Doç. Dr. EROL GÜNGÖR
DİN MESELESİ
___________________________________________________________
Daha önceki iki yazısında din-ilim münasebetini inceleyen Doç. Dr. Erol Güngör, bu defa memleketimizde din konusunda takınılan çeşitli tavırları ele alıyor;
«Lâiklik», «Dinde Reform», «Din Hürriyeti», «Partilerin dini istismarı» gibi kavramları inceliyor.
___________________________________________________________
Ondokuzuncu yüzyılda ilmi din yerine koymak veya ilmî bir din kurmak yolundaki gayretlerin boşa çıktığını gördük. Mamafih, ilim veya modernizm iddialarıyla dinin doğmalarını çürütmeye veya dine nizam vermeye çalışanlara sık sık rastlıyoruz. Bunların gayretleri bilgi kıtlığından ileri gelmiyorsa o zaman şahsiyet kusurlarına bağlı hissi birer reaksiyon olarak görülmelidir. Şahsiyet kusurları ruh hekimini veya psikologu ilgilendiren bir tedavi meselesi olduğu için biz şimdi onlarla uğraşmayacağız. Acaba, Yanlış veya eksik bilgi yüzünden bazan din düşmanlığı yapan ve bazan da dini düzeltmeye (!) çalışan şahısların hataları nerededir, bunların iddiaları bir kıymet taşır mı?
Bazan dinî doğmaların objektif bilgi dediğimiz şeye aykırı olması pek mümkündür, ve bu aykırılık apaçık görülebilir. Fakat filanca doğmanın ilme uymadığını söylemekle adeta büyük bir keşif yaptığını sananlar dini yine bir ilmî teori gibi ele almak hatası içindedirler. Din bir ahlâk sistemidir, tabiatın kör kuvvetlerine değil do sosyal kıymetlere öncelik verir. Bu yüzden dinde meselâ biyolojik tekâmüle ait bilgilere değil, Adem ve Havva istiaresine rastlarsınız. Bu istiare insan organizmasının nasıl meydana geldiğini değil, insanın dünyadaki yerini ve önemini bildirir, insanlar bir tek Tanrı tarafından yaratılmış olan aynı ana – babanın çocuklarıdır. İşte evrensel eşitlik ve kardeşlik prensibi. Bu yüzdendir ki. biyolojik tekâmüle inanan ve hattâ bu sahada ilmî buluşları olan, tiir insan pekala dindar olabilir, r Dine karşı takınılan menfî tavır-lardan birincisi, dini ilimle karıştıran böyle bir bilgi hatasından doğmaktadır. Bu menfî tavrın ikinci büyük kaynağı ise çok defa reformcu adı verilen, ve kendilerini insanlara akıl hocası olarak gönderilmiş zanneden kişilerin bilgisizliğidir. Reformculuk bilhassa geri kalmış memleket münevverlerinin bir hastalığı olduğu için, bu tiplere bizde çok rastlanıyor. Demokrasinin memleketimizde gittikçe kökleşmesi yüzünden artık siyasî iktidarlar din işlerine fazla müdahele edemiyorlar, ama böyle bir müdahelenin hasretini çekenler halâ mevcuttur. Bu reformcular hep dinî cemaatın dışında yaşayan, yani din hayatına iştirak etmeksizin bu hayatı kendilerine göre değiştirmek isteyen insanlardır. Kendi dışlarındaki bir cemaatın işini düzeltmeye kalkışmaları belki onların çok iyiliksever insanlar olduğunu gösterir. Fakat ne olursa olsun, bilmedikleri bir işle uğraşmak onları cemiyette devamlı bir huzursuzluk kaynağı haline getirmekte daima başarısız kıl-maktadır. Mademki laik bir devlette din havatı cemiyetin laik müesseselerindeki hayattan ayrıdır, şu halde bunlardan birine ait değişme formülü öbürüne tatbik edilemez. Dinin herşeyden önce kendine mahsus bir otorite sistemi, bir hiyerarşisi vardır ki bu sistem dünyevî -laik- otoriteden çok farklıdır. Bir dinin mensupları ancak kendi otoritelerinden -din alimleri, müftiler, tarikat büyükleri, ilh.- gelen sese kulak verirler, bunların dışında yapılan her teklif fuzulî müdahele manasına gelir. Kaldı ki bizde din reformcusu olmak isteyenlerin dindar oldukları bile pek şüphelidir. İbadet dilinin değişmesini, camilere sıra ve iskemle konmasını, cami içinde mu-sikî icra edilmesini isteyenlerin hiçbiri de -tamamen serbest oldukları halde- böyle bir ibadeti şahsen yapmış değillerdir. Sureleri Türkçe okuyarak namaz kılan bir reform meraklısına rastlanmamıştır, iskemle üzerinde namaz kılan da yoktur. Bu kimselerin sırf müslümanlara iyilik yapmak maksadıyla böyle akıl verdiklerini kabul etsek bile, çabalarının bir netice vermeyeceğini belirtmeliyiz. Kaldı ki zamanımızda resmî din görevlileri dahi -laik hükümetin memurları oldukları için- halk nazarında nüfuz kazanamamışlardır.
Laik bir devlette umumî hayatı düzenleyen kaideler dinî hayatı düzenleyen kaidelerden ayrılmıştır; fakat devletin kanunları ile dinin kaideleri umumî hayatı bozacak şekilde birbiriyle çatışamaz. Bizde bu prensip umumiyetle «devletin dine, dinin devlete karışmaması» şeklinde ifade edilegelmiştir. Mamafih, iş burada söylendiği gibi basit ve kolay değildir. Kamu nizamı ile ferdî hürriyetler arasındaki sınır meselesi her zamanın hal ve şartlarına göre yorumlanmakta, objektif bir çözüm tarzı bulunamamaktadır. Modernizm cereyanının ve onunla birlikte maddî münasebetlerin ön plana geçtiği bir devirde, bilhassa az gelişmiş memleketlerde, din eski nüfuzunu kaybetmiş bulunuyor; binaenaleyh dinin devlete müdahale etmesi imkânsız bir hale gelmiştir. Hele Türkiye gibi ruhban sınıfına, cemaat teşkilatına, ve varlıklı bir kilise teşkilatına sahip bulunmayan memleketlerde böyle bir müdahele zaten beklenemezdi. Buna karşılık modernizm, ilerilik, devrim gibi tabu haline getirilmiş kavramların temsilcisi olarak ortaya çıkan devlet din hayatına karışmaya hem çok mütemayil, hem de imkânları bakımından pek müsait görünmektedir. Uzun zaman Türkiye’de politikacıların büyük bir kısmı ve «ilerici» denilen yazarlar hükümeti bir çeşit katolik konseyine benzetmeye çalışmışlardır : ibadetin hangi dilde yapılacağı hükümette münakaşa edilir ve karara bağlanır, din adamlarına verilen lokma hükümet eline geçer ve hükümet bu lokmayı istediği kadar küçültür veya tamamen kesebilir.
Milletvekillerinin seçime ihtiyaç duyulmadan tayin edildiği devirde vatandaşın oyu bahis konusu olmadığı İçin, politikacılar dine müdahele etmekte kendilerini tamamen serbest görürler, hatta bunu ileriliğin ve medeniyetin bir gereği sayarlardı, böyle yapmazlarsa bir daha tayin edilemeyeceklerinden korkarlardı. Demokrasi, yani çok partili serbest seçim, devrinde iktidarların eski tutumu pek değişmemiştir, oma partilerin hemen hepsi de vatandaşa hoş görünmek üzere dinî propaganda yapabilmektedir. Politikacılar -ki hükümet de bunlardan ibarettir- dine pekala karışıp onu kullanıyor, yani din istismarı yapmakta mahzur görmüyorlar. Her hükümet değişikliğinde Diyanet Başkanı da değişiyor. Bu müdahelelerin laikliğe aykırı olduğu söylendiği zaman, politikacı münevverlerimizin pekçoğu Türkiye’nin geçirmiş olduğu rejim değişikliğini bir çeşit gerekçe olarak ileri sürüyorlar : Türkiye devlet reisinin İslâm dünyasının lideri olduğu ve şeyhülislamın da kabine üyesi bulunduğu bir rejimden çıkarak cumhuriyet rejimine girmiştir. Bu geçiş sırasında, ister istemez, eski rejimin temeli sayılan veya onunla yakın ilgisi bulunan müesseseler üzerinde köklü tedbirler alınması bir zaruret olmuştur. Bir taraftan vakıfları devletleştirmek bir taraftan da cemaat teşkilatı kurulmasına müsaade vermemek suretiyle dinî müesseselerin ve din adamlarının devlet sultası altına alınması işte bu yüzdendir.
Laiklik aleyhtarlarının bu müdafaaları bize pek zayıf görünüyor. Her- şeyden önce, ilk hükümetlerin hakikaten bu düşünceden hareket edip etmediklerini iyice bilmiyoruz. İkincisi, bir hareketin zarurî görünmesi o hareketin mutlaka haklı olmasını gerektirmez. Cinayet işleyen bir adama maktulü niçin bıçakladığı değil, niçin öldürdüğü sorulur. Soruyu birinci şekilde sorarsanız «öldürmek için başka vasıta yoktu» diye cevap verebilir. Bu cevap makuldür, ama cinayet fiilinin meşru olduğunu göstermez. Fakat yukarıdaki yanlış muhakemenin bizce daha önemli bir tarafı var. Ters bir laiklik politikasını haklı çıkarmaya çalışanlar aslında şunu iddia etmiş olmuyorlar mı? Cumhuriyet ile lâiklik veya vicdan hürriyeti birarada gitmez, rejim cumhuriyet olunca devlet de din işlerine müdahele etmek zorundadır.
Bir cumhuriyetin laik olması pekâlâ mümkündür, olmaması için teorik bir sebep yoktur. Osmanlı İmparatorluğu’nda devletin resmî bir dini olduğu ve devlet reisi bu dinin lideri olduğu halde imparatorluk içinde çok geniş bir din hürriyeti vardı, müslüman olmayan azınlıklar hiçbir zaman hürriyetsizlikten şikayet etmezlerdi.
Böyle iken, laikliği anayasa prensibi haline getiren bir cumhuriyette niçin ayni hürriyet ve güvenlik olmasın? Muhakkak ki kabahat cumhuriyette değil, onu tatbik durumunda bulunanlardadır. Belki bazıları krallık rejimi tatbik eden İngiltere, Belçika, Hollanda, Danimarka, İsveç. Norveç gibi çok ileri batı memleketlerine bakarak cumhuriyetin onlar kadar mükemmel bir rejim olmadığını düşünebilirler. Fakat meselâ Fransa da cumhuriyette idare edildiği halde orada laiklik vardır; fertlere veya dinî cemaatlara devlet müdahele etmiyor, dinî cemaatlar da devleti kendi dinlerinin iktidarı haline getirmeye çalışmıyorlar.
Türkiye’de laiklik tatbikatının tek taraflı işlemesinin sebeplerinden biri de, politikacı münevverlerimizin kendi milletleri hakkında yanlış ve “birbirini tutmaz kanâatlara sahip oluşlarıdır. Bir taraftan Türk Milletinin ekseriyetle tahsilsiz veya kıt tahsilli olmakla beraber son derece uyanık, açık zihinli, aklı selim sahibi olduğunu söyleyenler öbür taraftan bu halka din hürriyeti verildiği takdirde meclise hep mahalle imamlarının veya tarikat şeyhlerinin geleceğini sanıyorlar. Acaba bu korku nereden doğuyor? Niçin bizim politikacılarımız halkın karşısında din adamlarına daima yenileceklerini sanıyorlar? Kendi bilgilerine ve şahsiyetlerine itimad edemedikleri için mi, yoksa kendilerini halka çok uzak, din adamlarını ise çok yakın gördükleri için mi?
Belki de bu korku yüzündendir ki, politikacıların zaman zaman din propagandası yaptıkları da görülüyor. Fakat bu propagandanın neticesi önemsenecek kadar büyük değildir; bir milletvekili adayı seçim konuşmalarında dinî hisleri okşuyor, bir başkası bunu yapmıyorsa, birbirinden, hiç de farkı bulunmayan bu iki adamdan birincinin seçilme şansı biraz artmış demektir. İstismarın sebebine gelince, laiklik aleyhtarları bu konuda asıl sorumlu durumdadırlar. Türkiye’ye çok partili demokrasi girmeden önce dinin bir “vicdan işi olması hep vicdanda kalarak oradan dışarı çıkmaması manasına geliyordu. Demokrasi devrinde, halkın reyine ihtiyaç olduğu için, dinî ihtiyaçların karşılanmasına imkan vermeyi vadeden politikacılar çok büyük bir taraftar kitlesi kazandılar. Çekişen siyasî gruplardan biri cami sayısını nüfus ve metrekare nisbetine göre sınırlandıracak ve bu nisbetin dışındaki mabedleri odun veya buğday deposu yapacak kadar laik (!) olunca, öbür tarafın din istismarı yapması kendisine büyük bir kuvvet kazandırabilirdi. Netekim bu konuda sadece müsamahakar davranmak, dindarların işine karışmamak bile bir politikacıya büyük seçim şansı kazandırmaktadır.
Din istismarı ancak din hürriyeti’nîn çok sınırlandığı yerlerde bir mânâ ifade eder. Bir zamanlar siyasî hürriyetler ve sosyal haklar çok tahdit edildiği için, hürriyet sloganı ile ortaya çıkanlar eski otoriter iktidarı yenmişlerdi. Çok partili demokrasi devrinde artık bir tarafta polis devleti, öbür tarafta hürriyet isteyen mazlumlardan ibaret iki taraf bulunmadığı için eski hürriyet sloganları kimseye siyasî kazanç sağlamıyor. Din konusunda da böyle bir durum olmuştur. Şimdi solcu partilerin bile dine saygılı göründükleri bir siyasî merhaleye erişildiği için, din propagandası veya istismarı bir silah olmaktan çıkmıştır. Din müesseselerine karşı yapılan gizli ve açık hücumlar, din hayatına yapılmakta devam eden miidaheleler sona erdiği takdirde din istismarı tamamen ortadan kalkacaktır.
Din sahasında istek ve ihtiyaçlara uygun bir politika — din adamı yetiştiren okullar açılması, din görevlilerine diğer devlet görevlilerine denk ücret verilmesi ilh — bazı çevreler tarafından çok defa riyakârlık ve istismarcılık diye görülmektedir. Yakın zamanlarda solcu politikacı veya yazarlar bu konuyu başlıca tenkit vasıtası haline getirmişlerdir. Bunlara göre bir hükümetin din okulu açması halkı sömürmek maksadını taşır, çünkü bu suretle halk çocuklarının din adamı olarak kalıp başka sahalardan uzak durmalarına yol açılıvor; iktidar mensuplarının kendi çocuklarını bu mekteplere vermeyişleri de işin İçinde samimiyetsizlik bulunduğunu açıkça gösteriyor.
Bu hücum üzerinde bilhassa durmak istiyoruz, çünkü burada bir partinin bir başka partiye üstünlüğü iddiasıyla değil, pekçok Türk münevverinin ve politikacısının kafasında yerleşmiş çok tehlikeli, yanlış bir düşünce örneğiyle karşılaşıyoruz. Demokrasi ile diktatörlük arasındaki en önemli farklardan biri de, demokrasilerde halka ait ihtiyaç ve isteklerin, diktatörlüklerde ise idareci azınlığa ait görüş ve düşüncelerin ön plana geçirilmesidir. Bizim politikacılarımızın pekçoğu zannediyorlar ki, bir insanın şahsen inanmadığı şeylere başkaları için müsaade etmesi ikiyüzlülük veya istismarcılık demektir. Eğer siz Türk müziğinin kıymetsiz olduğuna inanan bir başbakan iseniz radyo ve televizyonda sadece batı müziği çaldırırsınız, deri ceketin sıhhî ve medenî olduğuna inanıyorsanız kumaş ceket giymeyi yasak edersiniz, aksi halde rey almak için halkı sömürüyorsunuz demektir. Dine inanmayan bir insan da din okulları açılmasına müsaade ederse oy avcılığı yapmış olur, işte devrimci adım verdiğimiz zihniyetin katıksız bir örneği. Devrimci kendini herkesin üstünde bir akıl ve bilgiye sahip olarak görür; onun dünyaya geliş sebebi cemiyeti düzeltmek ve insanlara akıl vermektir. Fakat devrimci dine inanmadığı için, bu görevin kendisine Tanrı tarafından değil de tarih tarafından verildiğini söyler. Şu halde devrimci bir iktidar, ikiyüzlülük ve oy avcılığı yapmamak için dini ortadan kaldırmalı, kendisine muhalefet edenleri dinleyecek yerde onlara hayat hakkı tanımamalıdır. Devrimcilikle demokrasinin birarada gitmeyişinin asıl sebebi işte bu noktada ortaya çıkıyor.
Devrimcinin burada ikiyüzlü diye suçladığı adamları saygı ile karşılamak gerekir, çünkü bu adamlar kendi zevk ve keyiflerini tatmin edecek yerde halkın istek ve ihtiyaçlarına cevap vermeye çalışmaktadırlar. Dine inanıp İnanmadıkları halkı ilgilendirmez. Onlardan beklenen bir vazife vardır, bu vazifeyi yerine getirdikleri müddetçe de halkın reyini alırlar. Eğer iktidarda kalmak için milletin tasvibine ve desteğine ihtiyaç duymuyorlarsa o zaman istedikleri gibi hareket ederler, kendilerini beğenmeyen çıkarsa onları da bir vesile ile ortadan kaldırır veya sustururlar. Ama bu keyfî idarenin de bir hududu vardır, çünkü «diktatörler bile zaman zaman balkonda boy göstererek alkışlanmaya ihtiyaç duyarlar».
Hükümetin din okulları açması ithamına gelince, İmam-Hatip Okulları halkın parasıyla halk tarafından yaptırılmakta, hükümet bunlara sadece öğretmen göndermektedir. Eskiden hükümetler Köy Enstitüsü denen köy öğretmen okullarına ait talebe kontenjanının üçte ikisini köylü çocukların-dan doldurmak suretiyle bu çocukları ömür boyu köyde kalmaya mahkûm ediyorlardı. Halbuki İmam-Hatip Okullarında böyle bir kontenjan meselesi yoktur, hükümet tarafından teşvik de bahis konusu değildir. Bugün üniversitelerin birçok fakültelerinde en başarılı talebeler İmam – Hatip okullarından mezun olduktan sonra lise imtihanı vererek üniversiteye girenlerdir. Din terbiyesinin verdiği çalışma ve ahlâk disiplini bu gençleri üstün duruma getiriyor. Kur’an kursları da halkın yardımlarıyla kurulmakta ve ayakta durmaktadır. İslâm vakıfları devlet intikal ettikten sonra halkın yeni baştan teşkilatlanmak suretiyle kendi müesseselerini yaşatmayı başarması TÜP’ kiye’de laikliğin gerçekleşmesi yolunda ümit verici bir işaret teşkil ediyor. Bundan anlaşılacağı gibi, müslümanlara da tıpkı Ermeni, Rum, ve Yahudi vatandaşlar gibi cemaat kurma hakkı verilecek olsa din işleri devlet işi olmaktan çıkar, böylece siyasî çekişme konusu olmaktan da kurtulur. Din işleri devletin elinde bulunduğu, yani devlet dine müdahele ettiği müddetçe politikacılar için daima, belki haklı olarak, propaganda fırsatı çıkacaktır. Netekim vaktiyle bu fırsatı kaçırmak istemeyen bir iktidar partisi, cemaat teşkilatı kurulması için teklif yapan bir milletvekiline şu mugalata ile cevap vermişti : «Müslümanlar Rum cemaatı gibi azınlık mıdır ki onları da ayni statüye sokalım?»
Dinin bir devlet işi olması resmi müesseselere karşı itimatsızlığı artırmış ve dindarları kendi başlarına bırakmıştır. Bu günkü idarî teşkilâtımıza göre Diyanet işleri Başkanlığı müslümanların din işleriyle ilgili müessesesenin en yüksek makamıdır. Fakat bu makam dinî bir otorite olmaktan ziyade din işleri genel müdürlüğü durumundadır. Diyanet başkanının filanca siyasî partiye mensup bir devlet bakanına bağlı olduğunu görmek onun bir din otoritesi olarak bütün itibarını zedelemeye kâfi geliyor. Siyasî iktidarın içtihadı ne ise o yolda- fetva vermeğe memur olan bir kimse nasıl itimad uyandırabilir? Bu yüzden halk dinî meselelerini resmî din görevlilerine değil, sivil otoritelere veya otorite diye bilinen kimselere danışmaktadır. Otorite buhranı sadece halk için değil, dindar münevver için de büyük bir mesele teşkil ediyor. Kendi mesleğinde büyük âlim olan bir kimse yine de bu meslek dışında kalan şeyleri bilemez. Hastalanan kimse nasıl hekime giderse, bir konuda dinin emrini öğrenmek isteyen İnsan da din âlimine gitmek zorundadır. «Ben böyle meseleleri vicdanıma danışırım» demek ya cehaletin yahut da acizliğin eseridir. Bedenimizden aldığımız ihsaslara göre hastalığımıza teşhis koymaya kalksaydık hepimiz ölürdük.
Sivil otoritelere gelince, bunların çoğu da hükümet kadrolarında çalışanlardan daha kaliteli değildir. Şimdi bu yetersizliğin sebepleri üzerinde duracak değiliz, fakat burada serbest piyasa mekanizmasına benzer bir durum olduğunu hemen belirtelim. Çeşitli sebeplerle Türkiye’de din tahsili, revaç gören bir tahsil olmaktan çıkmış, eskilerin de birer-ikişer hayattan çekilmesiyle artık bu sahada ne rekabet ne de kontrol kalmıştır. Eskiden bir kimsenin müderris veya kazasker olmak için gördüğü tahsil ve tecrübe ile bugünkü ilâhiyatçılarımızın durumunu karşılaştırırsanız arada şimdikilerin aleyhine muazzam bir fark bulursunuz.
Türkiye’de din konularındaki yaygın cehalet dine karşı tutumlarımızda çok defa zararlı, tehlikeli bir faktör teşkil etmektedir. Sık sık gazetelerde filanca tarikata mensup şu kadar kişinin âyin yaparken yakalandıklarını, suç aleti olan tesbih, seccade ve takkelere «el konduğu»nu okuyoruz. Vaktiyle tanıdığım bir polise âyin yapanların ne yaptıklarını sormuştum, bana şu cevabı verdi : «Biraraya gelip tesbih çekerek “Hu” diye bağırıyorlar». Bilindiği gibi, «Hu» Allah demektir, ve bu polisin söylediğine bakılırsa günde beş vakit namaz kılan herkesi tevkif edip camileri de kapatmamız gerekir; çünkü her namazda insanlar Allah’ın adını anarak teşbih çekerler, seccade üzerinde otururlar, başlarında çok defa takke veya tersine çevrilmiş kasket bulunur. Netekim âyin yapıyor diye yakalananların çok defa evlerde cemaat halinde namaz kıldıkları anlaşılmıştır. Cumhuriyet kanunları âyin yapmayı yasakladığına göre, güvenlik işlerinde çalışan kimselere âyinin, namazın, seccade ve teşbihin ne mânâya geldiğini ve nasıl şeyler olduğunu öğretmek lazımdır. Cami dışında iki veya daha fazla kimsenin namaz kılması kanunlara aykırı ise bu hususun da vatandaşlara bildirilmesi faydalı olur. Bu arada, müslüman olmayan azınlıkların gazetelere «ruhanî âyin» başlığı altında ilan vermelerine mani olmak veya buradaki âyin sözü yerine başka bir kelimenin kullanılmasını şart koşmak lazımdır. Çünkü böyle bir ilan müslüman vatandaşların nazarında azınlıkları imtiyazlı sınıf halinde gösteriyor, kendilerinde bulunmayan bir serbestliğin azınlıklara bol bol bahşedildiği intibaını veriyor. Bazıları bu imtiyazın azınlıkları himaye eden yabancı devletler tarafından Türkiye’ye empoze edildiğini söylüyorlar ki, devletimizin bağımsızlığı hakkında şüphe uyandıracak böyle dedikodulu durumları hükümetin biran önce vuzuha kavuşturması gerekir.
TÖRE, ARALIK 1973, 31:11-17.
ÖNCEKİ BÖLÜMLER:
DİN MESELESİ -I-
http://www.ulkuyaz.org.tr/erol-gungor-din-meselesi/
DİN MESELESİ -II-
http://www.ulkuyaz.org.tr/erol-gungor-din-meselesi-ii/