“Gençliğim Eyvah” Hakkında…

“Gençliğim Eyvah”

HAKKINDA BİR İKİ SÖZ

EMİNE IŞINSU

Münekkit değilim, “edebiyat bilgisi” ile de uğraşmam. Bu yüzden, çok beğensem dahi edebî eserler hakkında yazı yazmağa hiç teşebbüs etmedim. Yeni yetişenlerin hikâyelerini, romanlarını değerlendirirken bile çok dikkatli olmaya, haddi aşmamaya itina gösteririm.

Fakat Tarık Buğra’nın “Gençliğim Eyvah”ı beni öylesine coşturdu ki, şu disiplinimi bir yana koyup, onun hakkında yazmaya karar verdim… Eseri okurken beynimin köşesinde durmadan tekrarlanan bir cümle vardı : “Bu kitap okunmalı. Bu romanı herkes okumalı.. Gençliğim Eyvah lise son sınıflara ve üniversite öğrencilerine —tıpkı devrini tarihi gibi— mecburi ders olarak konmalı…” (Forsayd Efsanesi’nin İngiltere tarihinde sosyal hayatın bir devrini aksettiren edebi şaheser olarak, okullarında ders kitabı gibi incelendiğini duyduğumdan olsa gerek).

İşte bu cümlenin itici gücü ile yazıyorum… Şimdi, “Kitap 1979”da yayımlandı, daha önce bir gazetede tefrika edildi, madem bunca okunması gerekiyordu, sen niçin 1980’nin şu son aylarında tavsiye ediyorsun?” diye sorabilirsiniz.

Aslında bu kitabı, ben altı yıldan beri bekliyordum. Evet altı yıl kadar önce Basın İlân Kurumu’nun tatil köyünde Buğra ile beraberdik. Ve o, “Gençliğim Eyvah” üzerinde çalışıyordu; eser, hemen hemen bitmiş gibiydi, hattâ baştan ve sondan bir kaç sayfasını bana ve eşime okutmuştu. Son derece ilgi duymuştuk, yayınını bekliyorduk… Ve bir de baktık ki, o güzelim roman gazetede tefrika edilecek! İlk hayâl sükutu!

Bir yazar romanını niçin tefrika ettirir?. Şöhret, hani isminin güya daha geniş bir okuyucu kitlesine duyurulması., fakat Tarık Buğra’nın böyle bir şöhrete ihtiyacı yoktur. O halde, para?… Ve galiba acı gerçek, tek sebeb bu olmalı. Değer mi değmez mi, tartışması bana düşmez. Değdi ki, verdi gazeteye. Utanacak olan Tarık Buğra değil, yayınevleri daha doğrusu şu bizim okuyucu kitlesi olmalı. Eserlere hakkıyla değer verilen bir ülkede, hattâ bırakın diğer romanlarını, “Gençliğim Eyvah” ile Tarık Buğra ömür boyu pek rahat yaşayacak maddî imkânlara kavuşabilirdi…

Evet, gazete tefrikaları romanları öldürür. TV’nin İbiş’in Rüyası’nı katletmesinden beterdir bu. İbiş’in Rüyası TV’de yönetimi ile, oyuncuları ile hülâsa tekniği ve sanatı ile bölüm bölüm can çekişirken, derdi bana düşmüştü. Kıvranıp durdum, kendimi Buğra’nın yerine koyduğum zamanlar ağlamak geldi içimden.

“Neden müsaade etti?” TV’cilerden ziyade Buğra’ya öfkelendim o günler. Gençliğim Eyvah’ın yazarı, TV gerçeklerine yani “… yetenekleri ve imkânları aşan hırslar, iddialar, tutkular; gözü dönmüş istekler..” (G E. Syf : 436) le dolu bir kurumun gerçeklerine yabancı mıdır ki?… Her neyse.

Ve sonra, eser, tefrika edilmeye başlandı. Doğrusu bu atlaya bıraka bir kaç tefrika okuyabildim; vazgeçtim. Kırgın ve küskündüm, roman çıkar çıkmaz satın aldığım halde, işte 1980’in Eylül ayına kadar, kitaplığımda bekledi durdu, Derken, “Ayıp., dedim; Tarık Buğra’nın son romanını okumamak olmaz, kendimi zorlayıp…»

Ve okumaya oturdum; ve beynimin köşesinde o cümle dönmeğe başladı : “Bu eser mecburi ders olarak ..”

Eserleri yazarlarıyla düşünürüm. Muharririn romanına akseden şahsiyeti fevkalâde ilgilendirir beni. Söylediğim gibi, o, “Gençliğim Eyvah”ı tamamlarken tatil köyünde bir süre beraber bulunmuştuk. Tedirgin ve mutluydu. Artık bu “mutluluk hâli” Tarık Buğra’ya ne kadar uygun düşerse! Onun, hani sıradan insanın anladığı bir mutluluğu -ömrü boyunca- yaşadığını hiç sanmam. Meselâ ben, Buğra’nın mutluluğunu “çimen yeşili” diye renklendiremem, çünkü zehir yeşilindir.. acıdır, buruktur, doruktadır ve açtır.

Gençliğim Eyvah’da, Tarık Buğra böylece vardır, ihtiyar ve delikanlı, Tarık Buğra’nın karmaşık ruhunun kendi kendisiyle cebelleşen, itilip kakışan birbirinin kanına susamış, iki cephesidir.

“— Emeklilik günlerini nasıl geçirmeyi düşünüyorsun?

—Şiirle uğraşacağım.

Konuşma bundan sonra koptu işte :

Şiir, ööğğ!

Gerçekten de kusacak gibiydi ve bir bakıma da kusmuştu:

—Sana mahsus bir şey değildir bu; bütün mendeburlarda vardır bu tekleşme, tek olarak kabul edilme ve üstün sayılma hevesi.” (G.E. Syf : 298).

“— O dehâ iddiaları, hattâ ne yalan söyleyeyim? O dehâ belirtileri., yaptıklarında da, düşüncelerinde de, ama sonra da bu akıl almaz aptallık! Senin dehân.. var o, galiba iki başlı; biri iblislik, öteki ise, işte bunun gibi aptallık.” (G. E. Svf : 311).

Romanın tek kadın kahramanı bu ruh karmaşasını Sıdıka ve Güliz’le kendi yüreğinde yaşıyor, fakat bu kadın Tarık Buğra değildir, çünkü aşkda çözülmüştür, iç kavgası bitmiştir… Lütfen yanlış anlaşılmasın ihtiyar ve delikanlı’ya, Tarık Buğra’dır derken, romandaki olayları, iki kahramanın davranışlarını hattâ mantıklarını kastetmiyorum. Gençliğim Eyvah, Tarık Buğra’nın mizacından, Türkiye hakikatinin bir kara mizahıdır. Hem de şahane bir kara mizahı.

“Türk romancılığında parlayan yıldızların üstüne bir güneş gibi doğmuştur.” gibilerden bir klişeyi yazmak istemezdim, fakat böyle çok bayağı ifadelerde bile gerçek vardır. Bu ifade de -yazarken tüylerim ürperdi ama- gerçeğin ta kendisi.

Tarık Buğra’ya, “Gençliğim Eyvah”dan ötürü, en samimi hürmetlerimi sunarken, yazımı, romandan bir cümle ile bitirmek isterim:

“Biliyorum. Sizi kimse istediğiniz gibi övemez. Bunun için de en çok övülmekten hoşlanmaz, hırçınlaşırsınız. Ama gerçekten inanıyorum elde ettiğiniz sonuçların harikuladeliğine, gördüm .” (G. E. Syf : 284).

===================================
KİTAPTAN:

“Bu romanda okuyacaklarınız, roman’ın gerektirdiği ufak tefek ve hepsi de ayrıntı sayılabilecek eklemelerle değıştirmelerin dışında, Türkiye bunalımlarının şimdiye kadar ele alınmamış bir açıdan açıklanmasıdır, gerçek hikâyesidir.”

Sersemlikleri Koruma ve Geliştirme Vakfı

Bu insan avı’ndaki başarısızlıklarını umursadığı yoktu, çünkü yığınla suçlu, dalavereci veya suça ve dalavereye aşeren; çünkü para’ya, ün’e, sandalye’ye balıklama dalan genç, yaşlı insan bulmuştu. Böylelerini o kadar ustaca kışkırtıyor ve oltasına çekiyordu ki, ikide bir “benim dehâm” diye böbürlenişlerine karşı çıkmak haksızlık olurdu.

Ve bu konuda, kolay kolay umulamayacak bir başarı sağladı mı, karşısındakini çileden çıkartan o pis pis tıslayışı -gülüşü- ile;

“Bir vakıf kurmalıyım ben” derdi ve eklerdi:

“Adını koydum bile: Sersemlikleri Koruma ve Geliştirme Vakfı! Evet, kurulmalı bu vakıf. Ben beceremezsem de, geberip gittiğim zaman bütün servetimi onun kurulmasına bırakacağım.”

Ve, Dünya’nın en lezzetli meyvesini yermiş gibi, yalana yalana tekrarladı:
Sersemlikleri Koruma ve Yayma ve Geliştirme Vakfı!

İhtiyar, sersemlik sözcüğüyle neyi anlatmak istediğini de, bir kesin ilkeyi, hattâ bir fizik veya matematik kanununu ezbere söyler gibi, Şöyle açıklardı:

“ Yeteneklerini ve imkânlarını ve güçlerini a Şan isteklere ve, özellikle, tutkulara kapılmak sersemliktir.’’

Ve, çok sevdiği “ve” ile sürdürürdü:

“Terazinin bir kefesinde kuvvet ve yetenek ve imkânlar, öteki kefesinde de istekler ve tutkular! İnsanlara hükmedenler ve hükmetmiş olanlar ve hükmedebilecek olanlar bu dengesizlikten yararlanır ve bu dengesizliği körükler ve kışkırtır.”

Sonra da -güya- dalar gider, “ancak dâhilerde rastlanabilir” dediği -ama yapmacık mı, yapmacık- bir hüzne gömülerek mırıldanırdı:

“Mutlaka kurmalıyım bu vakfı.”

İhtiyar, aslında, tüzüksüz, ilânsız, tescilsiz, kurmuş sayılmalı idi. Hem de öylesine ve o kadar ki, onun için, geri kalan bütün işlerini tasfiye etmiş de, ömrünü artık bu vakfın yöneticiliğine adamış denilebilirdi:

Şöhret ve servet ve itibar ve iktidar! Bir lâbirenttir bunlar. Mısır’daki halt etmiş yanında. Plânını sökmek bile her babayiğidin kârı değildir. Ama bu lâbirente plânsız ve ellerinde bir kör kandil bile olmadan dalmaya aşeren bir milyar sekiz yüz elli milyon üç yüz seksen yedi bin dokuz yüz yetmiş bir sersem vardır.”

İhtiyar, yaşı otuz demeden, aldığı “Şeyh” terbiyesi ve şeyhliğinin sınırsız serveti ile, bu “bir milyar sekiz yüz elli milyon üç yüz seksen yedi bin dokuz yüz yetmiş bir sersem”in peşine düştü; onları -kendi çarpıcı benzetmesi ile- şöhretin, servetin, itibarın, iktidarın lâbirentlerine çekti: Basın’da, politika’da, ticaret’te, sanat’ta, edebiyat’ta!

Ve akıl almaz derecede tutkun, bu çılgın çalışma -evet- Devlet’e karşı idi:

Devlet’i yıprata yıprata yıkmak, gururunu sürekli olarak sancılandıran bu “KUVVET”i yok etmek içindi.

Bu yüzden de, çalışmasının en yoğunlaştığı alanlar Devlet’i Devlet yapan Kurum ve kuruluşlar oldu. Bu arada Darülfunun’a özel bir önem veriyordu:

Kendisinin de öğretim üyesi oluşu ve öteki üyelerinin pek çoğunu tanıyışı, geri kalanlarla da istediği zaman ilişki kurabilecek durumda bulunuşu işini kolaylaştırdı:

Müderris -profesör- olmak için can atan hebennekaları: dekanlık ve senato üyeliği için yemedik nâne bırakmayacak etiket budalalarını; milyonluk dâvaların bilirkişiliğinden gelecek tomarlara veya yağlı danışmanlıklara ağızlarının suları akan para delilerini kısa sürede tanımıştı. Bunların çoğunu İblis’çe oyunlarla acımasız pençelerle kapıp “adamları” arasına kattı; deli oyununun piyonları yaptı.

Bir gün, Delikanlı, bir bilim adamını övmeye girişmişti. Bu biraz da İhtiyar’ı deşelemek, o profesör hakkında bildiklerini söyletmek içindi. Ve oyun sökmüştü; İhtiyar -her övgü için nasılsa öyle- vahşileşmiş, yırtıcı gülüşüyle:

“Dur sana onun hikâyesini anlatayım” demiş, anlatmıştı:

Adam profesör olmak için kendi evini ateşe verebilecek birisiydi. Ama bunun için dişe dokunur bir eser yazması gerekiyor, o da bunu bir türlü beceremiyordu. İhtiyar, ona, önemli bir konu buldu ve işlemesi için de mükemmel bir plân sundu.

Bütün bunlar doğrudan doğruya yapılmadı ama… sıklaştırdığı buluşmalarında, yedire yedire., sanki düşünce onunmuş gibi oldu.

O kadarla da kalmadı, İhtiyar, arkadaş değiller mi, ilgisini, tezin yazılışına da yardımcı olacak kadar koyulaştırdı; öğütlerden, yön vermelerden, bazı bölümleri yazmaya kadar vardı. Sonunda eser ortaya çıktı. Jüri “Allah, Allah” dedi. Adam da kanatlandı, uçtu, ama tez uyandı:

Eser, Türkiye’de pek bilinmeyen bir ekonomi bilgininden çeviri gibi bir şeydi. Üstelik. İhtiyar kendi yazdığı yerlerde -tabii bile bile- komik yanlışlar da yapmıştı.

Günlerden bir gün, çiçeği burnunda müderrisi -odacı çağırır gibi- çağırdı ve üç, beş sayfalık bir yazı uzattı; “Oku” dedi.

Gazete için yazılmış bir yazı idi bu; müderrisin, Darülfünun’ca yayımlanan eserini eleştiriy rdu. Eleştiri, ama ne eleştiri! Alaylar aşağılamanın en ezicisi oluyor; eser hırsızlığı ispatlanıp kişilik ipe çekiliyordu.

Adam her cümlede bir parça daha eriyip çökerek okudu. Bitirdiği zaman bir söz söyleyecek gücü kalmamıştı. İhtiyar,

“Hadi, hadi; üzülme o kadar. Her Şey bilmiş değil. Gazete sahibi adamımdır; sözümden çıkamaz. Sordu işte bana; ne dersin, basayım mı, diye. ”

Uzunca bir ara verdikten, yani adamcağızı iyice erittikten sonra da ekledi:

“Cevabımı bekliyor. ”

İhtiyar’ın bizzat yazdığı bu eleştiri -tabiî- basılmadı. Buna karşılık, sayınprof esör-tabiî- İhtiyar’ın adamları arasına katıldı.

Hikâyeyi bitirdikten sonra, İhtiyar;

“İşte senin övdüğün adam” demişti. Delikanlı’ya.. yanlış değerlendirmeleri yüzünden içi ziyadesiyle burkulmuş gibi. Nitekim sormuştu da:

“O böyle. Peki ya sen? Sen ne zaman anlayacaksın ünlerin, kartvizitlerin beş para etmediğini ? ”

Gerçi yola, “sersemlikler” dediği insan zaaflannı kavrayarak, hattâ kavradığı için çıkmış ve yöntemini bunlar üzerine kurmuştu; ama Vakıf sözcüğü, İhtiyar ‘ın çok daha sonralan bulduğu bir toplum ve insan taşlaması idi.

Ve, İhtiyar bu acımasız taşlamasını bir başka deyimle tamamlamış, büsbütün sertleştirmişti: Tabiî Müttefikler!

Bu deyim de kendisinin buluşu idi ve hiç bir emek harcamadan, herhangi bir ilgi veya ilişki kurmadan, kendi amacı için kendi paralı askerlerinden, kendi ağır hizmet mahkûmlarından bile aşırı bir hız ve şevk ile -tek tek, ya da örgüt örgüt- çalışanları anlatırdı.

Bu konuda: “Bütün mesele o beş paralık şeker suyu sürülmüş yapışkan kâğıdı asmaktadır. Sonrası kolay; sinekler kendiliğinden üşüşecektir “derdi.

Evet, bütün mesele, üzerine sineklerin üşüşeceği, yâni insanları kendi Devletleri ile boğuşa boğuşa düşürecek sloganları ve saçma özlemler’i sahneleyebilmekte, ilgileri bunlann üzerine çekebilmekte idi. Sonrası, gerçekten de, kolay oluyordu. Bir gün, İhtiyar, bu kolaylığı Delikanlı’ya şöyle anlatmıştı:

“Ben, ooof ama hakettiğimden fazla övünmemeliyim ben. Çünkü çoğu zaman., evet ve maalesef çoğu zaman, ben mendebur bir menacer gibi iş gördüm ve ortaya, meselâ; yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıktı? benzeri bir münazara konusu atmaktan başka şey yapamadım. Cümbüş, o zaman kendiliğinden başlıyor ve alev kendi kendini besleyip azdırıyordu. Yeryüzü, bir şeye bay veya bayan Filan ak dediği için kara demeye can alan bay ve bayan Falan’larla doludur. Bunu bilmek ve bundan yararlanmak! Pöh.. kırk paralık zekâya açık bir başarı! Bununla mı övüneceğim ben?”

Bu kolaylık İhtiyar’ı tiksindiriyor, öfkelendiriyor ve dik sürüngenler dediği insanlara daha da düşman yapıyordu.

İnsanların sevmek’ten, doğru’da, haklı’da, yararlı’da, gerçek’te anlaşmaktan çok, anlaşmazlıktan, didişmekten, küçümsemekten, düşman olmaktan hoşlandıklarına inanıyordu. Gururun en pisi, en çürütücüsü, en kolayı!

Büyüğe, güzele, başarılıya burun kıvırmakla veya omuz silkeleyivermekle veya görmezlikten gelmekle büyümek, üstünleşmek kuruntusu!

“Benim malzememdir bu” derdi.

Ve, İhtiyar, bütün ömrü boyunca bu malzemeden, Devleti çökertmek için yararlandı. Anlaşmazlıkları körükledi ve insanlar arasında, akıl almaz anlaşmazlıklar icâd etti. Hem de hiç ara vermeden.
(…)

İhtiyar, öte yandan Darülfünun’da da boş durmuyor, kendi deyimi ile, Gençlik Kolları’nın temelini atıyordu:

Özellikle yeni gelen öğrenciler arasında münazaralar düzenlemeye başladı. Bu tartışmalarda ağzı lâf yapanları, onların arasından da mizaçları ve kafa yapıları demagojiye yatkın olanları mimliyor, sonra da bunların peşlerine adamlarını salıyordu: Bu yol ona, daha başlangıçta, bir düzine kadar “sersem”, yani yükselme ve kazanma tutkuları yeteneklerini kat kat aşan genç getirdi. Adamları böylelerini çabucak suçlu duruma düşürebiliyorlardı.

Zavallıların suçlulukları sudan şeylerdi; hattâ masum şeylerdi. Ama bir yandan gençlik onuru, bir yandan da kendilerine bol bol verilen umutlar onları bu masum sırlarına mahkûm kılıyor, her adımda biraz daha bataklığa sürüklüyordu.

İhtiyar, onları semtlerinin spor kulüplerine, hayır veya kültür derneklerine üye yazdırttı. Buralarda arı gibi çalıştırttı. Parlayanlarını daha geniş çevrelere geçirtti. Destekledi onları; yönetim kurullarına girmelerini, sözcü seçilmelerini sağladı; bu arada da suç dosyalarını -belgeleriyle birlikte- kabartmaya özel bir dikkat gösterdi ve onlardan da, çevrelerindeki suçları ve suçlulukları titizlikle kovalamalarını, bunların belgelerini getirmelerini istedi:

“Gelecekteki yazarlarım, milletvekillerim, genel müdürlerim ve müsteşarlarım., belki de, bakanlarımdır bunlar benim” diyordu.

Bu işe; devşirmeler’ i düşünerek: “Osmanlı yapmış, ben niçin yapamayayım?” diye girmişti, yaptı.

=============================================

TARIK BUĞRA; (1918-26 Şubat 1994): Yazar. Akşehir’de doğdu. İlk ve orta okulu Akşehir’de, liseyi Konya’da okudu (1936). İstanbul Tıp, Hukuk ve Edebiyat fakültelerine devam ettiyse de hiçbirini bitirmedi. İ.Ü. Edebiyat Fakültesi’ne girdi ancak son sınıftan ayrıldı. Hayata atıldı. Akşehir’de Nasrettin Hoca gazetesini çıkardı (1947-1948). İstanbul’da Milliyet (1952-1956), Yeni İstanbul (1960-1966), Yol (Haftalık, 1968), Tercüman (1970-1976) gazetelerinde sanat sayfası düzenleyiciliği, fıkra yazarlığı ve yazı işleri müdürlüğü yaptı. Türkiye gazetesinde haftalık yazı yazdı. İstanbul’da öldü.

Tarık Buğra hikâye ve romanlarıyla Türk edebiyatının dönemeçlerindendir. İlk hikâyelerinde Türk entelektüelinin bunalımlarını, yerli değerler karşısındaki tavrını sergiledi.

Tarık Buğra ilk romanını 22 yaşında yazdı. Yalnızların Romanı adını taşıyan bu eseri Çınaraltı dergisinde yayınlandı (1948). Aynı yıl “Oğlumuz” adlı, hikâyeleriyle Cumhuriyet gazetesinin açtığı yarışmada ikincilik kazanınca dikkatleri üzerine topladı. Tarık Buğra’nın asıl ününü sağlayan romanı Küçük Ağadır. Resmî ideolojiden farklı bir tavırla vatan, millet ve din unsurlarının Millî Mücadele’yi kazandıran asıl unsurlar olduğu tezini işlemiştir. Sonraki romanlarında Cumhuriyet dönemi kasaba insanının kimlik problemlerini ele aldı.

Buğra’nın hikâye ve romanları yanında oyunları da vardır. Diğer bir yönü gazeteciliğidir. Uzun yıllar fıkra yazarlığı yapmış ve yerli düşünceyi savunmuştur.

Hikâyeleri: Oğlumuz (1949), Yarın Diye Birşey Yoktur (1952), İki Uyku Arasında (1954), Hikâyeler (İlk üç kitaptan seçmeler ve dört yeni hikâye, 1964; 39 hikâye, 1969).
Romanları: Siyah Kehribar (1955), Küçük Ağa (1964), Küçük Ağa Ankara’da (1966 İkisi bir arada basıldı, 1968), İbiş’in Rüyası (Kendisi oyuıılaştırdı, 1972), Firavun İmanı (Küçük Ağa dizisinin 3. kitabı, 1976), Dönemeçte (1978), Gençliğim Eyvah (1981), Yalnızlar (1981), Yağmur Beklerken (Serbest Fırka olayını anlatır, 1981), Osmancık (Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu anlatır. Kuruluş adıyla filme alındı, 1983),
Gezi Notları: Gagaringrad (1962),
Köşe Yazıları: Gençlik Türküsü (1964), Düşman Kazanmak Sanatı (1979), Politika Dışı (1992), Bu Çağın Adı (1995),
Tiyatroları: Ayakta Durmak İstiyorum (1966), İbişin Rüyası (1971), Üç Oyun (Ayakta Durmak İstiyorum, Akümülatörlü Radyo, Yüzlerce Çiçek Birden Açtı, 1979), Güneş ve Arslan – Patron (1989),
Senaryo ve Oyunu: Sıfırdan Doruğa-Patron (1994)