Misyoner Tehlikesi Karşısındayız
Erol GÜNGÖR
HİLÂL Dergisi, 1959, Sayı:7:23-24
Garp emperyalizminin İslâmiyet’e olduğu kadar bütün mazlum şark milletlerine tevcih ettiği bu zahirde dini, hakikatte ise hem dini hem siyasi misyon silâhı, mazide bu gayelerin tahakkukunda ne müessir bir vasıta olmuşsa bugün dahi aynı gizli emellerin peşinde tehlikesini gitgide artırmaktadır. Bir zamanlar asırlık kin ve husumetleri hudutlarımızı zorlıyacak kudrette olmadığı için bütün dini ve kültürel müesseselerimize, orduya hattâ saraya kadar sokularak harp meydanlarının arkasında adetâ ikinci bir cephe açan ve içlerinden bilfarz bir sadrazam çıkması ihtimalini bile katiyetle reddedemeyeceğimiz bu kılıçsız, tüfeksiz, atsız ordumuz içtimai hayatımıza ektiği tohumları bulup aylıklamak için zamanın çoktan gelip geçmek üzere olduğunu görmek hiç te zor değildir.
Bizim gafletimizden istifade ile itimat istismarcılığı yapanlar orduda zabit, tekkede derviş, köy odalarında vâiz ve nâsıh, Babı Alide kalem müdürü, asker içinde casus, mektep kürsüsünde muallim olarak ağır, temkinli bir surette bugüne kadar mütemadiyen büyük istikbal (!) i hazırlamaya gayret ettiler. Matbaanın ruhi, şifahi propagandayı ikinci plâna attıkça mektep kürsüleri hariç diğer sahalardan yavaş yavaş çekilip bütün işi muayyen misyon merkezlerinden idareye başladılar. Artık Anadolu’nun ücra köşelerinde halka bedava vazu nasihat edenleri, büyük neşriyat yurtlarında mütercim, müellif ve patron olarak görüyoruz. Artık İsa Mesih’in salih haberlerini talebe yurtlarında tarik-i dünya papazlarla değil, Türkiye’deki neşriyatın büyük bir kısmını teşkil eden birinci nevi kâğıtlar ve fevkalâde bir baskı içinde arz edilen kitab-ı mukaddeslerle meşru tamim ediyorlar. Bugün Türkiye’de İslâmiyet’i teşvik ile memur yabancı kuvvetler Bahailere kadar birer matbaa ve neşriyat evine sahipken, müslüman Türklerin elinde sırf bu mesele ile meşgul olan kaç matbaa olduğunu düşünmek maalesef pek acıdır. Türk matbuatının birtakım sözde-mümessilleri köy hocalarını mevzubahs eden adi zabıta vakalarını büyük bir tehalükle bulup neşrederken milletin sağlam imanını yıkmaya çalışan hıristiyan misyonerlerinin faaliyetine bilmeyiz ne maksatla hep göz yummaktadır. Meşrutiyetten sonra bu tüfeksiz ordu matbuatla Hüseyin Cahit bay gibi bir istinat noktasını bulabilmiş ve kurulan (Gençler Cemiyet-i Hıristıyanisi) ve bu maalesef Türk münevveri âza bulmak için dellâl olmuştu. Bugün gazetelerimiz Cahit beyin bu türlü hayırhâh makalelerinin mabadini yazmıyor. Fakat bilahare tahsil edeceğiniz üzere sahifeIerine dercettikleri ilânlarla açıktan açığa bu propagandaya vasıta oluyor. Eğer fazla nikbinlik sayılmazsa, gaflet diye tavsif edeceğimiz bu vakanın sebeplerini anlıyabilmek için meseleyi tarihin seyri içinde tetkik ederek Türk içtimai hayatında senelerden beri tevali edip gelen bu türlü gafletlerin köküne inmek gerekecektir. Bu tahlil ise hem çok güç, hem de aslında fazla tefekküre hacet olmadan anlaşılabilecek hâdisatı gözönüne sermekten ibaret olan gayemizin dışındadır. Şu var ki, dünden bugüne Türk efkârında hâkim olan bazı kanaatleri kısaca zikretmekte faide görüyoruz.
İslâmiyet, müslümanlara “Bütün müminler bir millet, bütün kâfirler de bir milleti diyerek kesin bir görüş vermiştir. Böylece İslâm’ın dışında kalan insanlar gerek fert, gerekse millet veya cemaat olarak ondan ve hukukundan tamamen ayrı bir şekilde mütalâa edilirler. Ancak, müslümanlar kendileri gibi kendilerinden gayri olanları da yaratan bir Allah’a imanları dolayısiyle bunlara dahi hak ve usfetle muameleye mecburdurlar. Bu mecburiyetteki Fatih’e İstanbul’u fethettiği zaman gayri müslimlerin haklarını muhafazaları hususundaki müsaadeyi verdirdi. Fakat bu hoş görürlük menfi, mahsullerini vermekte gecikmemiş ve İstanbul’da olduğu kadar bütün memlekette ihtilâl ve fesat kazanları kaynamağa başlamıştır. Hudut boylarında Anadolu çocuğu kan dökerken geride mes’ut ve muzaffer yaşayanların en azında sözle veya yazı ile bu şükran borcunu ödemesini bekledik. Aldığımız cevap sadece ihtilâl beyannameleri oldu. Müslüman Türk’ün safiyetini istismar edenlere karşı “Memâlik-i Şahane”de kâfirle Müslümanı ayırdetmek için bir kıyafet tahdit ve mecburiyeti konmuştu.
O zamanlar bugün için aramızdakiler birer “mezbur” ve “kâfir-i bîdin” idiler. Gün geldi, bu tâbirlerin de hiç bir ehemmiyeti kalmadı. Artık Türk şairi, Türk Padişahının hayatına kasdeden ermeniyi kahraman diye göklere çıkarıyor, ne olduğu bilinmeyen bir hürriyetin çılgın sevinci içinde Türk ile Rum, Yahudi ile Ermeni kucaklaşıyordu. “Mezbur” ve “merkum”lar artık “efendi” eski Fırançe vilâyeti “Fransa devlet-i kaviyyesi”, İngiltere ise “İngiltere devlet-i fahimesi” idi. Fakat hâlâ gazete sütunları arasında gizli bir emel kıyam edemiyordu. Sonları ırkımızın bozuk olduğunu ve ıslâh için Avrupa’dan erkek getirmemiz icab ettiğini söyliyen zındık misali muharrirler türedi. Ve nihayet dün milletin, Cumhuriyetin henüz görmediği feyzine alkış tuttuğu bir devirde İslâmiyet’ten bahseden neşriyat Türk mekteplerinde yasak edilirken, Türk gazetelerinde “İncil okuyun. Nur ve necat bulursunuz” şeklinde ilânlar görmeye başladık.
İşte bir asırlık tereddüt hamlemizin bize kazandırdığı veya kaybettirdiği şeylerden biri de bu oldu. Hıristiyan tehlikesini önlemenin zamanı gelip geçiyor diyoruz. Fakat Türk münevverinin bundan haberi dahi yoktur. Birçoklarına göre bu propagandanın tesiri tanassur edenlerin tesiri mütenasiptir ve çok şükür birkaç kendini bilmez kızımızın evlenme bahanesiyle din değiştirmesinden gayri bu türlü vakalarla karşılaşmıyoruz. Halbuki bir misyoner faaliyetinin, semeresini derhal görmeye kalkacak kadar tedbirsiz ve aceleci değildir. Herhalde muvaffakiyet de bundadır Hattâ dikkat edilirse yapılan propaganda çoğu zaman doğrudan doğruya değil, bilvasıtadır Onlar için ilk merhale İslâmi inanış ve bunun nüfuzunu kırarak gerek halkın, gerek münevverin dimağında teşevvüşat yaratmak, bilâhare hazır zemin üzerine hıristiyanlığı bina etmektir. Nitekim bu yolda herşeyden evvel inkılâbın garbın hususi hayatına varıncaya kadar bütün kültür, mevzuat ve müessesatına yöneldiğini söyliyerek yine garptaki dini düşünceyi almayışımızın bir noksanlık olduğunu kabul ettirmeye çalışmaktadırlar.
Bin üçyüz sene evvel tulû eden en son ve ebedi hakikat ibtidai Arap kabilelerini bir asır içinde medeniyetin en yüksek seviyesine çıkarmış, hattâ bugün üzerimize bir taûn gibi çökmek istiyen hıristiyan Avrupa’nın kendini tanımamasına, intibakına yol açan bir rönesans hareketi yaratmıştır. Bu harekât göçebe Türklüğü tam bin sene dünyanın efendisi yaptı. Günlerce at sırtında döğüşmeyi hayatının en normal ve mutat bir faaliyeti olarak gören bir kavim, İslâm’ın nuru ile parlayan bu kılıcı bin sene ancak adaletin, sulhun tesisi için kullandı. Daha dün insanları kendi vatanında köle yapmak isteyen gaddar garba karşı milyonlarca mazluma hayat ve hürriyet bahşeden yine bu müslüman Türk’ün kılıcı idi İslâmiyet dünyanın bir daha göremiyeceği bir tesamuhun kapılarını açarken, hıristiyan âlemi vicdanlara kilit vurmakla meşgul oldu. Bu memlekete garbın dini düşüncesini kabul ettirmeye çalışmak, yaşıyan bir uzviyetin etini kemiğinden ayırmak demektir. Muhakkak bir hüsranla neticelenecek olan bu gayretler Türk milletini, yolunu sapıtıp zulmet çölüne düşen İsrail oğullarına benzetemiyecektir.
Fakat istikbalden emin olmamız, tehlikenin tamamen kavrayıp mukabil tedbirler alınmasına bağlıdır. Aksi takdirde bağrımızda hıristiyan süngüsünü, minareler yerinde kilise çanlarını görünceye kadar beklemek, kıyameti beklemekten farksız olur. Bir Türk münevveri olarak bizlere düşen ilk vazife, ezanı susturacak çanlardan önce tehlike çanını çalarak, dostu-düşmanı, seçemediğimiz bir kargaşalık devrinde ehl-i salibi göstermek olacaktır. Bu vazifenin nefsimize düşen kısmını ifa için, meseleyi teşrih ve hâdiseleri mümkün olduğu kadar zikre çalıştıktan sonra mücadele yollarını araştıracağız. Şurası unutulmamalıdır ki memleketimizde gerek doğrudan doğruya, gerekse dolayısiyle yapılan hıristiyan propagandasının ve temin ettiği kazancın hepsini tesbite imkân yoktur. Hattâ bizce, müslüman Türklerin inancını sarsmaya matuf her türlü neşriyat, hıristiyan emellerine hizmet hükmündedir. Zira onların bundan pek âlâ faydalanarak yarı açık bir kapıyı ardına kadar dayamaya çalıştıklarını vakalar gösteriyor.