Başbuğ Türkeş’in Önerdiği Kitaplar: 3
MEHMED ARİF BEY’İN HATIRALARI:
BAŞIMIZA GELENLER
Halim Kaya
16.04.2021
Mehmet Arif Bey 1877 yılında yani 93 Harbinde Anadolu Orduları Başkumandanlığına getirilen Müşir Ahmet Muhtar paşanın özel katipliğine tayin oldu. Ve bundan sonra harp bitene kadar Paşa ile birlikte bütün savaşlara katıldı. İslam ilimlerini tahsil ile icazetli, Avrupa’ya seyahat etmiş Batı milletlerini yakından görüp tetkik etmiş ve tanımıştır.
“Başımıza Gelenler” kitabı Mısır’da Kahire’de bir Kıpti’nin ayak ucunda beş kuruşa satılırken bulmuş ve alarak Türkiye’ye getiren ve babası Merhum Müftü Mustafa Yazar’ın vasiyetine istinaden sadeleştirip 18 Nisan 1972 tarihinde basılmasını sağlayan Nihad Yazar takdim yazısında ifade etmektedir.
Nihad Yazar haricinde kitapta yedinci sayfada 10 Mayıs 1974 tarihinde yazdığı bir tanıtım yazısı bulunan Harp Akademileri Kütüphane Memuru Besim Özgen’de kitabın 1969 yılında 1. Ordu Komutanı Orgeneral H.Doğan Özgöçmen tarafından Harp Akademisi Kütüphanesinde görülerek faydalı olacağı düşüncesiyle sadece askerlerin istifadesine sunulduğunu bildirmektedir. Yani anlaşılan kitap 1969 yılından beri Türk okurlarıyla buluşmuş, 1972 yılında Nihad Yazar tarafından sadeleştirilmiş ilk baskısı yapılmış, 1974 tarihinde de elimizdeki bu üçüncü baskı olan ve iki cildi de bir arada sunan Ankara’daki Kılıç Kitabevi tarafından yapılmıştır.Kitap 536 sayfadan ibarettir.
Kitapta ayrıca 21 Temmuz 1974 tarihinde Kıbrıs çıkartması sırasında aldığı havan mermisi yarası dolayısıyla Şehit olan Kıbrıs Harekâtı‘nda Kıbrıs‘a ilk çıkan Türk Silahlı Kuvvetleri 50. Piyade Alayı’nın komutanı Halil İbrahim Karaoğlanoğlu’nun anısına ithaf edilen yazıdan da kitabın 10 Mayıs 1974 tarihinde itibaren bütün hazırlıklarının tamamlanıp baskısının 21 Temmuz 1974’den sonra yapıldığını anlıyoruz. Kitabın daha sonra çok farklı yayınevleri tarafından defalarca baskıları yapılmış ve Türk milleti tarafından okunmuştur.
En önemlisi Alparslan Türkeş de kitaba bir ön söz yazmış ve Türk kamuoyuna “Başımıza Gelenler” kitabını okumasını tavsiye etmiştir. Alparslan Türkeş’in Önsözünden de anlıyoruz ki kitap Mısır’da 90 yıl önce yaklaşık 1884 yılında Bulak Matbaasında basılmıştır. Mehmet Arif Bey’in “Başımıza Gelenler” kitabından başka Eski büyük elçilerden Galip Kemali Söylemezoğlu tarafından da aynı adlı 1. Cihan Savaşını ve savaştan sonraki devreye ait olayları anlatan “Başımıza Gelenler” adlı bir kitap daha yazılmıştır. 1937-1938 Harp Okulu öğrencisiyken bu kitabı okuyan Alparslan Türkeş daha sonra kitabı edinerek kütüphanesine koyduğunu ve defalarca okuduğunu da ifade etmektedir. 1960 yılında Hindistan’a gittiği zaman elçilik kütüphanesinde de gördüğünü ve sevindiğini de söylemektedir. Mehmet Arif Bey’in daha 100 yıl önce Kürtçülük meselesine parmak bastığını, bizi kökü dışarıda olan kışkırtmalara karşı aydınlattığını, Ermeni Meselesine ve Devlet İdaresindeki eksikliklere dikkat çektiğini de ayrıca ifade etmiştir.
Kitabın yazıldığı tarihte ordumuzdaki askeri makam ve rütbeler okuyucuya bilgi vermek amacıyla bugün ki karşılıklarıyla konulmuştur. Daha önce incelediğimiz “Zağra Müftüsünün Hatıraları” kitabını yayına hazırlayan M. Ertuğrul Düzdağ o kitaba koyduğu askeri rütbeler hakkındaki bilgileri büyük ihtimal buradan almış olabilir. Kitap Mehmet Arif bey’in hatıralarından sonra en sona konulan içindekiler kısmıyla bitmektedir. İçindekiler kısmında bazı başlıklar şöyledir: Harbe nasıl girdik, Rus Müteahhidler, Askerin Perişan Durumu, Hudut Boyu Halkının Durumu, Bozgunluk Hali, Bazı Daltaban Subaylardan Örnekler, Haksız Subay Tayinleri Ahlakımız Üzerindeki Tesirleri, Çerkez Süvarileri ve Benli Ahmet Bozgunu, Mustafa Cavid Paşanın Yüreksizliği, Şeyh Hacı Fehmi Efendinin Güzel Hatırası, Sonu Gelmeyen Hatalarımız, ibret alınacak Hal ve telgraflar, savaş Hayvanlarımızın Durumu, Düşmanın Baş Vurduğu Hiyleler, Cenevre Konferansı ve İnsan hakları, Eksikliklerimizle ilgili Birkaç Söz, Anadolu Ordusunun tamiri, Askerlikle ilgili Bir sohbet,Başıbozuk Askerlerin Münasebetleri, Ahlakımızla İlgili Bir Kaç Söz, Mezhep Ve Tarikatlar Konusunda Bir Kaç Söz, Mısır’da Gördüklerim,İsyanın Sebepleri,Süveyş Kanalı Projesi,kanaldan Kar ve Zararımız ve başka başlıklardan oluşmaktadır.
Müellif anlattıklarının bir sergüzeşten çok tarih şeklinde olacağı için kitabın adını “Anadolu Harbi Tarihi” olarak verilebileceğini ancak “Başımıza Gelenler” mevzu’u tam kavramak yönünden yerinde olacağını ifade eder. Mehmet Arif Bey önceleri tarih ilmine hiç önem vermediğini bilinse de olur bilinmese de olur gözüyle baktığını ve yakın zamanda yaşadıkları ve şahit olduklarının fikrini değiştirdiğini şimdi “Tarih o kadar önemli, o kadar itina olunmağa değer bir ilimmiş ki, tarih bilinmezse, meğer devlet gemisinin dümeni istenilen semte çevirmek mümkün değilmiş. tarihten habersiz olmak, siyasi alanda devletçe telafisi imkansız büyük büyük hata ve noksanlıklara sebep olurmuş.” (S:21) minvalde düşündüğünü de itiraf etmiştir. Tarih bilincinin ve tarih öğretiminin Ermeni ve Rumları ne hale getirdiğini örneklendirerek anlattıktan sonra şu tavsiyede bulunur. “… adamcasına yazılmış muhakemeli bir tarih, yalnız başına insanı canlandıracak fevkalade bir kudret ve sihre sahiptir. öyle bir tarih, ölüleri mezardan çıkarır derlerse, inalınsın, doğrudur. Fakat en önemlisi, tarihteki bu yücelik ruhu, gerçekten akıllı, gerçekten münevver ve milliyetçi hocalar tarafından genç nesillerin beyinlerine, mermerler üzerine nakşedilir gibi yazılıp işlenmelidir.” (S:23) devamında tarih öğretimine önem verilmesini ve masalcıların ayıklanmasını, hakiki tarih öğretmenlerinin en ücra köylerde çocuklarımıza ulaşmasını ister. Tarih eğitimi konusunda ne yapmamız nasıl davranmamız gerektiğini de şu şekilde izah eder. “Siyasi varlık ve istiklalimiz henüz elde iken, gelecek nesiller, millet ahlakına musallat olan fesadı yok edip, Allah için birliğe uğraşıp çağırmalı. Kahramanlık ruhunu, milliyet aşkının devamını, en ücra yerlerdeki köylerimizin okullarına kadar ulaştırmayı, milli bir vazife bilen fedakar ve münevver öğretmenler bulmalı; yoksa, icad etmelidir. Bize ve bizden öncekilere ait olan tarihleri tetkik ile geçmişlerin durumunu iyice öğrenmeli ve bilmelidirler.” (S:25)
“Harbe Nasıl Girdik?”
Harbe nasıl girdiğimizi yukarıdaki başlı atarak anlatmaya başlayan Mehmet Arif Bey, Hersek’in Nuvesin adlı kazasında Osmanlı Hükümetinin ve mültezimlerinin zulme varan hareket ve idarelerini bahane eden Karadağlıların isyanıyla başlayan, aslında Pan-Slavizim siyaseti görüntüsünde Rus, Alman Avusturya’nın çevirmek istediği dolabın ilk oyunu olduğu, ancak Sırpların ve Bulgarlarında isyan etmesiyle karışan Rumeli’de tüm tedbirlerin alınıp isyan bastırılacağı sırada Rusya maskesini atıp ortaya çıkarak “İslam’ın uğradığı belayı katmerleştirdi” (S:26).
1858 yılında imzalanan Paris anlaşmasıyla Osmanlı tebaası olan Hiristiyan azınlıkların üzerinde Avrupa devletlerinin himayesini kabul edilmiş olmasının da 93 Harbini hazırlayan sebepler arasında sayar.Sadrazam Mithat Paşa ilan ettiği Meşrutiyet için hazırladığı Kanuni Esasinin 113. maddesine istinaden Avrupa’ya sürüldü, yerine Ethem paşa Sadrazam tayin edildi. O da anlaşmayı kabul etmeyince 1877 yılında 93 Moskof Harbine girildi.
Mehmet Arif Bey Barıştan sonra devlet memuru olara bir görev için bulunduğu Girit’e ikamet için izin verilen Mithat paşa geldiğinde, onunla tanıştığını ve kendisine “Devleti böyle korkunç duruma ve tehlikelere sokan şu harbin çıkmasına sebep ve mecburiyet acaba nereden geldi?“(S:38 Dip Not:4) diye sorduğunu ve Mithat Paşanın da buna “Andrassy’nin teklif ettiği sulh layihası ve İstanbul Konferansının aldığı kararlar, bir takım haddi aşan istek ve aldanmalardan ibaretti. Bunu mümkün olduğu kadar çeke çeke inceltmek ve kırılacağının anlaşıldığı noktada bağlayıvermek gerektiği Devletçe daha uygun görülüp, bu yolda İngilizlerle de gizli şekilde söz edilerek, müspet bir cevapta alınmıştı. Hatta Londra’da yapılan siyasi toplantı ve temaslar neticesinde hazırlanmış Devlete sunulan ikinci sulh tasarısında talepler son derece hafifletilip uygun bir şekle de sokulmuştu. Devlete sunulmadan benim İstanbul’dan ayrılmaklığım iktiza ettiğinden, vapura bindirilip de Akdeniz’e doğru açıldığımda, Londra kararlarının bizce ne şekilde telakki edileceğini anlamama vesile olur diye, benden sonra kimin sadarete getirileceğini, heyecanla merak ediyordum Brendiziye geldiğimde Ethem Paşanın tayin edilmiş olduğunu telgraf havadisi olarak işittim. Vatanın uğrayacağı bela ve musibetleri düşünerek adeta dizlerimin bağı çözüldü, bir tarafa yığıldım kaldım.” (S:38 Dip Not:4) cevabını vererek devlette devamlılık, istihbarat ve uyumun olmadığını, herkesin kendi arzularını devlet politikası olarak uyguladığını da gözler önüne sermektedir. Mehmet Arif bey bunun için “…bizde umumi efkar diye bir şey olmadığı için, millet ve memleket meseleleri, her zaman şahsi gaye ve çıkarlara dayanan müessir bir fikrin indirip kaldırdığı bir oyuncak ola gelmiştir.” (S:41) der. O zaman dan beri ülkemizde genelin fikri, kamuoyu gibi bir temayül yok herkes şahsi çıkarları doğrultusunda hareket eder. Müessir fikrin de “…yalnızca sarayın kendi himmet ve gayretinin bir eseri olduğu gibi, yine onun siyasi durum ve idaremize, makul olmayan bir tarzda bilmeyerek karışması neticesi perişan ve yok edilmiştir.“(S:41) başarısızlıkların ve toprak kayıplarının da müsebbibinin saray olduğunu göstermektedir.
Yiyecek Meselesi
“Erzurum Valisi ve 4. Ordu Müşiri Semih Paşa Müsaadesiyle Moskof Ordusuna yiyecek temin eden Rus askeri müteahhitleri, bereketiyle meşhur Kars ve çevresinin mahsullerini halktan satın alarak hududun diğer tarafına, Rus ordugahına taşımakla meşguller.” (S:42) Balkanlarda savaştığımız Ruslar doğuda ordusunun yiyeceğini bizim topraklarımızdan temin ediyor ve bütün uyarılara rağmen buna müsaade eden Vali de bir Müşir ve komutan varın sivil halkın ve memleketin halini siz düşünün. Semih paşa bütün ikazlara rağmen bu tutumunu değiştirmez, nihayet İstanbul’da devlet yönetimini elinde tutanlara işin milli menfaatlere aykırı olduğu bildirilip, Ruslara yiyecek satışı önlenebilmiş daha sonra da Semih Paşayı görevden alarak Girit’e tayin edilerek durum düzeltilebilmiştir.
Kars Doğubeyazıt civarlarında halktan toplanan gıdalar eğer Ruslar işgal ederse yakılması için komutana talimat verilmişti, ancak Rusların ani işgali toplanan onca gıdanın yakmaya fırsat bulamadan Rusların eline geçmesine sebep olmuş, ilerleyen günlerde ordumuzun da gıda ihtiyacı baş göstermiş ve çok zorluklar çekilmiştir.
İstişarenin önemi
“Müşavere her önemli işte vacip ise, harp işlerinde farzdır.Fakat bir şartla: bir kumandanın istişare ile fikrine müracaat edeceği kimse, ne delicesine cesur, ne de kavrayış ve görüşleriyle vehim derecesinde ihtiyatkar olmalıdır.” (S:73) “İş hususunda onlarla istişâre et.“ (Âl-i İmrân, 3/159) İslam alimlerinin çoğunluğu bu ayet hükmü gereği ümmetin işlerinde istişarenin vacip olduğunu, kişinin kendi şahsi işleri hususunda istişare etmesinin ise sünnet olduğunu bildirmişlerdir. Mehmet Arif Bey savaş hakkında istişare edecek komutanın istişare edeceği adamın deli cesaretine sahip biri olmaması gerektiğini ve aynı zamanda aşırı tedbirli davranan birisi de olmaması gerektiğini söylüyor. Kısaca, savaş alanlarında cesaret ve tedbirlilik konusunda mutedil insanlarla istişare edilmedir. Mehmet Arif Bey devamında bizdeki kumandan ve subayların hepsinin asker veya vatan menfaatini düşünen kişiler zannetmemeli, zira savaşlarda uğradığımız felaketlerin çoğunun sebebi bütün kumandan ve subayları gerçekten iş görmeye muktedir kimseler sanmamızdandır, diyerekten mevzuyu desteklemektedir. Kumandan olacak kişi önce kendisinden sonraki kumandanların yetenek ve kabiliyetlerini tespit etmeli ve ona göre vazife vermeli ayrıca olağan üstü durumlarda kimin sözüne itibar edeceğini belirlemelidir. İstişare ettiğin de onu yanıltmasın panikletmesin. Ayrıca bu tespitlerden sonra herkes ile istişare etmeli ki ordu içinde “Felan Kumandan kendi başına buyruktur. Kimseyi dinlemez fikir sormağa tenezzül etmez.” (S:75) gibi aleyhine oluşacak dedikoduları ve orduda huzursuzluğa sebep olacak kışkırtmaları önleyebilsin.
Savunma Döneminde asker Bulunamıyor
Mehmet Arif Bey hücum döneminde yedek, gönüllü asker bulmakta zorlanmadıklarını, istemediğin kadar kişinin asker olmak için yığıldığını ancak savunma döneminde asker bulmakta zorlandıklarını, bir de bunları donatacak silah, elbise, yatacak yer, yiyecek temin etmenin zorlaştığını anlattıktan sonra ayrıca savunma dönemindeki hal ve psikolojiyi de şöyle dile getirmektedir: “Tecrübeyle anlaşılmıştır ki, savunma durumunda bulunan askerlerin cesaret ve yürekliliği, taarruz ve hücumda bulunanın ki gibi olmuyor. Hücum ve taarruz eden askerin yüreği, arslanbaşı gibi şişip kabarıyor, düşman kalbine korkular salıyor. Savunan askerin kalbi ise aciz, zayıf, tavşan yüreği gibi, tiril tiril oluyor.Hele bir de bozgun belasına uğrarsa … (Rabbim göstermesin) gerçekten tavşanlaşıyor., (veh!) desen ödü kopuyor.”(S:100)
Askerde Bozgun hali
Eğer orduda bir er korku ya da başka bir sebeple cepheden kaçar ise, bunun da önüne geçilmezse kısa sürede diğer askerlere de sirayet ederek, bozguna sebep olacağı bozgunu da ya topluca ölüm, ya da esaretle sonuçlanacağı bilinmelidir.”Unutmayalım cephede gedik, bir kişi ile açılır; sonra bu gedikten korku, ayrılık ve düşman girer. Birlik, bozgunluğa döner. Öyle ise, savaş hattından bir neferin yüz geri ettiğini gören kumandan, derhal çaresine bakmalı; olmazsa, hiç tereddüt etmeden vurmalıdır.Harbin ve dinimizin emri de budur. Benin nasihatim o yoldadır ki, bir kumandan, özürsüz olarak savaş hattını terk eden bir ere, veya subaya asla müsamaha etmemelidir. Ufacık bir ihmal ve gevşeklik, en geç çeyrek saat sonra önü alınamazsa bozgundur.“(S:116) Askerde bozguna sebep olan, bir vatan toprağının kaybedilmesine sebep olanlara savaştan sonra en ağır cezaları versen de giden vatan toprağı geri gelmemektedir. Hainlerin aldığı ceza bunu temin etmez edemez. Ceza vermeyeli manasında değildir bu, tabi ki herkes ettiklerini cezasını çekecek ancak ya vatan toprağını nasıl geri alacağız problem burada. Baştan bozguna kaçışa müsaade edilmemesi tedbirlerin önceden alınması elzemdir.
Kimden subay olmaz?
Lafazan, sözünde durmayan, ahdinde vefa olmayan, hilyeyi hüner sayan, kendisine tevdi ve emanet edilen bir işin dış görünüşünü güzel gösterip içine önem vermeyen, hatasını inkar edip suçu başkasının üstüne atan, çenebazlık edip her şeyi ortaya döken, yalancılığı ortaya çıkınca arlanıp sıkılmayan, alışverişlerinde haksızlık yapan, askerin istihkakını evine götüren kişilere subaylık değil ordu saflarında vazife vermenin bile hata olduğun sayar Mehmet Arif Bey ve ekler “Bir subay günün harp tekniğini hem de savaştığı milleti çok yakından tanımak bilmek zorundadır. Moskof denildiği zaman bir Türk, damarlarının kin ateşiyle yandığını hissetmelidir. Vatan çocuklarına, dökülen kan ve milli intikam unutturulmamalıdır” (S:129)
Çerkez süvarilerin itaatsizliği, başıboş hareketleri, yoktan anlamamaları, isteklerinin yerine getirilmesi için bir yere yığılmaları ve düzeni bozmaları, Kürtlerin de şeyh efendi tantanası orduda rahatsızlıklara sebep olmuş, bu gruplar hiç bir yararlık göstermeden dağılıp gitmişler.
Kars’ta düşman çemberinin içinde kalmış halk ve askere mücadeleyi bırakmasınlar, dirensinler diye “Muhtar Paşa, ordusu ile beş güne kadar gelecek” (S:151) diye propaganda yapılmış halk ve asker de ümit ile direnmeye başlamıştır. Rus ablukası ile Osmanlı kanunları yürürlükten kaldırılmış ve “Bir günün beyliği beyliktir” (S:152) Hüseyin Hami Paşa aklına eseni uygulamaya başlamıştır. Hüseyin Hami Paşa halka umut aşılayacağına tam tersine kendisindeki şeyh unvanı dolayısıyla kendisine mehdiyi zaman diyen derviş ve erenlerinin “Sizin mübarek ellerinizle büyük bir zafer kazanılıp, beldeler feth edilecektir.” (S:152) demelerine inanır ve bunları kendisine gaipten verilmiş birer emir ve müjde sanır ve sırdaşlarına “Aramızda kalsın!” diyerek anlatır, remil hesapları ve fal ile uğraşıp istimdat etmeye çalışır, hazine-i gaybın anahtarlarının kendinde olduğunu söylermiş. Paşanın yaptıkları tutarsız işlere bazı şarlatan, yağcı, fırsatçı, menfaatperestler ruhaniyet ve ermişlik havası verirler. Bu kişiler rüya ve iftiralarla istemedikleri kişileri casusluk yapıyor diye jurnalleyip astırmış bazılarını da Kars kalesine kumandan olan Topçu Miralayı Hüseyin Bey’e kale burçlarından attırmışlardır.
Horum savaşında Türk tarafının başarı sağlaması savaştan sonra bile düşman antipropagandasının önüne geçemiyor. Çeşitli Basınında “Avrupalılar hiç bir iyiliği Türklere yakıştıramıyorlar. Avrupa basınından bazıları, zaferlerimizi Macar Feyzi Paşaya mal ederken, Ruslar da yenilgilerini, savaşı takip etmek üzere ordugahımıza gelmiş olan İngiliz Generali Campell’den bildiler. Hatta ve hatta daha ileri giderek 1871 Alman-Fransız harbinde “Meç” kalesini olduğu gibi askerleri ile birlikte Almanlara teslim edip sonra da hapis ve ordudan tardedilen “Mareşal Bazen” adındaki serserinin takma isimle gelip bizim orduya kumanda etmiş olduğunu yazdılar.” (S:181) minval üzere moral bozucu, cesaret kırıcı daha da önemlisi kendine güven duygusu oluşturmamak üzere haberler yer almaya devam ediyor.
Muasır bir din adamı Şeyh Hacı Fehmi Efendi
Bozulmuş kaçan düşmanı takip etmek, gerekli bilgiyi toplamak ve süratle haberleşmeyi sağlamak için süvarilere ihtiyaç vardı. Süvarilerin çoğu Eleşkirt fırkasındaydı. Derlenip toplanıp gelmeleri en az iki üç gün gerekirken işte tam bu sırada Erzincan hocalarından Şeyh Hacı Fehmi Efendi emrindeki yetmiş seksen kişilik gönüllü süvarisi ile “vatanın hârimine tecavüz eden düşmanla dövüşmek için dinen üzerine farz olan görevini yerine getirmek için ordugâha geldi ve hizmet istedi.” (S:186) ve kendilerine keşif ve ileri karakolluk vazifesi verilir. “Hacı Fehmi efendi, güzel ve Muhammedi bir ahlaka sahip, iç ve dış meselelerimizi hakkı ile kavramış, hastalığımızın nedenlerini anlayıp teşhisini koymuş, uyanık, zeki ve siyasi, olgun ve dolgun bir insan-ı kamil idi. Hoca ve şeyhler içerisinde benzerini görmediğim için kendisine hayran, apayrı bir sevgi ve hürmet duyuyordum.”(S:186-187)
Mehmet Arif Bey Kars kurtulup düşman kovalanırken kendi kendine muhasebe yapar. “Moskof bizim cehlimizden, gafletimizden, gurur ve aramızdaki ayrılıklardan çok istifade etti. Deli Petro’dan bu yana benimseyip uyguladığı emperyalist siyasetin bir icabı olarak, komşusu olduğu nice nice millet ve hükümetlerin canını yaktı. Slav ırkının hakimiyet ve üstünlüğü uğrunda alemi yıktı, harap etti.(…)Bizimse, düşmanlarımız karşısındaki gafletimiz bir tarafa, iç işlerimizde dahi bilgisizliğimiz yüzünden tuttuğumuz yanlış yol ve işlediğimiz hataların haddi hesabı yoktur.” (S:189) Allah Allah nidalarıyla koşarak zaferle Kars’a giren askerlerimizi vatandaşlarımız ellerinde kimisi ekmek, kimi su, kimisi yumurta, kimisi tavuk, kimisi yoğurt, kimi ayran herkes gücünün yettiği kadar hazırladığı hediyelerle karşılıyor, askerlerimizin bastığı toprakları öpüyorlar. İstanbul’dan ordunun savunmada mı hücumda mı olacağına karar vermek, eğer Kars’taki ordu kumandanı başarılı olursa beni İstanbul’da rahatsız eder hasedi ile talimatlar yağdırmak da askeri düzenimizin bozukluğunun alametleridir. Bütün bu olumsuzluklara rağmen Kars kurtarılmıştır.
Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın kaldığı ahır içindeki bölmeye onun göreve gittiği bir zaman dairesinde gelen Kürt başıbozuk gönüllü taifesi ev sahibinden ekmek, yağ, yumurta isterler olmadığı cevabını alınca da baş komutanın kaldığına bakmaksızın burayı sökerek çıkan tahta ve odunları yakarlar. Mehmet Arif Bey “Savaşlarda disiplinli bir şekilde eğitilip yetiştirilmiş vazifeli resmi askerden başka yardımcı, başıbozuk, gönüllü gibi kimseler kullanılmazsa, buna benzer tahrip ve tecavüz hadiselerinin bir dereceye kadar önü alınmış olur.” (S:342) diyerek eğitimsiz kişilerin yapmış olduğu tahribe de dikkat çekmektedir.
Kırım savaşı sırasından Diyarbakır’ın Kürt Behtan aşiretinden İzzettin Şir bey adındaki birisi civardaki köyleri yakıp yıkmış, Siirt şehrine hücum ederek hükümet konağı ve memurların evlerini yağmalamış, bazı memurları öldürmüş. Daha sonra yakalanıp İstanbul’a gönderilmiş, epeyce hapsedilip sürüldükten sonra mükafat olsun diye Mutasarrıf eyledik. Ergiri, Preveze, Yanya vilayeti ve sancaklarında mutasarrıflık ettirip, rütbeler vermişiz. “Hasılı efendim, Doğu Anadolu’muzdaki bu Kürt aşiretlerinin durumu dikkatle üzerinde durulmağa değer bir hal arz ediyor. Yazmakta olduğumuz şu doksan üç (1877) sensi Moskof muharebesinde bile Dersim vilayetinin Kürtleri aldı yürüdü. Dersim civarındaki köyleri yakıp yıktılar. Devletimize karşı bayrak kaldırıp isyan ettiler.” (S:354)
Orduda her yaralanana nişan vermek yerine, yararlılık gösterenlere nişan vermek gerektiğini ifade eden Mehmet Arif Bey doğu ordusunda Ahmet Muhtar Paşanın on onbeş kişiye nişan verdiği halde Rumeli ordularının bütün subaylarına hatta yardımcı askerlerine bile nişan verilerek göğüslerinin doldurulduğunun görüldüğünde ekler. Nişan vermenin kumandanların hak ve vazifeşinaslığına kalmaması gerektiği kanua ve kaideye bağlı olması gerkliliğinide anlatır.
Mehmet Arif Bey’in ordunun bozulup kaçan askerlerinin önüne tabanca ve kırbaç ile geçerek çevirdiği 200 askeri Ahmet Muhtar Paşanın yanına ileriye götürmesini istediği Redif Binbaşı Gezli Gehmet Ağa dan istediğini ve kendisine yanındaki askerlerin de duyacağı şekilde “Bu …lerin önüne şimdi durulur mu? Bunlar böyle vakitlerde ellerindeki silahlarını kendilerini durdurmak isteyenlere çevirirler de insanı nâhak yere öldürürler!” (S:368) diyerek cevap verdiğini, bundan sonra durdurduğu askerlerin de geçip gittiklerini, kendisinin de kaçan askerleri durdurmak için önlerine çıkma cesaretinin kırıldığını ifade eder. Orduda olumsuz şeylerin tesirinin önlenmesi için hiç akla getirilmemesi ve askere karşı dillendirilmemesi gerekir. Yaralanmış olan Akif Paşa kendisinin iki kişi korumasında tedavi edilmek üzere Erzurum’a gönderilmesini istemiş, çünkü dağılmış bozgun askerlerine güvenememiş, kendisini tasallut etmelerine veya soymaları ihtimaline karşı tedbir almaya çalışmıştır.
Vatan millet ve devlet yönetimine düşman olan bazı mezhep fırka mensuplarının orduda isyan çıkardığı, Moskof askerlerini Türk askerine tercih ettiklerini, savaşma isteklerinin olmadığı, zorunan orduda tutulduklarını, fırsat bulanların kaçtığı da ifade edilmiştir.
Aziziye Tabyasında Erzurumlu Türk Kadını
Bütün bu olumsuzlukların yanında Aziziye tabyasındaki Türk kadınlarından övgüyle bahseder Mehmet Arif Bey. “dikkate şayan hallerden bir de , o gün ellerinde çamaşır sepetleriyle ekmek, peynir, zeytin ve destilerle çarpışan yiğitlerimize yiyecek ve su getiren Erzurumlu Türk kadın ve analarının davranışlarıdır. Ne top sesi, ne kurşunların ıslığı ve ne de dökülen kan, onları zerrece ürkütüyordu. Bilakis kamçılıyor, hınçlarını artırıyor, cesaret ve kinlerini bileyip kaplanlaştırıyordu. Su değil, zemzem ve şecaat dağıtıyorlardı şehit saflarında.” (S:385-386)
Disiplin ve kuvvet yönünden aleme örnek olan Alman ordusunda her subay asıl olan kendi vazifesini icrada hür, müstakil ve mesul olduğu bir üst kendi emri altında bulunan kumandan ve subaylara genel manada emirler verdiğini anlatan Mehmet Arif Bey, Türk ordusunda ise tam tersi olduğunu, kötü ahlaktan mı cahillikten mi bizde bir amir, amirliğini bir çok emirler vermek suretiyle halka ve etrafa bildirmek ister. Bir ferih varken mirlivanın sözü ve hükmü yoktur. Her zaman ve her yerde bir üst altında bulunandan bütün iktidar ve salahiyetleri soyar, alır diyerek bütüne hakim olma hastalığının sorumluluk duygusunu körelttiğini ifade eder. Doktorların fedakarca vazifelerini yaptığını, içlerinden şehitler verildiğini, 25 doktorun sekiz-on bin hastaya baktığını, uyku uyumağa ve bir lokma yeme3k yemeğe vakit bulamadıklarını, gösterdikleri feragat ve gayretle insanlık tarihinde hürmetle yad edileceklerini hata gülle ve kurşun karşısındaki gazilerimizin sebat ve ikdamından da yüce ve daha değerli olduğunu bizlere haber verir.
Mehmet Arif Bey savaşın sonucu hakkında daha sonra yazmayı düşündüklerini yazamadan vefat etmiş ve “Sonra ne oldu?” başlıklı bölümü Kitabı yayına hazırlayan Nihat Yazar ikinci baskıda okuyucuların ısrarı üzerine 93 Moskof harbine kadar olan zamanda 50 yıllık başımıza gelen olayları özetleyerek 100 sayfada yazmış. Nihat Yazar’ın yazdığı kısım yaşadığı şahit olduğu olaylardan ibaret Mehmet Arif Bey’in anlattığı kısım gibi bir hatıra değil, yazarının okuyarak öğrendiği ve bu okumalar neticesinde çıkardığı sonuç ve yorumlardan ibaret bir tarihtir.
Alparslan Türkeş’in kitabı tavsiye etmesindeki salt fayda sadece Ordunun savaşa hazır olması için eksikliklerin görülmesi değildir, Türk milleti 1960 yıllarda bir komünist Sovyet işgal tehlikesi yaşamaktadır ve halkın şuurlanması için daha önceden atalarının yaşadıklarını hatırlamasını ve ona göre durum vaziyet almasını düşünmektedir.
“Hazır Ol Cenge Sulh-u Salah İstiyorsan” ya da “Hazır Ol Ceng-ü Cidale İstersen Sulh-u Salah” dizesinin ilk kaynağı, Hekimbaşı, şair ve edip Abdülhak Molla (1786-1854) olduğu söylense de Büyük devlet adamı Sultan Yavuz Sultan Selim Han ondan en az 310 yıl önce “İstersen Sulh-u salah hazır ol cenge!” buyurmuş. Daha sonra Mustafa Kemal Atatürk 1 Mart 1922 günü TBMM Üçüncü Toplantı Yılı açış konuşmasını yaparken “Hazır ol cenge, eğer istersen sulh ü salâh” kullanmıştır. Görüldüğü gibi asırlardır Türk devlet adamları ve aydınları savaşa hazır olmanın savaşmadan sulha destek olduğunun bilincinde olmuşlar. Savaşa hazır olmak moral ve eğitim bakımından askeri ve milleti her daim savaşa hazır tutmak olduğu gibi orduyu zamanın gereği olan silah ve mühimmat ile donatıp bunların kullanılmasını öğretmek ve her şeyden önce iyi bir muhabere ve lojistik ile ihtiyaç duyulan veya duyulacak yerlere anında ulaştıracak hazırlıkları da yapmak gerekmektedir.