiyatı bayrağını kaldırmakla Türkleri tek bir millet, tek bir camia haline sokmuş olacağım.” Bir başka eserindeki şu ifadelerle bu işi başaracağından emindir: “Hatiften bir ses bana, sen kılıçsız olarak ve yalnız kalemin ile Türk Milletinin kalbini fethedeceksin. Onları tek bir millet yapacaksın. Türk ülkesi sana aittir, dedi.” H. Baykara da “Türk dilinin ölen cesedine İsa nefesi ile ruh verdi.” diyerek onun bu tarafını belirtir.(3)
Nevâinin en ilgi çekici yönlerinden biri de sosyal faaliyetleri ve hayırseverliğidir. Başta Herat olmak üzere birçok şehirlerde camiler, medreseler, kervansaraylar, hamamlar, köprüler ve türbeler yaptırmış, su kanalları açtırmıştır. Kendi parasıyla yaptırdığı ve vakıf haline getirdiği bu eserler 370 parçayı bulmaktadır. Herat’taki İhlâsiye ve Şifâiye medreseleri ile Halâsiye Hankâhı çok meşhurdur. Bunlar Herat’ta ayrı bir mahalle teşkil ediyordu. Bugün bile burası Ali Şir’in adıyla anılmaktadır. Halâsiye Hankâhında hergün yoksullara yemek dağıtılıyordu. Bunların masraflarını karşılamak üzere Nevâi tarafından birçok dükkân vakfedilmişti. Medreselerdeki müderris ve talebelerin aylıkları da bu vakıflardan karşılanıyordu. Bütün bu hayır işleri yanında onun devletten maaş almadığını da belirtelim. Babur Şah hatıralarında şu veciz ifade ile Nevâi’nin sosyal yönünü belirtir: “Fazilet ve hüner sahipleri için Alî Şir kadar mürebbi ve hâmi olan bir adamın hiçbir zaman zuhur ettiği malum değildir.”
Bütün bunların yanında o, aktif ve başarılı bir devlet adamıydı. Çeşitli devlet hizmetlerinde bulunmuş; mühürdarlık, divan beğliği (emirlik), valilik, mukarreblik (nedimlik), hatta nâiblik yapmıştır.(4) 1470 yılında Yadigâr Muhammed tarafından devletin merkezi Herat’ın düşürülmesi üzerine şehrin geri alınmasında Ali Şir Nevâi’nin oynadığı mühim rol, onun devlet adamlığındaki cevvaliyetini gösteren en güzel delildir. Ömrünün son senesi olan 1500’de Mahbûbu’l-kulûb’u yazdığı zaman hayatının bütün tecrübelerini geçirmiş bulunuyordu. İncelememize konu olan bu eserde bu hususu şöyle anlatıyor. Özetleyerek ve bugünkü Türkçeye çevirerek alıyorum: “Bu fakir, gençliğinden ihtiyarlığına kadar dünyanın her türlü hadisesini ve bukalemunluğunu gördüm. İçinde yaşadığım zamanın her türlü işiyle uğraştım. İyi-kötü her türlü hizmet ve sohbette bulundum. Bazan mezellet viranında, bazan izzet bostanında meclis düzdüm. Kâh ilim medreselerinde yer tutup bilgi ışığıyla gönlümü aydınlattım, kâh mescidlerde yere yüz koyup secde çokluğundan alnımın derisini soydum. Bazan aşk mahallesinde ümitsizlik ve insanı mahveden peri yüzlülere helaklik el verdi. Bazan deliler mahallesinde çocuklar başıma taş yağdırdılar. Bazen hemşehrilerimin sitemi yüzünden gurbete düştüm, çöllere ve dağ kulelerine sığındım. Gurbette hasta ve garip, herkese zelil oldum. Bazan da azizler hizmetinden payımı alıp sözümü güzelleştirdim. Kâh imaret mesnedinde oturdum, kâh hükümet mahkemesinde adaleti sağladım, kâh padişah nâyibliğinde bulundum. Bazan cömertlik eyvanını mekân kılarak ekâbir ve eşrafı ağırladım, bazan da sakiler ve mutribler meclisinden hisse aldım. Bazan sultanlara ara buluculuk ederek onları barıştırdım, bazan da savaşın içine daldım. Hayrat ehline özümü kattım. Böylece sayemde rîbatlar oldu, yolcular neş’eyle dolu. Bu mukaddimeden maksadım şudur: Ben her türlü yolda yürüdüm, her türlü insanla karşılaştım. İyi kötü işleri bilirim.”
Bu başlangıçtan sonra Mahbûbu’l-kulub üç büyük kısma ayrılır. Birinci kısım insanların işlerine ve durumlarına aittir. İkinci kısım övülecek ve yerilecek işlerden ve huylardan, bahseder. Üçüncü kısım ise çeşitli faydalı misaller ve kıssaları içine alır. Bizi ilgilendiren padişahtan dilenciye kadar çeşitli insan gruplarını ve meslek erbabını içine alan birinci kısımdır.
Hayretü’l-ebrâr mesnevisinde ise çeşitli dini ve içtimai meseleler bir arada ele alınmıştır. İman, İslâm, miraç gecesi gibi konular yanında ahlâk, vefa, cömertlik, padişahların halleri gibi konular da ayrı ayrı bahisler halinde anlatılmıştır. Bizi ilgilendiren de bu İkinci sıradakilerdir.
Nevâi devlet görüşünü ve içtimai fikirlerini esas olarak Mahbûbu’l-kulûb’un birinci kısmında belirtmiştir. Onun için biz de incelememizde bu kısmı esas aldık. Gerektikçe de Hayretü’l-ebrâra başvurduk.
Konuyu beş bölümde inceleyeceğiz. Bunlar 1. İdare, 2. Ordu ve İnzibat Kuvvetleri, 3. Din işleri ve Yargı Organı, 4. Eğitim ve öğretim 5. İktisâdi Hayat bölümleridir.
İDARE:
Nevâi’de en mühim yeri devletin, başı olan padişah işgal eder. O, hükümdarı anlatır ve onun vasıflarını sayarken daima Hüseyin Baykara’yı göz önünde bulundurur. Hükümdar dolayısı ile Nevâi de yukarıda temas ettiğimiz dünya hâkimiyeti ülküsünü dile getirir. Ona göre de Türk hükümdarı, bütün dünyanın ve insanların hükümdarıdır, Hayretul-ebrar’da H. Baykara’yı överken şöyle diyor:
“Kaysı şeh ol Hüsrev-i âlem-penâh
Âlem ü âdem anga mülk ü sipâh
………………..
Türk ü Moğol kulları hânlar anıng
Mülk-dihi mülk-sitânlar anıng (5)
Gerek Hayretü’l-ebrâr’da, gerek Mahbübu’l-kulûb’da sultanlar için ayrı bir kısım ayrılmıştır. Her iki eserde de padişahta ilk aranan vasıf, adalet ve insaftır. Tanrı mâdem ki sultanlık vermiştir, o halde sultanın da Tanrıya şükretmesi ve kendisine emanet edilen halka âdil bir şekilde hizmet etmesi lâzımdır. Eğer çoban koyunu muhafaza etmezse koyun, aç kurtların lokması olur; çiftçi ekine bakmazsa ekinler kurur. Padişah da çobanın koyunu, çiftçinin ekini koruduğu gibi milletini korumalıdır.
Eğer şah âdil olursa ulus da adaleti şiar edinir. Nevâi’nin padişahta aradığı ikinci mühim vasıf akıllılıktır. Âdil ve akıllı padişah kullar için Allah’ın gölgesi, yeryüzünde Tanrı’nın halifesidir. O, Tanrı’dan kullara rahmet, memleket için emniyet ve yücelik sebebidir. Buna karşılık âdil ve akıllı olmayan padişah memleketin bozukluğundan ve milletin perişanlığından memnun olur. Bu bozukluk ve perişanlık ona emniyet verir.
Adalet ve akıllılık çok eskiden beri Türk devlet anlayışının iki ana prensibidir. Daha sekizinci yüzyılda Orhun âbidelerinde Bumın Kağan ile İstemi Kağan’dan bahsedilirken “bilge” ve “alp” kağan oldukları ve bu yüzden “memleketi tutup töreyi tanzim ettikleri” kaydedilir. Daha sonraki hükümdarlar “bilgisiz” ve “kötü” olduklarından Köktürkler memleketlerini kaybederler. (6) Burada “kötü” adaletsiz anlamına da gelmektedir. Orhun âbidelerinden başka Kutadgu Bilig’de de hükümdar olan Kün Toğdı adaleti, vezirin oğullarından Öğdülmiş ise aklı temsil eder. Aynı motif Hayretü’l-ebrâr’da da vardır. Ülkenin kalbi sayılan padişah için hikmet sahibi bir vezir lâzımdır. Bu da akıldır (7). Kutadgu Bilig’deki devlet anlayışını işleyen bir makalesinde Halil İnalcık, eski Hind ve İran siyasetnamelerinde de adalet ve akla mühim yer verildiğini kaydediyor. (8). Şu halde bu değerler bütün doğuda, belki de bütün dünya milletlerinde ortaktır.
Nevâi’ye göre âdil padişahın, diğer vasıflarını şöyle sıralayabiliriz. Rıfk ve müdârâ (yumuşaklık ve halka iyi muamele), zâlimlere karşı sertlik, ferâset (anlayış), siyâset, re’fet (esirgeyicilik), muhâfazat (koruyuculuk), heybet, kısas (misliyle mukabele), haydutlara karşı intikam, cömertlik ve lütufkârlık, doyuruculuk ve giydiricilik. Onun yumuşaklık ve iyi muamelesinden yoksullar ve güçsüzler huzur içindedir. Zalimler ve kötülükte birleşenler onun kılıç siyasetinden mahvolurlar. Onun feraseti dolayısıyla kuzu kurttan emindir. Siyâseti dolayısıyla yolcular harami vehminden uzaktırlar. Onun esirgeyiciliğine sığınarak mekteplerdeki küçücük talebeler birbirleriyle boğuşup oynaşırlar. Himâyesi altında düşkünler hamamlarda şakalaşıp bağrışırlar. Onun heybeti yüzünden yollarda haydut bulunmaz. Mescitler cemâatle, medreseler ilmî bahis ve münazaralarla doludur. Kısas kılıcından dolayı hırsızın eli halkın malından uzaktır. Dükkânlar geceleri dahi çalışır. Tekkeler ve halvetler sabahlara kadar açıktır. Yoksullar onun cömertliğine ve lûtfuna mazhar olurlar. Reâyânın bağı bahçesi mâmur, sipahiler mesut olur. Açlar onun sofrasından doyarlar, çıplaklar onun hâzinesinden giyinirler. O, memleketi imar edenlere karşı bereketli bir bulut, halkı memnun edenlere cihanı aydınlatıcı bir güneştir. Başka memleketlerin reaya ve halkı da onu isterler. Memleketin mazlumları onun adaletinden bahsederler. Âlimler onun adına risâleler yazarlar. Şâirler onun bu güzel sıfatlarını öven kasideler tertip ederler. Şarkıcılar onu övmek için şarkı söylerler.
Âdil padişaha mukabil zâlim pâdişâh, kan döken, milletin canını, malını ve namusunu koruyamıyan, lâyık olmayanları yücelten, halkın mâkul bulduğunu reddeden, devlet meselelerinde hatalı fikir ileri sürenlerle birleşen, tenkit edenleri ise itham eden, asılsız hayal ve düşünceleri gerçekleşmediği takdirde bu işle ilgisi olmayanları cezalandıran, kendisine ait bir katreyi deniz, fakat halkın malını kara puldan değersiz sayan bir hükümdardır.
Ayrıca Heyretü’l-ebrâr’dan tesbit ettiğimize göre padişah, eğlence ve sefahatten de kaçınmalıdır. Çünkü ayş ve tarab meclisinin perdelerinin bağı halkın canından, zinet ve süsleri ise ulusun kanından yapılmıştır. Kerpiçleri mescit duvarlarının, taşlan mezarlıkların bozulmasıyla temin edilmiştir. Zevk ve safâ meclisinde gürültüler, kahkahalar o mertebeyi bulur ki müezzinin sesi işitilmez olur, namaz unutulur. Hükümdarın bu gibi durumlara müsade etmemesi lâzımdır. Çünkü Tanrı onu adalet etsin diye sultan olarak göndermiştir. (9). Yine bu eserde Nevâi’nin Şehzade Bediü’z-zamân’a verdiği öğütler de dikkat çekicidir. Buna göre sultanın kendisine nedim ve sırdaş edineceği kimseleri çok denemesi lâzımdır. Öldürmek ve idam etmekte acele etmemelidir. Her koyunu kendi bacağından asmalı, yani birisinin işlediği suçtan dolayı başkalarını cezalandırmamalıdır. Müşavirlerine danışmadan herhangi bir işe kalkışmamalıdır. (10).
Gerek âdil padişahtaki müsbet vasıflar, gerek zalim padişahdaki menfi vasıflar Türk devlet anlayışını aksettiren diğer siyasetnâme ve ahlâk kitaplarımızda da mevcuttur. Hatta bunlardan bazıları kalıp halinde bir benzerlik gösterirler. Meselâ Nevâî’nin ideal padişahı da açları doyurur, çıplakları giydirir; Bilge Kağan da ölmeye yüz tutmuş milleti besler, çıplak milleti giydirir.(11). Nasıl Nevâi’nin âdil padişahının feraseti dolayısıyla “kuzı böri havfidin emin” ise, Yusuf Has Haci’b’in âdil padişahı devrinde de kuzu ile kurt birlikte yaşarlar (12).
Zayıfa karşı yumuşaklık, zalime karşı sertlik, yolları emniyet altında bulundurmak, memleketi imar etmek gibi vasıflar şüphesiz beynelmilel değerlerdir. Kısas kılıcı ile hırsızın elini kesmek ise kökü Hamurabi kanunlarına kadar dayanan, İslâmî bir motiftir. Burada medreselerin ilmi bahis ve münazaralarla dolu olması enteresan bir motif olarak göze çarpıyor. Temür’ün her gittiği yerde bilginleri toplayıp onlara münazaralar yaptırttığını biliyoruz. Ali Şir Nevâi de bunu kendi hayatı boyunca en çok tatbik edenlerden biridir.
Bilindiği gibi eski idari sistemlerde teşri, icra ve yargı organları birbirinden ayrılmamıştır. Padişahlar hem kanun koyucu, hem kanun yürütücü, hem de adaleti tatbik edicidirler. Mamafih daha çok icranın başı gibi görünürler. Biz padişah, vezir, beğ ve benzerlerini bu yüzden idareci sınıf umumi başlığı altında inceliyoruz.
Nevâi, Mahbûbu’I-kulûb’da ikinci faslı İslâm beğine ayırmıştır. Yani padişahtan sonra İslâm beği gelmektedir. Temürlülerde beğler Barlas, Konrat, Uyrat, Uygur gibi etnik zümreleri temsilen divanı teşkil eden emirlerdir. Nevâi de Uygurları temsilen divan beğliği yapmıştır. Onun İslâm beğinde bulunması gereken vasıfları saymasından anladığımıza göre bu beğler hem sultanın müşaviri, hem de icrada sultanın yardımcısıdırlar. Aşağı yukarı bugünün bakanları mesabesindedirler. Esere göre âdil padişah için müslüman beğler, peygamber hizmetindeki dört halifeye benzerler. Şu vasıfları hâiz olmaları gerekir: Onlar, arzularına ulaşamıyanların başvuracakları makamdır. Padişahın devletini ayakta tutacak kimselerdir. Sultanın kendilerine danışması halinde ona en doğru yolu gösterirler. Kötüler, bu beğlerden korkar. İyilerin müşkülü ise yine bu beğler sayesinde halledilir. Halkın malında gözleri yoktur. Bütün emelleri reayanın emniyet içinde bulunmasıdır. Hem beğ, hem maiyeti şahın eşiğinde emre amadedirler. Bilhassa bu son vasıf beğlerin, fonksiyonu bakımından dikkatimizi çekiyor. Beğlerin kendi adamları, maiyeti vardır. Bu maiyet muhtemelen temsil ettikleri etnik zümrenin mensuplarıdır. İşte bu adamlarla beğ, padişahın buyruklarını yerine getiren güvenilir bir idarecidir.
Temürlülerde başka bir idâri makam naibliktir. Bu, geçici bir görevdir. Padişah çeşitli sebeplerle, bilhassa sefere çıktığı zaman payitahttan ayrılınca yerine bir nâib bırakır. Nevâi, bu gibi hallerde naibin uygun kimselerden seçilmesi gerektiği fikrindedir. Kendisi de bir ara nâiblik hizmetinde bulunan Nevâi, zamanında daha çok uygun olmayan, nâîblerle karşılaşmış olacak ki, Mahbûbu’l-kulûb’un üçüncü faslını “nâ-münâsib nâibler” olarak adlandırmıştır. Böyle nâibler yalancı olurlar ve Müseyleme-i kezzâb milletine mensupturlar. Bütün söyledikleri yalandır. Padişah sırrı olarak izhar ettikleri gerçek dışıdır. Yalan, onlar için gerçek yerinde, müslümanların noksanı ise onlar için din mesabesindedir. Rüşvet alırken içlerinden başka düşünürler, dıştan başka konuşurlar.
Beşinci fasıl vezirlere ayrılmıştır. Temürlülerde vezirlik makamı, daha sonraki Türk hanedanlarında, meselâ Osmanlılardaki herkesçe bilinen makam değildir. Bu konuda Zeki V. Togan şunları yazıyor: “Divân-ı mal ise mâliye ve Türk olmayan İranlı reâyâ işlerine bakan bir divan idi ki buna Sart divanı da denilirdi… Sart divanının kâtiplerine ise vezir yahut nüvîsendegân-ı Tacik denilirdi… Ali Şir’i Sultan Hüseyin’in veziri saymak hata idi; çünkü vezir tabini, o zaman ancak Türk beği erine tâbi olan acem kâtipler için kullanılırdı.(3). Nevâi’nin vezir hakkındaki fikirlerini bu bilgiden sonra değerlendirmek gerekir. O, Sart divanının bu acem kâtiplerinden memnun değildir. Onca “vezir”, “yizr” den türemiştir ve “günah, suç” anlamlarına gelen bu fiil onlara yakışan bir fiildir. Padişahın tahtı ve memleket bu zalimler elinde berbâd olur. Halkın biriktirdiği malı toplarlar. İnsan, bu kara yüzlüler için kalem dahi oynatmamalıdır. Bunlar zehir verip hastayı öldüren doktorlara benzerler. Hayretü’l-ebrâr’da da “âmil-i divan” tabiriyle geçen devlet adamları aynı şekilde kötülenmektedir. Bunlar “şahtan habersiz rüşvet alırlar. Yağmacıları yargıç yaparlar; işçiye, çiftçiye, hatta sultana zulmederler… Şahın malını gizlice dostlarına satıp, on altınlık yeri bir altına ucuza kapatırlar” (14).
Nevâi’nin bu kadar öfkelendiği vezir zümresi; halkın işini zorlaştıran, onu hakir gören, binbir türlü formaliteyle, iltimas ve rüşvetle onu ezen günümüzün kötü bürokratının o zamanki örneğidir. Hemen hemen, bütün Türk hanedanlarında tâbi milletlerin okumuşlarınca yürütülen bu bürokrasi hizmetleri çoğu defa metbû Türk milletinin aleyhine olmuştur. Nevâi de bu sebepten olacak bu sisteme taraftar değildir.
Ali Şir Nevâi’nin söz konusu ettiği başka bir idareci sınıf sadrlar sınıfıdır. Vazifelerinden anladığımıza göre sadr; âlimleri, şeyhleri, seyyitleri gözeten; evkaf ve ziraat işlerine bakan bir nevi vekildir. Sadrlar gözetmek zorunda oldukları âlimleri, şeyhlere, seyyitlere ve yoksullara daima yardımcı olmalıdırlar. Evkaf bozukluklarını düzeltmelidirler. Ziraatin gelişmesi, mahsulün artması için gayret sarfetmelidirler. Liyâkat sahibi olmayan sadrlar, ulemanın, getirdiği gül suyu şişelerini şarapla doldururlar; nebatatı ise meze diye kullanırlar.
ORDU VE İNZİBAT KUVVETLERİ:
Ali Şir Nevâi ordu ve inzibat kuvvetlerini dört fasılda ele alıyor. Bunlardan birincisi âsî ve kötü yaşayışlı oldukları halde bahadırlıktan bahseden askerlerdir. Nevâyi askerin sahip olması gereken müsbet vasıflardan bahsetmiyor. Yaşadığı devrin Temürlülerin son ve en karışık devri olduğu düşünülürse bunu tabii karşılamak gerekir. Çünkü devletin birçok müesseseleri gibi ordu da bozulmuş olmalıdır. Maamafih biz bu menfi niteliklere zıt olan niteliklerin de askerde aranan müsbet vasıflar olduğunu düşünebiliriz. Nevâyi’nin söz konusu ettiği bu âsi askerler, devletin parasını ziyan eden bir zümredir. Ne Tanrı’ya ne padişaha itaat ederler. İşleri güçleri gösteriş, sarhoşluk ve bencilliktir. Doğru dedikleri yalan, manalı dedikleri saçmadır. İçki içmek dinleri, kâfire benzemek âyinleri olmuştur. Dâvaları Hâtem-i Tâî’ye, telâşlan Zal oğlu Rüstem’e benzer. Düşmanı kovmakla şöhret bulmuşlardır ama, iş başa düşünce şaraptan ölürler. Bunların yüzde biri tesadüfen savaşa girse daha ilk hamlede ölür.
Bütün bu menfî vasıflardan anladığımıza göre; iyi bir askerin övünmekten çok iş gören, Tanrı’ya ve padişaha itaat eden bir asker olması gerekir. Zamanındaki askerin yukarıda saydığımız kötü vasıflara sahip olması Nevâi’yi ister istemez Allaha sığınmak zorunda bırakıyor. Bundan dolayı, “padişah için asker; dervişlerin duası, yoksulların himmeti ve Tanrı’nın rızasıdır” diyor.
Sekizinci fasla konu olan yasavul, inzibat kuvvetlerinin başıdır. Onun işi mazlumun imdadına koşmak, zâlimin elinden onu kurtarmaktır. Yasavulun bunu yapabilmesi için gayretli ve cevval olması lâzımdır.
Ordu ve inzibat kuvvetlerinde inceleyeceğimiz üçüncü zümre yasaglık ve kara çerik zümresidir. Bunlar hem memleket içinde inzibatı temin eden, hem de düşmana karşı savaşması gereken askerlerdir. Bir nevi günümüzün jandarmasıdırlar. Fakat Nevâi yine devrinin bozukluğunun verdiği teessürle olacak bunları da kötü vasıflarıyla ele alıyor. Ona göre bunlar Ye’cüc Me’cüc taifesine ortaktırlar, Zahmet çekmekten dinlenmeğe, yasak peşinde koşmaktan eğlenmeğe vakit bulamazlar. İşleri mal yağmalamak, yabancı memlekette çekirge gibi sebze ve yaprak yalamaktır. İnsanlık ve müslümanlıkla ilgileri yoktur. Anlayış ve idrakten uzaktırlar. Hepsi akılsız ve insafsızdır. Gece gündüz gaflet uykusundadırlar. Vücutları ne sıcaktan ne soğuktan, ne de açlıktan ve çıplaklıktan zarar görür. Hayvanlıkları çok, insanlıkları azdır.
Bu bölümde dördüncü zümreyi şıhna, ases ve zindânîler teşkil eder. Bunlar hırsız ve katilleri yakalayan ve muhafaza eden, kimselerdir. Şıhna subaşıdır. Hapishaneler onun emrindedir. Cehennemin sahibi elan Tanrı gibi o da hükümran ve âlî cenab olmalıdır. Asesler (bekçiler) ise suçlunun tutulması için bütün gayretlerini sarf iletmelidirler.
DİN İŞLERİ VE YARGI ORGANI:
Bütün, müslüman devletlerde olduğu gibi Temürlülerde de din işlerinin başı şeyhülislâmdır. Yargı makamı olan kadılıklar ve fetva makamı olan müftülükler şeyhülislâma bağlıdırlar. Bu bölümde Nevâi, işte bu üç makamın mensuplarını ele alıyor. Aranan bazı vasıflar müşterek olduğu için bunları bir arada incelemeği tercih ettik. Gerek şeyhülislâm, gerek kadı ve müftü, şeriat yolundan dışarı çıkmamalıdırlar. Şeyhülislâmın akıllılığı ve olgunluğu, şeriata bağlılığı nisbetindedir. Her üçü de islâmi ilimleri çok iyi bilmelidirler. Şahsi meyil (egoizm), dalkavukluk ve hilelerden uzak olmalıdırlar. İçki içmemeli, rüşvet yememelidirler. Rüşvet yiyen müftü; bir dirhem için yüz hakkı çiğnemiş, bir sepet üzüm için bir bağı yakmış, bir batman buğday için bir harmanı savurmuş olur. Hayretü’l-ebrâr’da da kadılar ve müftüler için şu kayıtlar vardır: “Kötülerin başında eğri işi şeriata uyduran, yalancı tanığı doğru diye kabul eden kadı kâtipleri gelir. Bunların hainliği meydandadır… Rüşvetle iş görürler. Hile yapan müftüler de böyledir. Onlar da… haksız yere fetva verirler» (15).
Yukarıda saydığımız ortak vasıflardan ayrı olarak Mahbûbu’l-kulûb’da şu kayıtlar vardır: Onun âlimliği İslâm’a sığınmakla, arifliği dergâha yönelmekle, yoksula karşı güler yüzlülüğü tarikata bağlanmakla olur. O, hem iyiye, hem kötüye karşı şefkatli; hem küçüğü, hem büyüğü irşad edici olmalıdır. İslam’a sonradan sokulan bid’atleri ortadan kaldırmalıdır. Burada Nevâi’nin şeriatin yanında tarikatı de ihmal etmemesi ilgi çekici bir noktadır. Kadılarda ise ayrıca şu nitelikler bulunmalıdır: Kadı hüküm verirken dostu, yabancıyı aynı seviyede tutmalı ve tâyin edici bir ferasete sahip olmalıdır. Bu ikinciyle haklıyı haksızdan ayırıcı anlayış, sezgi ve temyiz kabiliyeti kastedilmektedir.
EĞİTİM VE ÖĞRETİM:
Mahbûbu’l-kulûb’da eğitim ve öğretimle ilgili olarak iki zümreden bahsedilmektedir: Müderrisler ve debiristân ehli. Müderrislerle yüksek derecede öğretim yapan medrese hocaları, debiristan ehli ile ilkokul hocaları kastedilmektedir.
Müderrisler makam hırsından ve gösterişten, uzak olmalıdırlar. Bu konuda Hayretü’l-ebrâr’daki şu beyti kaydetmeliyiz:
“Âlim eger câh üçün olsa zelîl
İlmi anıng cehliga bolgay delil» (16) .
Bilmedikleri ilimlerden bahsetmemelidirler. Dini ilimleri bilmeli, meseleleri yerli yerine oturtabilmeli, ondan sonra başkalarına öğretmelidirler. Korkak olmamalıdırlar. Bilgileri sağlam olmalı, türlü kötülükleri mubah, hatta helâl saymamalıdırlar. Takva sahibi olmalıdırlar. Sözleri Tanrının, peygamberin, müctehidlerin ve evliyanın sözlerine uygun olmalıdır.
Debiristân ehli ise mütehammil olmalı, talebelerin cefasına ve eziyetlerine katlanabilmelidir. Küçük çocukların tabiatını cefa ile terbiye edici, tavırlarını siyaset ile şekillendirici olmalıdır. Hayretü’I-ebrâr’da da çocuk terbiyesi konusunda çocuklara şefkatin lüzumundan, fakat ölçüsüz şefkatin zararlı olduğundan bahsedilir. (17).
Müderrisler ile debiristân ehlini karşılaştırırsak birincilerin daha çok öğretim, ikincilerin eğitimle ilgili olduğunu görürüz. Çocuk, debiristân ehlinin elinde şahsiyet kazanmakta, görgü kaidelerini öğrenmekte, cemiyete adapte olunmaktadır. Nevâî, bu güç işi başaran hocaların talebe üzerinde çok hakkı olduğunu ve padişahın bile kendisini yetiştiren debiristân ehline hürmet göstermesi gerektiğini söylemektedir.
İKTİSÂDİ HAYAT:
Bu bölümde dört zümreden bahsedeceğiz: Ticaret ehli, Şehirde alıp satıcılar, pazarcılar ve dihkanlar yani çiftçiler.
Ticaret ehli ile kastedilen, memleketler arası ticaret yapan büyük tüccarlardır. Bunlar bütün memleketlerin ve iklimlerin durumunu bilirler. Dağlar taşlar ve çöller aşmışlardır. Denizler üzerinde seyretmişler, denizlerin hem faydasını, hem zararını görmüşlerdir. Helâl para kazanmak için çok uzun yollar katetmişlerdir. Böyle bir tüccarın bütün gayesi fayda olmamalıdır. Bütün bu eziyetlere yalnız fayda için katlanmamalıdır. Çektiği sıkıntı, hem geçimini kolaylaştırmak, hem azizler sohbetinde bulunmak, hem de muratlarına eremeyenleri sevindirmek için olmalıdır. Mal ve para onu gururlandırmamalı, zekât ve fukara hakkı boynunda kalmamalıdır. Güzel giyeceklerden kaçınıp hırka giyerek veya lezzetli yemekleri bırakıp kuru ekmek yiyerek yaşamamalı, durumuna uygun bir şekilde yaşamalıdır. Malını esirgeyip kendisini herkese karşı fakir gösteren, vergiden kaçıp şerefine leke süren, vârisleri için para yığan, har vurup harman savurmak için kazanan tüccar reddedilmeğe ve rezil olmağa mahkûmdur. Görüldüğü gibi Nevâi’de ideal bir tüccar tasviriyle karşılaşıyoruz. Bu tüccar yalnız kendisi için kazanmıyor. Geçimini sağladıktan sonra vergisini vermek ve başkalarına yardım etmekle de mükelleftir. Hem cimrilikten, hem israftan uzak olup ortalama bir ömür sürmesi lâzımdır. Dikkati çeken bir nokta da israfla beraber paranın biriktirilmesinin, malın yığılmasının da aleyhinde bulunuluşudur.
Nevâi’ye göre iktisâdi hayatın esasını çiftçilik teşkil eder. Tane saçarak toprağı işleyen çiftçilerin hareketi, memleket için kuvvet ve bereket kaynağıdır. Ortak ve başakçı çiftçinin sayesinde kazanır. Yoksullar, kâhyalar, misafirler, dilenciler çiftçi sayesinde karınlarını doyururlar. Ekmek fırını onunla ısınır, yulaf pazarı onunla işler. Fukaranın rızkı ondan, gariblerin kuvveti ondandır. Zâhid onun sayesinde huzur içinde ibâdet eder. Kulun gönlüne onun sayesinde kanaat gelir. Nihayet padişahın hâzinesi onun sayesinde dolar. Hülâsa bütün âlemin bayındırlığı ve insanların mutluluğu çiftçilere bağlıdır. Bağı bahçesi bol olan çiftçiler, cimri ve yalancı olmamalı, vergilerini vermeli, ortakçılarına cefa etmemelidirler.
Şehirde alıp satıcılarla yine menfi vasıflarla yerilmektedir. Halkın zararına ve kıtlık pahasına da olsa bunların bütün gayeleri kârdır. Bire aldıklarını yüze satarlar. Buna mukabil değerli malı ucuza almaktan utanmazlar. Alırken, ketene bez derler. Satarken ise bezi ketenden daha değerli gösterirler. Sözlerinde durmazlar. Alıcıya eksik mal verirler. Anlaşılıyor ki Nevâyi devrinde şehir esnafı da bozulmuştur. Zaten bu eserin yazılışından altı yıl sonra da Temürlü hânedânı zeval bulacaktır.
Beş bölümde ele aldığımız bu incelemeyi sonuç olarak şu hükümlerle bitirebiliriz:
- Nevâi’nin, siyasi ve içtimâi fikirleri; eski Asya medeniyetlerinde ortak birçok görüşü ve müslümanlıktan gelen ana prensipleri ihtiva etmekle beraber Kutadgu Bilig’e ve hatta Orhun Âbidelerine kadar dayanan Türk devlet felsefesini de aksettirmektedir. Bunda şüphesiz Nevâi’nin; ötedenberi gerek Cengizlilerin, gerek Temürlülerin teşkilâtlanmalarında onlara rehberlik eden Uygur Türklerinden olmasının da rolü vardır.
- Bu devlet felsefesine göre sistem değil insan mühimdir. Sistem, kanun, şeriat nasıl olursa olsun, bunları tatbik edecek ve bunlara uyacak olan insandır. Kanunlarla değil, padişahın ve devlet adamlarının âdil olmasıyla memlekette adalet mevcut olur. O halde gerek idareye ve askerliğe, gerek eğitime ve İktisâdi hayata yön verecek olan insanların bir takım ahlâki vasıflarla bezenmiş olması gerekir. Aksi takdirde devlet çarkı işlemez.
- Nitekim Nevâi devrinde devleti işlerini yürüten ve içtimai iş bölümünü sağlayan zümrelerden, birçoğunun bozulmuş olduğunu görüyoruz. Nevâi’nin bu zümreleri daha çok, hatta sadece menfi vasıfları ile ele alışının sebebi, onun karamsarlığı değil, bilhassa H. Baykara’nın son senelerinde devlet işlerinin çok bozuk oluşudur.
_____________________________________________
(1) M.Ergin, Orhun Âbideleri, Millî Eğitim Bakanlığı, İstanbul 1970, 51. s.
(2) Zeki V. Togan, Oğuz Destanı, İstanbul 1972, 73. s.
(3) Fındıkoğlu, Ali Şir Nevâi ve Zamanımız, İstanbul 1962, 7. s.
(4) Yâdigâr Muhammed tarafından Herat’ın alınması üzerine Hüseyin Baykara geri almak üzere şehri kuşatır. Bu kuşatma esnasında Ali Şir Nevâi, yanında bir neferle gece gizlice hisarlardan tırmanarak şehre girer. Yâdigâr Muhammed’i yakalayıp H. Baykara’nın huzuruna getirir. Böylece şehir geri alınır. Z. V. Togan, Ali Şir Nevâi Maddesi, İslâm Ansiklopedisi.
(5) Agâh Sırrı Levend, Ali Şir Nevâi –III- Hamse, Ankara 1967, 33. S
(6) M. Ergin, a. e. 52 s.
(7) A. S. Levend, a. e. 39. s.
(8) Halil İnalcık, Reşid Rahmeti Arat İçin, 226, 263. s.
(9) A. S. Levend, a. e. 45, 46. s.
(10) A. S. Levend, a. e. 88. s.
(11) M. Ergin, a. e. 55 s.
(12) Halil İnalcık, a.y.
(13) Zeki V. Togan, Ali Şir Nevâi, İslâm Ansiklopedisi.
(14) A. S. Levend, a. e. 68. s.
(15) a. y.
(16) A. S. Levend, a. e. 67 s.
(17) A. S. Levend, a. e. 53 s.