Milliyetçiler Arasında
Birlik Meselesi
Doç. Dr. Erol GÜNGÖR
TÖRE-Mayıs 1975, 48:21-27
Memleketimizde son siyasî hadiseler ve bunların doğurduğu bir siyasî ittifak dolayısiyle eski bir mesele yeniden münakaşa konusu haline gelmiş bulunmaktadır: Milliyetçilerin birleşmesi. Bu makalenin yazıldığı günlerde “sağda bulunan partiler” ve dolayısiyle onlara bağlı bulunan kitle böyle bir birleşmenin hiç değilse bir tarafını gerçekleştirmiş durumdadır. Fakat Türk milliyetçiliği hareketi içinde bugüne kadar ortaya çıkmış bulunan hizip hareketlerinin ortadan kalkması ve bilhassa milliyetçi fikir adamlarının ortak bir çalışma programı üzerinde birleşmeleri çok daha başka şartların gerçekleştirilmesine bağlıdır. Bu şartların neler olduğunu tesbit edebilmek için önce ayrılık ve birlik kavramlarının ne mânâya geldiği üzerinde durmak, sonra da halen içinde bulunduğumuz durumu incelemek istiyoruz.
Türkiye’de milliyetçilik hareketlerinin tarihi çok eskilere götürülebilir, fakat milliyetçiliğin modern bir millet olma yolunda rehber teşkil edecek bir fikir ve inanç sistemi olarak ortaya çıkması Ziya Gökalp’la başlar. Bu bakımdan milliyetçiliğimizin 60 yıllık bir tarihi vardır. Gökalp hayatta iken onun büyük otoritesi milliyetçileri kendi etrafında tutmaya ve böylece birleşik bir hareket yaratmaya yetiyordu. Onun zamanında milliyetçiliğin meseleleri de münevverlerimizi birbirinden fazla uzaklaştıracak kadar kompleks değildi. Üstelik Gökalp’in meseleleri ana hatlarıyla ele alması ve çok geniş bir program çizmesi yüzünden bu genel çerçevede tenkid edilecek şeyler bulmak hemen hemen imkânsızdı. Neticede “Türkçülüğün Esasları” bütün milliyetçi aydınlar gibi cumhuriyet inkılâpçılarının da temel kitabı oldu. Fakat daha sonraki yıllarda problemler oldukça değişmiş, Gökalp’ın verdiği perspektif aynı kalmakla beraber bu geniş perspektif içinde hususi meselelerin çözümü fikir ayrılıklarının doğuşuna yol açmıştı. O devirde iktidarda bulunan cumhuriyetçilerle CHP’ye muhalefet eden milliyetçi aydınlar arasındaki anlaşmazlık her iki grubun milliyetçiliği değişik şekillerde yorumlamalarından ve uygulamalarından ileri geliyordu. Bu yorum farklı inkılâpçıları şoven bir milliyetçilikten otarşi ve despotizme kadar götürmüş. CHP dışında kalan milliyetçileri ise başlıca iki görüş etrafında toplamıştır: Anadoluculuk ve Türkçülük. Buradaki Türkçülük tabiri öbür milliyetçilerin Türkçü olmadıkları şeklinde tefsir edilmemelidir. Türkçülük, Ziya Gökalp’in bu adla ortaya attığı milliyetçilik görüşünden çok sonra daha ziyade Rıza Nur’un şahsi ve fikirleri etrafında kümeleşen bir grubun yürüttüğü harekete verilen addır. Bunlar CHP’nin millî şeflik idaresi devrinde “ırkçı – Turancı” diye de isimlendirilmiş ve bu yüzden büyük ızdıraplar çekmişlerdir. Türkçüler aslında Gökalp’in çizgisi içinde bulunmakla beraber gerek şahsiyetlerindeki orijinallik ve gerekse siyasî iktidarın tutturduğu kozmopolit istikamet dolayısiyle Gökalp’tan daha radikal, daha sert bir tavır takınmışlardı. Hareketin başında görünen Dr. Rıza Nur’un cumhuriyet inkılâpçılarıyla olan siyasî geçimsizliği Türkçülerle inkılâpçıları adeta düşman kamplara ayırdı. Gökalp’in hep iktidarlarla işbirliği yaparak yürüttüğü milliyetçilik politikası Türkçülerin elinde inkılâpçı iktidara karşı bir mücadele vasıtası haline geldi. Bu mücadelenin sonu inkılâpçıların devlet gücünü kullanarak Türkçüleri ezmesiyle bitti; fakat Türkçüler bütün kötü şartlara rağmen ayakta kalmayı ve şeflik rejiminin yıkılmasında öbür demokratik güçlerle işbirliği yapmayı başardılar.
Konumuz milliyetçiler arasındaki ayrılmalar ve birleşmeler olduğu için, burada Türkçülüğün tahlilini yapmak yerine Türkçülerle öbür milliyetçilerin münasebetlerini inceleyeceğiz. Türkçülerle Anadolucuları milliyetçilik anlayışı bakımından ayıran noktalar nelerdi? Her iki cereyan da kaynağını yine Gökalp’tan alıyordu, ama iki taraf hem fikir, hem de aksiyon bakımından farklı görüşlere sahipti. Türkçüler de, Anadolucular da CHP inkılâpçılarının Türk tarihini ve dolayısiyle Türk milletini hem tarih öncesi çağlara kadar götürüp hem de Cumhuriyet ile birlikte ortaya çıkmış gibi göstermelerindeki garabete şiddetle karşı çıkıyorlar, tarihimizin ve milletimizin devamlılığı fikri üzerinde duruyorlardı. Bu münakaşa ilk bakışta pek akademik görünmekle beraber, millî politikamızın alacağı istikamet bakımından son derece önemliydi. Herşeyden önce, inkılâpçılar Türk milletini İslâm medeniyeti dairesinden çıkarmak ve Batı’ya bağlamak maksadıyla tezatlarla dolu bir tarih tezi ortaya atmışlar, Türklerin müslüman olmalarıyla Cumhuriyetin kuruluşuna kadar olan devreyi karanlık bir fetret devri halinde göstermeye çalışmışlardı. Bu tez, Türk milliyetçiliğinin dayandırılacağı temeller bakımından büyük güçlükler getiriyordu. Türkçülerle Anadolucular inkılâpçı tarih tezine farklı noktalardan hücum ettiler. Dr. Rıza Nur Türklerin İslâmiyet devresini Batı medeniyeti adına değil de sırf Arap ve Acemlerin Türkleri millî şuurdan ve birlikten uzaklaştırdıkları iddiasıyla reddediyordu. Nitekim yazmış olduğu Türk tarihinde Orta Asya’da müslümanlığın yayılmasını “Arap emperyalizminin yayılması” olarak gösterir. Gerçi Rıza Nur hayatının daha sonraki yıllarında İslâmiyetin Türk milliyetçiliğinde temel noktalardan biri olduğunu, hattâ Türk milletinin İslâm dünyası ile olan münasebetini devam ettirecek müesseselere dokunmanın doğru olmayacağını kabul etmiştir, ama Türkçüler esas itibariyle İslâm medeniyetinin Türkleri millî hasletlerinden uzaklaştırdığı noktasında birleşmişlerdir. Türkçüler bu noktada inkılâpçılarla ayni fikirde idiler, yani İslâm’dan önceki Türk tarihinin araştırılmasını ve millî tarihimizin oralara bağlanmasını istiyorlardı. Fakat Türkçüler inkılâpçılar gibi Avrupacı olmadıkları için, yeni Türkiye’nin kültür temelleri atılırken Batı’dan ziyade eski Türk kültürünün esas alınmasını tercih ediyorlardı.
Anadolucular o günün şartlarında daha realist ve Gökalp’a daha yakın bir tez etrafında birleştiler. Onlara göre Oğuz Türkleri Anadolu’ya yerleştikten sonra orayı kendilerine vatan edinmişler ve şimdiki topraklarımız üzerinde bir ‘müslüman’ Türk milleti ve devleti meydana getirmişlerdi. Biz Türkiye dışında ve bilhassa eski anayurdumuzda kalan Türklerle elbette akraba idik, ama buradaki bin yıllık hayatımız içinde kendimize mahsus bir “millî hafıza”mız teşekkül etmişti. Şu halde Türk milleti denince esas itibariyle bugünkü topraklarımızda yaşayan insanlar akla gelmeliydi. Böylece Anadolucular ırk esasına dayanan bir millet anlayışını tamamen reddettikleri gibi, Turancılığı da bir hedef olarak düşünmüyorlardı. İşte çok partili demokrasi devrine ve dolayısiyle fikir hürriyetine kavuştuğumuz zaman Türkiye’de milliyetçiliğin manzarası buydu. Bir noktayı daha belirtmekte fayda görüyoruz. Türkçüler, CHP iktidarına karşı radikal bir muhalefet yaptıkları halde Anadoluculardan bir kısmı başka bir siyasî parti bulunmadığı için CHP’ye girmişler ve orada milliyetçiliğin en önemli hedeflerinden biri olan demokrasiyi yerleştirmek istikametinde büyük gayretler göstermişlerdir. Denebilir ki, CHP’nin demokrasiye geçiş hareketine kolaylık göstermesinde en önemli iç amillerden biri de parti içindeki Anadolucu milliyetçiler olmuştur,
1950’den itibaren başlayan süratli sosyal ve iktisadî değişmelerle birlikte fikir ve ideoloji hareketleri de arttı. Bilhassa cemiyetler kanununun değişmesi neticesinde kolaylıkla ve süratle ortaya çıkan derneklerden pek çoğu milliyetçi gençlerin kurduğu derneklerdi. Anadoluculuk hareketinin mensupları çoğunlukla hayatta olmakla beraber Anadoluculuk cereyanı bir fikir hareketi olarak tarihe karışmıştı. Gençlik grupları daha çok Türkçülerin neşriyatıyla besleniyor, fakat Türkçü liderlerin milliyetçiliği yaygınlaştırmaktan ziyade ona kapalı bir klüp havası vermeleri yüzünden milliyetçi hareket çok dar bir çerçevede kalıyordu. Türkçüler saflarını genişlettikçe düşünce ve ideallerindeki saflığın bozulacağını düşünüyorlardı ve bunda haklıydılar. Fakat Türk milletinin bütününün meseleleriyle uğraşacak ve onun bütününe hitap edecek bir hareketin hem yayılması, hem de kendini yenilemesi ve muhteva itibariyle zenginleşmesi gerekirdi. Bu noktada gençlik grupları Anadoluculuktan kalan boşluğu başka yollarla doldurmayı denediler ve milliyetçilik ister istemez sağdaki bütün grupları içine alacak şekilde genişledi. Eskiler kendilerini bir bakıma tüketmişlerdi, vaktiyle varmış oldukları fikirler de onları tatmin ediyordu. Yeni bir dünyanın çocukları olan ve yeni meselelerle karşılaşan gençler kendilerini tatmin edecek bir sistem ve bir şahsiyet bulamadıkları için, ayrı ayrı faydalandıkları ve bağlılık gösterdikleri fikir liderlerini bir araya getirebildikleri takdirde milliyetçi hizipleri de toparlıyabileceklerini düşündüler. Böylece 1950 – 1960 devresi milletin teşekkülünde İslâmî kıymetlere ağırlık verenlerle Türkçüleri birleştirme çabaları içinde geçti. Bu devrin milliyetçi liderleri gençliğe yol göstermemişler, fakat gençlik onları kendilerine rehber olmaya itmiştir. Milliyetçi liderler kendilerine genç kitleler bulamamışlar, gençler kendilerine milliyetçi liderler bulmuşlardır. Bu da milliyetçi hareketin şahıslara bağlı değil, köklü bir sosyal hareket olduğuna başka bir delil teşkil eder.
Milliyetçilerin birleşmesinden ne anlaşılıyordu ve bu birleşme niçin lüzumlu görülüyordu? Herşeyden evvel, inkılapçılık cereyanı memleketin meselelerini çözmekte başarısız kalmış ve bu cereyanı temsil eden siyasî kadro millet tarafından tasfiye edilmişti. İnkılâpçılar yavaş yavaş kendileri için mukadder olan istikamete, yani sola doğru kayarlarken bunların karşısında millî kültürün müdafaasını yapanlar yeni Türkiye için milliyetçi bir görüş bulmak zorundaydılar. Bu yolda atılacak ilk ve en büyük adım, Türk milletinin kültür kıymetlerini ortaya çıkarmak ve onlar etrafında bir millî birlik kurmaktı. İnkılâpçılar Türk milletini tanımaktan ziyade onu ideal edindikleri bir kalıba sokmakla uğraşmışlardı. Milliyetçiler bunun tam tersine bir yol tutturdular ve millet hangi kalıbı almak istiyorsa ona bu istikamette yardımcı olmayı prensip edindiler. Millete döndükleri zaman onda şu iki ana hususiyeti gördüler: Bir defa İslâm dini bizim milliyetçiliğimizin en mühim bir unsuruydu ve onun ihmal edilmesi için hiçbir ciddi sebep de mevcut değildi. Diğer taraftan, bizi başka müslüman cemiyetlerden ayıran pek çok hususiyetlerimiz vardı ki bunlar da bizim ayrı bir millet halinde teşekkül edişimizden, yani Türk olmamızdan ileri geliyordu. Şu halde Türklük ve müslümanlık birbirinden ayrı şeyler olarak düşünülemezdi. Yapılacak iş, bu unsurlardan birine bilhassa önem vererek diğerini ihmal eden milliyetçi liderleri bu noktada birleşmeye davet etmekti. Gençlerin teşebbüsüyle yapılan müzakere ve münakaşalar hemen hemen hiçbir fayda getirmedi, ama bu arada liderlerin oldukça dışında realist, birleştirici bir milliyetçilik hareketi yürüyüp gidiyordu. Türk Gençlik Teşkilâtı, Türk Kültür Ocağı, Türk Milliyetçiler Derneği ve nihayet Milliyetçiler Derneği hep bu liderlerle beraber, fakat onlara rağmen kuruldu ve çalıştı.
1950 – 1960 arasında milliyetçilik tamamen bir kültür hareketi idi, siyasî bir tarafı yoktu. Bu yüzden milliyetçilerin birleşmesi denince sadece çeşitli şahsiyetler etrafında toplanan grupların bir büyük kültür cemiyeti halinde toplanması, liderlerin birbiri’ aleyhinde bulunmasının önlenmesi ve Türk milliyetçileri için ortak prensiplerin tesbit edilmesi ve bu noktalarda birleşmesi akla geliyordu. Fakat böyle bir birleşme için herhangi itici bir güç, hattâ bir zaruret yoktu. Hangi hedefin elde edilmesi için birleşilecekti? Mesele tamamen akademik seviyede kaldığı ölçüde bu ayrılıklardan kurtulmak imkânsızdı. Milliyetçiler bir siyasî güç haline gelmeyi düşünmemişler, düşünenler ise o güne kadar hep hayâl kırıklığına uğramışlardı. Memleketin dertlerine çare bulmak üzere bir fikir ve inanç sistemi arayanların politikadan kaçmaları ayrıca üzerinde durulmaya değer bir meseledir. Fakat Demokrat Parti’nin hiç değilse ilk beş-altı yıllık iktidarı devresinde milliyetçiliğin siyasî bir karakter kazanması pek düşünülemezdi, bu yüzden meseleyi sadece milliyetçilerin kararsızlık ve çekingenliğine bağlamak doğru olmaz. Milliyetçilik bir çeşit ideoloji hareketidir, ideoloji hareketleri ise asgari geçim seviyesinin üstüne çıkmamış bir memlekette kuvvet kazanamaz. Bu yüzdendir ki, Cumhuriyetin ilk yıllarından 1960’a kadar cemiyetin her sektöründe milliyetçi şahsiyetlere, hatta üye ve idareci çoğunluğu milliyetçi olan partilere rastladığımız halde milliyetçiliği bayrak yapan, onu temel prensip olarak ileri süren hiçbir organizasyon görmedik. Aynı şeyi sol hareket için de söylemek mümkündür. Ancak çok partili devrin getirdiği kalkınmadan sonradır ki, milliyetçilik bir siyasî hareket haline gelmiş ve bu hüviyetiyle kitlelere hitab edebilmiştir. Parlamentomuzun bugünkü terkibine bakarak geçen devrelerle bir kıyaslama yapılırsa vaktiyle niçin birleşilemediği ve niçin milliyetçiliğin Türk politikasına hâkim olamadığı daha iyi anlaşılabilir. Bugün sağdaki siyasî partiler Milliyetçi Partiler Topluluğu adı altında bir güçbirliği kurmuşlar, üstelik memleketin en kalabalık siyasî partisi olan AP bu hareketin içinde yer almıştır. İnkılâp yıllarının geleneğini yakın zamana kadar yaşatan Cumhuriyet Halk Partisi ise resmen solcu bir hüviyet kazanmış bulunuyor. Bütün bu değişmeler bir taraftan Türkiye’nin fikir partilerini besleyecek bir kalkınma seviyesine eriştiği, bir taraftan da kalkınmasını henüz belirli ve istikrarlı bir istikâmete sokamadığını gösterir. Önümüzdeki yıllar, Türkiye’deki kalkınma potansiyelinin hangi kanallarda harekete geçirilmesi gerektiği üzerinde oldukça sert siyasî çekişmelere sahne olacaktır.
Milliyetçilerin vaktiyle hiçbir pratik neticesi olmayan noktalarda sonu gelmez münakaşalara girişirken bugün bir birleşmenin içine girmiş olmalarındaki başlıca amil, birleşmeyi gerektiren başlıca hedeflerin teşekkül etmesi ve problemlerin değişmesidir. Türkiye artık küçük bir Balkan devleti değildir, onun dünyada alacağı yer bütün milleti ilgilendiren büyük bir karar konusu haline gelmiştir. Türkiye yıllar geçtikçe daha büyük bir insan gücü potansiyeline sahip olmaktadır. Türkiye etrafında bulunan devletlerden -Rusya hariç- daha zengin değildir ama onların hepsinden daha kuvvetli, daha ileridedir. Onun bu gücü Amerika, Rusya veya Avrupa Birliği menfaatları istikametinde kullanılabileceği gibi, bizzat Türkiye’yi hatırı sayılır bir lider yapmak üzere de kullanılabilir. İşte memleketimizin kaderini tayin etmek üzere ortaya çıkan siyasî güçlerden biri olan milliyetçi hareket Türkiye’ye dış kuvvetlerin direkt tesir sahası dışında yeni bir hüviyet kazandırmak üzere doğmuş olup, için de bulunduğumuz hal ve şartların zaruri bir neticesi halinde gelişmiştir. Onun karşısında daha çok Avrupa Birliği ile entegre olmak isteyen sosyal demokrat CHP, ve küçük çapta çeşitli Rus veya Çin temayüllü kuruluşlar bulunuyor.
Milliyetçiler bugün sadece geçici bir siyasî ittifak içine girmişlerdir ve onları birleştiren şartlar tam bir bütünleşmeye yol açacak kadar kuvvetli değildir. Milliyetçi cephe ittifakının bu geçici ve şeklî durumuna bakanlar birleşmenin henüz zayıf olduğunu, daha kuvvetli ve devamlı bağlar kurmak gerektiğini söylemektedirler. Bizim kanaatımızca bu istek realist değildir ve gerçekleştirilse bile bir fayda getirmez. Şimdi bu iddiamızın fikrî ve sosyal sebeplerini açıklamaya çalışalım.
Milliyetçilik bir doktrin veya dogmatik bir sistem değildir. Milliyetçilerin fikir planında yekpare bir bütün teşkil etmesi onu yeni yeni problemler karşısında sahip bulunması gereken esneklikten mahrum edebilir. Daha fenası, dogmatik bir sistem içinde ortaya çıkan ayrılıklar esnek ve hürriyetçi bir sistemde görülen ihtilaflardan çok daha şiddetli çatışmalara ve böylece birleşme uğrunda kesin bölünmelere yol açacaktır. Batının hürriyetçi demokrasileriyle komünist blok ülkelerinde ihtilafların nasıl çözüldüğüne dikkat edersek bu nokta daha iyi aydınlanmış olur. Yeni durumlara intibak edebilecek bir genişliğe ve esnekliğe sahip bulunan sistemlerde görüş ve menfaat ayrılıklarının temel çözüm yolu uzlaşma, monolitik doktriner sistemlerde ise ihtilaflardan kurtulmanın tipik şekli bir tarafın öbürünü hem şahıs hem de fikir olarak mahkûm etmesi veya kökten ortadan kaldırmasıdır. İki tarafta görülen bu çözüm şekilleri sistemlerin mahiyetinden ileri gelmektedir, yoksa şahısların sertliğinden ve ya yumuşaklığından değil. Bir sistemin unsurlarını ne kadar sıkı sıkıya, birbirinden ayrılmaz bir bütün halinde birleştirirseniz, parçalardan birinin aksaması sistemin bütününü o kadar büyük bir ölçüde sarsacaktır. Bu yüzden tek partili ve tek sistemli rejimler hiçbir zaman “surda bir gedik” açılmasına göz yummaz ve bir taraftaki değişmenin sistemi bütün olarak değiştirmesinden korktukları için hiçbir muhalefete, hiçbir fikir ayrılığına imkân vermezler. Şu halde milliyetçiliği bütün teferruatiyle nizamlara bağlanmış yekpare bir sistem haline getirmek onun temel prensiplerine aykırı olacaktır. Milliyetçilik halka dayanan bir hareket olduğu için millî iradeye azami serbestlik tanımak, yani demokratik olmak zorundadır. Fikir hürriyetine imkân vermeyen bir milliyetçilik düşünülemez. Milliyetçi görüşün nüanslarını temsil eden grupların veya şahısların bulunması hareketin zaafını değil, gücünü gösterir.
Bütün milliyetçilerin birleşmesi mümkün olsa bile bu birleşmenin aynı ölçüde devam etmesi sosyal hayatın tabiatına aykırıdır. Sadece milliyetçiler değil, başka herhangi bir ideolojinin sahipleri de devamlı birlik teşkil edemezler. Bir tek vücut halinde hareket etmek ve hiçbir bölünmeye yol açmamak sadece küçük grupların yapabileceği bir iştir. Bir hareket kadrosunu genişlettiği ölçüde hizipleşme ihtimali, yani birtakım alt-grupların meydana gelmesi ihtimali de o nisbette artar. Bu alt-gruplar bazan büyük grubun içinde kalabileceği gibi bazan da ondan ayrılacak kadar farklılaşır. Burada hizipleşmelerin nasıl teşekkül ettiğine dair teknik teferruata girişmeyeceğiz, fakat şurası muhakkaktır ki çok büyük grupların mütecanis bir kitle halinde kalmaları hem teorik olarak hem de maddeten imkânsızdır.
Buraya kadar söylediklerimiz birleş menin aleyhindeki şartları ve delilleri ihtiva ediyor. Fakat bütün bu aleyhte deliller birleşme kavramından çıkarılan mânâya göre bir değer kazanacaktır. Her şeyi bütün teferruatıyla nizamlayan yekpare bir fikir ve aksiyon sistemi bahis konusu olduğu takdirde milliyetçilerin birleşmesine ne imkân vardır, ne de bu birleşmeden bir fayda umulabilir. Ama milliyetçilerin bir başka manada birleşmesi pekâlâ mümkündür. Nitekim memleketimizdeki son siyasî gelişmeler bunun bir örneğini ortaya çıkarmıştır. Bugün milliyetçilik üzerinde ne kadar münakaşa edilirse edilsin, üzerinde ittifak edilen ana noktalar belli olmuş durumdadır. Herşeyden önce, Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütün olduğu bütün milliyetçilerin temel prensibidir. Bu bakımdan onlar millet kavramı yerine halk ve halklardan bahseden sosyalistlerden ayrılmaktadırlar ve onlar karşısında birleşik bir kitle teşkil etmeleri son derece tabiidir. Ülke ve milletin bölünmezliği prensibi her türlü mezhep ve bölge ayrılıklarını da reddettiği için, bu türlü ayrılıkları siyasî menfaat için basamak yapmak isteyenlerin karşısında milliyetçiler yine birleşecek, birleştirici olacaklardır. Milliyetimizin İslâm dini dışında düşünülemeyeceği fikri yine milliyetçileri birleştiren bir prensiptir. İslâmiyet millî kültürümüz için de mütalâa edildiği için burada lâiklik prensibine aykırılık diye birşey zaten bahis konusu olamaz. Milliyetçiler Türk devleti, Türk milleti ve vatanı gibi Türk tarihinin de bölünmez bir bütün olduğunu kabul ederler. Türk milleti Suriye veya Irak gibi tarihin belli bir anında birdenbire ortaya çıkmamış, çok eski zamanlardan buyana tabiî olarak teşekkül etmiştir.
Görülüyor ki milliyetçilik “birlik” prensibine dayanmaktadır ve milliyetçiler de bir memlekette birliği kurmak veya ayakta tutmak için uğraşan insanlardır. Bir taraftan bu ortak gayeleri, bir taraftan da bölücülere karşı takındıkları ortak tavır bakımından milliyetçilerin birleşik hareket etmeleri kadar tabiî birşey olamazdı ve nitekim bu hareket gerçekleşti. Milliyetçiler böylece milliyetçiliğin temel noktalarında ortak hareket şuuruna eriştikleri ve bunu gerçekleştirdikleri müddetçe, ikinci-üçüncü dereceden meselelerde farklı düşünmelerini müsamaha ile karşılamalıyız. Tarihî şartların ortaya çıkardığı bu birliğin fikir temellerini işlemek ve birlik şuurunu kuvvetlendirmek bu merhaleden sonraki en büyük vazifemiz olmalıdır.