KALEM ASMAK
Gazi KARABULUT
Gönüller neye muhtaç?
Cemiyet neye aç?
İnsanlık neyi arıyor?
…
Rivayet odur ki Allah (c.c) nefse “Sen kimsin, ben kimim?” diye sorduğunda o da “Sen sensin, ben de benim.” diye cevap vermiştir.
İnsanlık yaratıldığı günden beri, toplumları yönlendirenler; zamana göre bazı kavramları öne atmışlar ve o kavramlar çerçevesinde yeni sistemler, ideolojiler ve pazarlar oluşturmuşlardır. Çağımızda ise “küreselleşme” rüzgarı ile başlayan kavram fırtınası, cemiyeti ikinci plana itip bireyi ön plana çıkaran ve egoizm pompalayan bir anlayışı hâkim unsur olarak sunmuşlardır.
Ferdiyetçi yaklaşımın, bireysel başarının, kişisel gelişimin her biri olmazsa olmazlar olarak inşa edilmiş ve bizim inançlarımızdan, kültürümüzden, değerlerimizden getirdiğimiz pek çok ulvi anlayış rafa kaldırılmıştır.
Maalesef bu durum söylemle kalmamış ve eyleme dönüşmüş, birazcık farklılık sergileyenler, “ben olmasaydım” ile başlayan kocaman kocaman cümleler kurmaya başlamışlardır.
“Fert”, anlayışı “diğergamlık fedakârlık, vefa” gibi duyguları ötelerken, bu anlayışların yerine üstelik de bir akademik kavrama büründürülen “bireysellik” egoizmini inşa etmiştir.
Bu yeni inşa süreci geçmişten günümüze taşınan pek çok anlayışı “yükselme, daha da yükselme, kariyer yapma, kariyer için başkalarını alt etme” gibi “ene”yi putlaştıran “makam şehvetine” esir olunan bir durumu ortaya çıkarmıştır. Üzülerek görüyoruz ki her bireysellik, beraberinde kişisel gücü arttırmış ve güç de beraberinde totalitarizmi getirmiştir.
Birkaç defa ifade edildiği gibi bu da karşımıza şu meşhur hikâyeyi hatırlatıyor:
“Ormanlar kralı aslan, tilki ile kurdu yanına çağırıp “Gelin beraber av yapalım. Size av nasıl yapılır, onu öğreteyim” demiş. Tabi krala itiraz etmeleri mümkün olmayan bu iki hayvan aslanla birlikte ava çıkmışlar. Aslan bütün hünerini kullanarak bir saat içinde bir geyik, bir keçi bir de tavşan avlamış. Avları getirip meydana serdikten sonra kurda seslenmiş:
— Kurt kardeş, hadi bakalım şu avları bir güzel taksim et.
Kurt avların üzerinde şöyle bir gezdirdikten sonra taksimatını açıklamış:
— Sayın kralım, siz en büyüğümüzsünüz. Haliyle geyik sizin hakkınız. Eh, ben de tilkiden büyük olduğuma göre keçi bana düşer. Tilki de tavşanla idare etsin.
Taksimata sinirlenen aslan bir pençe atarak kurdu yere serer. Sonra tilkiye döner:
—Hadi bakalım tilki, sen avı paylaştır.
Tilki biraz düşünüp pay edişini anlatır:
— Sayın kralım: Şu geyik sabah kahvaltınız, keçi öğle yemeğiniz, tavşan da ikindi sofranız olur.
Aslan şaşırıp böyle güzel taksim yapmayı kimden öğrendiğini sorar:
Tilki cevap verir:
— Şu yerde upuzun yatan kurttan öğrendim.”
Ah Vefa…
Ah gözyaşları ile büyütülen büyük sevda…
Yıkılası benlik!
…
Aklın dumura uğradığı, yakından uzağa, sevgisizliğin işlendiği, kan, kin, gözyaşı ve nefretin feraseti ortadan kaldırdığı çağımızda tek çıkış kapısı, Rızay-ı İlahi doğrultusunda bir hayatın inşası olsa gerek.
O zaman devlet hayatında, bürokraside, meslek hayatında, cemiyette kısacası toplumun her alanında “ben olmasaydım” yerine vazifeyi ifa edip bir muvaffakiyet söz konusu ise bu, “Kaderinizi belirleme gücünü benden başkasında aramaya kalkmayın.” diyen Rabbimizin lütfu olduğunu bilerek mütevaziliği korumak ve yine “ad, san, şöhret” hastalığına tutulmadan “O (c.c) istediği için oldu” teslimiyeti ile durmayı bilmek gerekir.
Ancak ne anlatırsanız anlatın, ne yazarsanız yazın, ne söylerseniz söyleyin, etkiniz anlaşılmak istendiğiniz kadar olduğuna göre; hele hele gözündeki mertekten haberi olmayan, makamın şehveti ile her söylediğinin ilahi name olduğunu sananlar söz sahibi ise bazen de bir müddet kalem asmak gerekebilir.
Ve tek bir sevdaya gönül vererek yaşamak:
O(C.C.) razı olsun yeter.
…
Ama kalemimizi asmadan önce yüreğimizi yangın yerine çeviren, kanlı göz yaşları dökmemize sebep olan şehitlerimizi yad etmeliyiz vefa şuuru ile:
Gerçi son zamanlarda aldığımız şehit haberleri karşısında nasıl bir feryat, içimizdeki ahı sahibine ulaştırır bilmiyorum?
Bu kaçıncı veda kaçıncı ölüm? Kaçıncı yarım kalan bir aşkın hikayesi?
Bu yarayı neyle saracağız?
Ateşle mi dağlayacağız?
Ömürlere vurulan ölümlü mühürlerin isyanı, hangi kulaklarda isyanlı çığlıklarla yankılanmalı?
Sürgün sevdalarımızın akşamlarında söylediğimiz memleket türkülerini andıran zihnimizdeki suallerin cevabını nerede bulabileceğiz?
Artık, “Yurt” deyip yurt ve şeref uğruna şehit düşen yiğitlerimiz için, ülkü sahiplerinin gür sesleri ülkeyi bürümeli değil mi bir baştan bir başa?
Bir iman ateşi sarmalı değil mi milletimizin yüreğini, Kürşat’ın narasıyla?
Nitekim, yaşananlar bir kez daha göstermiştir ki ülkemizin ve coğrafyamızın geleceği için Ülkücülerin; tefrikaya, cahilliğe ve yoksulluğa karşı birlik şuuru ile büyük bir mücadeleyi, vatan toprağının her karışında planlı olarak uygulaması gerekmektedir.
Artık insani, İslami ve milli duruşlarla meselelere çözüm üreten bu hareketin mensupları, idrak ettiği mesuliyet adına memleketin her köşesine ve her ferdine ulaşmalıdır.
Bunu Allah için, vatan için, asil Türk milleti için, kim ne derse desin; karşılıksız, beklentisiz, temiz, pak bir anlayış ile, ülkümüz için yapmalıyız.