Erol GÜNGÖR: Dünden Bugüne Geçiş

Dünden Bugüne Geçiş

Erol GÜNGÖR

(Kültürde Eski ve Yeni yazısının devamıdır)

Çocuk davranışlarında olduğu gibi kültür yaratmalarında da kusurları mazur göstermek için “Daha pek yeni” deriz. Bir şeyin az kusurlu olabilmesi için büyük bir geleneğe, yani geçmişteki binlerce insanın tecrübelerine dayanması gerekir. Nitekim ilmin de en belirgin vasıflarından biri gelenekçiliğidir. Medeniyet içinde belki ilim kadar gelenekçi bir müessese gösterilemez; bütün yeni hamlelerin kaynağı olmak bakımından ondan daha önde bir müessese de yoktur. Hakikatte eski ve yeni kavramlarının birbirine zıd manâlarda kullanılmasındaki saçmalığı herkesten daha iyi ilim mensupları göreceklerdir. Bu iki kavram arasındaki manâ zıdlaşmasının yenilikçi için aleyhte bir puan teşkil edeceğini de onlar iyi bilirler. Yaşadığımız her an, göz açıp kapayıncaya kadar eski olmaktadır ve yeni sadece belirsiz bir boşluktan ibarettir. O sadece zaman içinde derhal kaybolan bir noktadır ve geriye olmadığı gibi ileriye de bir uzantısı yoktur. Geriye doğru bütün zaman ve mekân eskiye aittir, ileriye doğru olan ise devamlı bir şekilde eskiye eklenmektedir. En yeni diye öğrendiğimiz şeyler bile maziye aittir, çünkü bizim onları öğrenmiş olmamız bu yeniliğin artık geçmiş bir anda kaldığını gösterir. Sadece bilgilerimiz değil, yarattığımız bütün eserler, yani bütün kültürümüz ve medeniyetimiz de eskiye aittir; bunların en sonuncusu bile dün veya birkaç saat evvel yapılmıştır.

Görülüyor ki eski-yeni tezadının ilmî bakımdan hiç bir manâsı yoktur. Bu kavramlar sadece hepsi de eski olan şeylerin bizim yaşadığımız zamana yakınlık veya uzaklık derecelerini göstermek üzere izafî olarak kullanılan ve böylece günlük hayatımızda anlaşma kolaylığı temin eden şeylerdir. Yeni dediğimiz şey eskiye en son eklenen şeydir. Zaten mutlak manâda bir yenilik bahis konusu olsaydı, bugün ilimden de vazgeçmemiz gerekirdi; eski ile yeni denilen şey arasında bir kesiklik olsaydı, hâdiseler arasında devamlılık kalmaz ve biz bunlar arasında bir sebep-netice münasebeti bulamazdık.

Kültür ve medeniyet hakkında eski ve yeni tâbirleri sosyal ilimlerde de kullanılır. Eski bir kültür bugünkü kültürümüzün daha önceki zamanlarda kullanılan formlarını ifade eder. Bu eski unsurlar bize gelinceye kadar birçok değişikliklere uğramıştır; aynen kullanıldıkları takdirde şimdiki hayatımızın ihtiyaçlarına cevap veremezler, ancak ilim adamına ve sanatkâra yeni yaratmalar için birer ilham kaynağı teşkil ederler. Yeni kültür ise yaşadığımız devrin kültürüdür. Zaman ilerledikçe şüphesiz bu yeni kültür de birtakım istihalelere uğrayacak ve şimdi kullandığımız şekli artık eski sayılacaktır. Bugünkü batı dünyasının gelenekçi kültürlerinde eski formlardan bugünkülere nasıl ve ne kadar zaman içinde geçildiği kolayca takip edilebilir. Ancak, batı memleketleri dışında batı medeniyetine katılmaya çalışan ülkelerde farklı bir duruma rastlıyoruz ki, burada “yeni” kavramının ikinci manâsı karşımıza çıkıyor.

Batılılaşan ülkelerde yeni kültür, geleneği olmayan kültür manâsına geliyor. Geleneksiz bir kültürün olamayacağını biraz önce söylemiştik. Hakikatte bu yeni kültürün de çok sağlam bir geleneği vardır, ama bu gelenek onu iktibas etmeye çalışan milletlerde değil, batılılardadır. Şu halde bu memleketlerde batılılaşmanın başlangıcı kültür tarihi bakımından tam sıfır olmasa bile sıfıra yakın bir gelişme noktası teşkil etmektedir. Buralarda batıdan alman eski kültür geleneksel gücünü kaybetmiş ve dolayısiyle millî kültürün yerine sun’î bir ikame olarak konmuştur; kendisini besleyen hayat damarlarından ayrıldığı için, ya yeni muhitine uymak gayretiyle dejenere olur, yahut burnundan beslenen hastalar gibi bitki hayatı yaşar. Batı ile boy ölçüşecek sınaî ve askerî güce erişen Rusya başta olmak üzere, batılılaşan bütün memleketlerde bu türlü bir kültür yozlaşması görülüyor. Bugünkü Rusya’nın kültür bakımından yegâne varlığı, siyasî sebeplerle muhafaza edilen eski bale sanatı ve bir de eski edebiyat geleneğini gizlice devam ettiren üç-beş yazardan ibarettir. Batılılaşan Arap memleketleri, Hindistan, Pakistan, Uzakdoğu ve Afrika ülkeleri birer şahsiyetsizlik örneği halinde yaşayıp gidiyorlar. Bunlar arasında Türkiye gerek çok köklü ve kuvvetli bir eski kültüre sahip olması ve gerekse demokratik bir rejimle idare edilmesi bakımından şahsiyetsizlik tehlikesini daha kolay atlatır gibi görünmektedir. Mamafih Türkiye’de de millî kültürle ilgili faaliyetler, tıpkı batılılaşma hareketlerinde olduğu gibi, sun’îlikten kurtulmuş değildir. Bayramlarda mehteri görmekten memnun oluyoruz, hattâ bazılarımız sırf mehteri dinlemek için bayrama gidiyor; devlet büyüklerimizin Malazgirt zaferini kutlaması hepimizin hoşuna gidiyor; okullarımızda çocuklara halk oyunları öğretiyor ve onlara gösteriler yaptırıyoruz: Konya’daki Mevlâna törenlerine katılabilmek için uzak vilâyetlerden koşup geliyoruz; komünistler anarşi çıkardıkları zaman gençlerimize Türk milletinin tarihî meziyetlerinden ve geleneklerinden bahsediyoruz; Millî Eğitim Bakanlığı öğretmen okullarına tamim göndererek öğrencilere millî şuur verecek vesilelerin bilhassa ve dikkatle kullanılmasını istiyor; bazı solcular bile millî şahsiyet dâvası güdüyorlar. Bütün bunların manâsı nedir? Yeni Türk nesilleri acaba “Kökü mâzide olan bir âti” kuracakları ümidini mi veriyorlar?

Yukarıda örnek verdiğimiz millî kültür görevleri hakikatte arkeoloji müzesinde bir Roma lâhdi seyretmekten veya bir Amerikalının Sultan Ahmet Camiini gezmesinden pek farklı değildir. Türk kültürü bizim nesillerimiz için bir müzelik eşya haline gelmiştir. Bugün bir Türk’ün kafasında Üçüncü Ahmet Çeşmesi’nin Paris’teki Zafer Takı’ndan daha fazla manâsı yoktur. Bir Amerikalı turist gibi biz de bu çeşmenin karşısında “çok güzel” demekten başka birşey söyleyemiyoruz ve bu “güzel” sıfatının dayanağı olabilecek bütün değerlendirmelerden mahrum bulunuyoruz. Yahya Kemal Itrî’den bahsederken manâlı şeyler söylüyordu; biz bugün Itrî’yi överken boş lâf ediyoruz, çünkü onu duymak ve anlamaktan çok uzağız. Yeni nesillere eski kültür eserlerini okutmak için bunları şimdiki dile çeviriyoruz, ama bu eserlerin dili değişince temsil ettikleri kültür de büyük ölçüde kayboluyor, geriye çok defa hikâye kalıyor. Eser sadeleştirmesi müzelerde turist rehberliği yapmak gibidir; bazan da bir kültür veya medeniyet eserini turistin kendi diline ait kavramlara tercüme ederiz ve tercümeyi dinleyenlerin kafası evvelkinden daha çok aydınlanmış olmaz. Biz bu türlü bir ilginin yapmacıklığını halk kültürü sahasında da farketmiyoruz. Lise ve orta mekteplerimizde folklor ekiplerinin kurulması gençleri yerli kültüre iştirak ettirme manâsı taşımıyor. Aynı okullarda folklor ekibi yerine caz takımları kurulsaydı -nitekim bunlar da var- kim yadırgayacaktı? Dilini, tavrını, kıyafetini ve müziğini anlamadığımız mehter, bayramlarda müzeden çıkarılarak teşhir edilen bir eşyadan başka nedir? Mehterin bizim hayatımızda bayram eğlencesi dışında bir yeri olsaydı, onu kültürümüzün bir parçası sayabilirdik. Ne dilimizin, ne yürüyüşümüzün, ne müzik zevkimizin mehterle bir ilgisi var. Nihayet şatafatlı anma günleri de birer mezar ziyaretinden ibaret kalıyor; teşrifat kaidesi haline gelmiş ziyaretlerde ölü ile ziyaretçi arasında bir his münasebeti aranır mı?

Bunları söylemekle, kültürümüze gösterilen ilginin müze gezmekten başka saiki yoktur demek istemiyoruz. Fakat hangi saikle olursa olsun, bu ilginin Türk millî kültürü bakımından bir kıymeti olduğunu söyleyemeyiz. Belki birçoğumuz millî duygularımızın kuvveti yüzünden Türk tarihini çok seviyor, bir kısmımız yeni olan şeylerden nefret ettiği için eski güzelliklerle tatmin olmaya çalışıyor, bazılarımız da bu hareketleri millî kültürün dirilişi gibi görüyor. Diğer taraftan münevverlerimizin pek çoğu da bizim millî dediğimiz şeyleri çökmüş bir medeniyetin enkazı halinde görüyor ve batıdan alınan kültür eserleriyle tatmin oluyor. Münevverlerimizde rastlanan bu iki zıd tavır bizim kültür değişmesi hareketlerinde yaptığımız fecî bir hatânın eseri olarak ortaya çıkmaktadır ki, bu hatâ sadece Türkiye’de değil, batılılaşan bütün memleketlerde işlenmektedir. Yüzyılımızın başında yaşamış bazı mütefekkirlere göre “yeni doğan” memleketler kuvvetli bir kültürün gelişmesi için en müsait yerlerdi, çünkü bunlar eski kültürlerin kolayca sökülüp atılamayan kusurlarından uzak kalacaklar ve taze bir güçle işe başlayacaklardı. İlim dünyasında çoktandır iflâs etmiş olan bu düşünce en çok “yeni doğan” memleketler tarafından benimsendi. Yeni denilen ülkeler uzun yıllar batının maddî gücü altında ezilmiş ve batı ayarında bir kuvvet kazanmayı kendilerine en büyük gaye edinmiş memleketlerdir. Buralarda millî kudret esas itibariyle maddî kültürle alâkalı sahalara teksif edilir, hattâ bu türlü bir politika çok defa devletin resmî ideolojisi haline getirilir. Dikkat edilirse, şimdi komünistlerin Üçüncü Dünya dedikleri yerlerde materyalist bir dünya görüşü hâkim bulunmaktadır. Hükümet adamlarının konuşmalarında sadece fabrikalardan, ithalât ve ihracattan, inşaattan, toprak dağıtımından bahsedilir. Eğitim müesseseleri de İktisadî kalkınma teorisinin kavramlarına göre değerlendirilir. Sanat ve edebiyat gibi manevî kültür faaliyetleri âdeta fertlerin boş zamanlarını geçirmek için yaptıkları şeylerdir. İlimler bile teknikle olan bağlantıları nisbetinde ilgi görür. Bazan devlet, Rusya’da olduğu gibi, sanat ve edebiyatı İktisadî kalkınmanın bir vasıtası olarak kullanmak ister ve kültür hayatı sadece traktörün faziletinden bahseden şiirlere veya kolhoz hayatını öven romanlara inhisar eder. Sömürgecilikten kurtulan memleketlerde eski efendilerin yaptığı zulümleri ve milletin bunlardan kurtulmak için verdiği mücadeleyi anlatan eserler teşvik görmüştür, fakat her iki halde de kuvvetli geleneği olan hakiki bir kültür yerine sadece partizanlık bahis konusudur. Aradan uzun yıllar geçip de “yenilik” hevesi eski ateşini kaybetmeye başladığı zaman kültür açlığı iyiden iyiye hissedilir. İşte kültür unsurları uzun yılların maksatlı tahribat veya sırf ihmali yüzünden hakikaten “eski” olmuşlar ve milletin yeni hayatiyle ilgilerini büyük ölçüde kaybetmişlerdir.

Biz bugün askerî müzik olarak İkinci Mahmud devrinde kaldırılan mehteri aynen alıyor ve Avrupa bandosundan daha çok benimsiyorsak bu demektir ki, aradan geçen yüzelli yıl içinde askerî müziğimizde zerre kadar gelişme olmamıştır. Tarihten bildiğimize göre, ilk Osmanlı sultanlarının kapıları önünde çalınan mehterle, meselâ on yedinci yüzyıl mehteri arasında büyük fark vardır, bu da sırf kültürün devamlılığı sayesinde olmuştur. Bizim şimdi seyrettiğimiz halk oyunları da muhakkak ki yüzyıl evvel ne ise odur. Halbuki bizim neslimiz ne yüzelli yıl öncesinde yaşamaktadır, ne o devri anlayacak en ufak bir bilgiye sahiptir, ne de halkın yarattığı kültür kıymetlerini takdir edecek bir eğitim görmektedir. Millî kültürümüzün şimdi ortaya çıkarılan eserlerine müze eşyası derken bunu kasdediyoruz. Dışardan bakılırsa, devrimciler bile bizim binlerce yıllık bir millet olduğumuza inanmamaktadırlar, fakat kültür bakımından yüzyıl evvelki Türk ile bugünkü arasında bir devamlılık veya benzerlik görebilmek için insanın muhayyilesini çok zorlaması gerekir. Eğer bizim eskilerle olan kültür bağlantımızda büyük ve fecî bir kopukluk olmasaydı, bugün eski-yeni kavgası diye manâsız bir çatışma da olmayacaktı. Şimdi münevverlerimizin bir kısmı millî kültür eseri olarak ister-istemez mazide kalmış ve canlılığını yitirmiş şeyleri benimserken, büyük bir kısmı da yaşadıkları hayata daha uygun olmak üzere ya müzelik değeri bile olmayan âdi şeylerle kendilerini avutuyorlar, yahut Avrupa’dan getirerek dejenere ettikleri fidanlardan meyve toplamayı umuyorlar. Yerli kültürün muhtevası Avrupa modellerine uymaz; olsa olsa kendimize ait olmayan bir kültürden, yani Türk halk kültüründen hırsızlık yaparak birşeyler çıkarabilir ki, bu da son yıllarda pek çok görüldüğü gibi halk melodilerini zenci darbukası âhengine uydurup yahudi şîvesiyle türkü okumaktan ibaret kalır.

Millî kültüre gösterilen alâka yapmacık ve rastgele de olsa, yine ümit verici bir değişmenin başlangıcına işaret ediyor. Kesif bir Avrupalılık atmosferi içinde yetişen yeni nesiller millî kültürün şuuruna varmasa bile onu kendi milletlerinin eseri olarak görmekte, bazan da yabancı kültürlere karşı müdafaa etmektedirler. Bu gençlerin hattâ orta yaşlıların yerli kültürü tamamen hor görmesi ve bir an evvel ortadan kaldırmak için çalışması kadar tabiî birşey olamazdı, çünkü bizim eğitim sistemimiz onlara bunu telkin edecek bir zihniyete dayanmaktadır. Batının içeriden ve dışarıdan bütün gücüyle yaptığı hücumlara rağmen Türklerin hâlâ millî bir hüviyet kazanmak veya hüviyetlerini muhafaza etmek için uğraşmaları, bir taraftan geleneksel Türk kültürünün büyük gücünü, bir taraftan da Türkiye’nin yeniden bir hamle yapmak için bazı sağlam dayanaklara sahip bulunduğunu gösteriyor. Bu kültürün kudretini görmek isteyenler ona en zıt cephede bulunan marksistlere baksınlar. Dünün bolşevik yoldaşlarından biri, ölüm tehlikesi karşısında “Alnımıza yazılan ne ise o olur” diyordu; bugün de aramızda kadınlarının hafifmeşrepliğini hoş görmeyen, eski devletimizin eşsizliğine inanan, Topkapı Sarayındaki Mukaddes Emanetler Dairesi önünde huşû ile titreyen, hattâ hem müslüman, hem de komünist olmanın imkânlarını araştıran marksistler var.

Türk münevveri bugün kendine bir hüviyet aramaktadır ve bu arama içinde karşılaştığı en kuvvetli alternatif de Türk millî kültürüdür. Şimdi karanlıkta el yordamıyla yakaladığı bazı ipuçlarının hakiki kıymetini anlayabilmesi ve parçaları bir bütün haline getirebilmesi için ona ışık tutmak gerekiyor. Bu ışık milliyetçi bir eğitim politikasıyla verilebilir. Türk münevveri yüzyıl önceki Türkçeyi kullanmayacak, ama bin yıl önceki Türkçe metinleri bile anlayacak; yeni harfleri kullanacak, ama üniversite kapısı önündeki kitabeyi görünce alık-alık bakmayacak, demokrat olacak ama atalarının siyasî ve idarî dehâsından faydalanmasını bilecek; bir Osmanlı Türk’ü gibi ayakları yerde, başı dik, gönlü geniş, kalbi metin olacak, hiçbir zaman basitliğe düşmeyecek. Ve nihayet, milletinin büyüklüğünü anladığı zaman artık fuzulî kurtarıcılık ve akıl hocalığı yapmaktan vazgeçecek.

KAYNAK: TÖRE, AĞUSTOS 1972, 15:7-10